ÇOCUK
İHTİYAR
Hayrettin
Bey parkın güneşte kalmış sıralarından bi
rinde
oturuyordu. Nisan sabahıydı ve parktaki ağaç
larda
yapraklar fare kulağı kadar büyümüşlerdi. Nereden
geldiği
belli olmayan tatlı ve ılık bir koku vardı. Bahar ko
kusu.
Hayrettin
Bey üşütmeyen ve serinlikten hoşlanıyordu.
İçinde
gizli bir sevinç vardı. Yeni bir yaza doğru gidiliyordu.
Yakacak
derdi, soğuk derdi, kat kat giyinme derdi kalkıyor
du
artık. Ama onun arkasında yine eski pardesüsü vardı. Bu
pardesüyü,
emekliye ayrıldığı yıl yaptırmıştı. On yıl evvel. O
zamandan
beri giyiyordu işte. Sivil hayata dönmenin bir ra
hatlığı
olacak sanmıştı. İş, hiç de öyle olmamıştı.
Albaylığa
kadar yükselmiş, savaşa katılmış, İstiklal ma
dalyası
almış bir asker için sivil hayat hiç de hoş değildi. Ar
tık
ona askerler, küçük aşamalı subaylar selam vermiyordu.
O
şehrin ahalisinden birisi oluvermişti. Eskiden nereyegitse
ikram
görür, saygı görürdü. Bir otobüse binse yer veren ve
rene.
Şimdi öyle mi y a ?
Hayrettin
Bey'in dertlerini depreştirmemek için askerlik
ten,
albaylıktan hiç söz etmemeli. Bazen canı yanar ve için
den:
— A h
, keşke asker elbisesinin içinde ölseydim, der.
Yaş
yetmiş beş, bütün akranları, hatta kendisinden daha
küçük
olanlar ölüp ölüp gitmişler. O dağ başında, nöbet
bekleyen,
yapayalnız bir askercik gibi arkadaşsız, akransız
kalmış.
Emekliliği
o, bir rahatlık, bir dinlenme, bir istediğini ya
pabilme
sanmıştı. İstememişti ordudan ayrılmasını. A m a ar
tık
yaşlanmıştı adamakallı. İki defa emekliliğine itiraz et
mişti.
Ama üçüncüsünde başını eğmiş ve ayrılığı kabul et
mek
zorunda kalmıştı.
Hayrettin
Bey, hayatını büsbütün zehir eden düşünce
lerden
kurtulmak için çevresine bakıyordu. Park bekçisi Be
kir
Efendi uzak bir sırada uyuklarken kalkmış, ona doğru
geliyordu.
Hayrettin
Bey biraz toparlandı. Bastonunu sol tarafa al
dı.
Gülümseyerek karşıladı adamı.
— Ve
Aleyküm Selâm Bekir Efendi, dedi.
Bekir
Efendi sıraya ilişti:
—
Nasılsın bakalım Bey baba, dedi.
—
Şükür bu günümüze de. Nasıl olacağım, işte bildiğin
gibi.
—
Haydi haydi iyisin, dedi adam.
—
Şikâyetim yok, dedi Hayrettin Bey, Eee, nerede senin
çocuklar?
—
Bırak Allah'ını seversen, dedi Bekçi. Parkı alt üst edi
yorlar.
Süprüntü toplamaktan anam ağlıyor. Bari çimenleri
ezmeseler,
dal kırmasalar.
— Bu
saatte küçükler gelir buraya Bekir Efendi.
—
Bugün bayram ya?
— Ne
bayramı?
—
Çocuk bayramı ya?
—
Haaa, dedi Hayrettin Bey, bugün Yirmi üç Nisan.
— Sen
günlerini de şaşırmışsın be Bey baba.
—
Şaşırdım oğlum, şaşırdım. Hem çoktan şaşırdım.
Bu
sırada düdük sesleri, trampet sesleriyle bir tabur ço
cuk
parkın önünden geçmeye başlamıştı. Başlarında öğret
menler
vardı. Çocuklar sıraya pek aldırmadan itişe kakışa
yürüyorlardı.
Bir
kaç çocuk sıradan ayrılıp parka daldılar. Bunlar par
kın
her zamanki haşarılarıydı, iki kız, iki oğlan koşarak Hayri Bey'e yaklaştılar.
El öptüler. Adamcağız onların başlarını
okşadı.
Bir oğlan:
—
Hayri dede, dedi. Bayramın kutlu olsun.
Hayri
Bey:
—
Senin bayramın da kutlu olsun Özcan, dedi. Nereye
gittiniz?
—
Komşu okul var ya! İşte öğretmen bizi oraya götürdü.
Tören
yapıldı. Bir ağızdan İstiklal Marşını söyledik, Bayrak
çekildi.
— Sağ
olun çocuklar. Allah nice yıllara yetiştirsin.