Bu Blogda Ara

Translate

Macera Kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Macera Kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Haziran 2021 Pazartesi

Stephen King – Gece Yarısını Dört Geçe Kitabını Pdf İndir veya Oku




1

Sam Peebles, daha sonra, «Bütün suç o kahrolasıca akrobattaydı,» diye karar verecekti. «Eğer o herif, uygunsuz bir anda sarhoş olmasaydı, başım da böyle belaya girmezdi.»

Sam belki de haklı olarak, acı acı, «Zaten yaşam dipsiz bir uçurumun bir kenarından diğerine doğru tutulan ince ışına benziyor,» diyecekti. «Gözlerimiz bağlı olarak üzerinden geçmemiz gereken bir ışına. Bu kötü tabii. Ama yeteri kadar değil. Çünkü bazan bizi bu ışının üzerinden itiveriyorlar.»

Ama bütün bunlar daha sonra olacaktı. Başlangıçta, hatta Kitaplık Polisi'nden daha da önce, o sarhoş akrobat vardı...

2

Junction kentinde, her ayın son Cuma gecesi, yerel Rotarian Derneği'nde bir konuşmacı ağırlanırdı.

1990 Martı'nın son Cuma gecesi üyeler, «Curry ve Trembo'nun Yıldızlar Sirki»nde çalışan Muhteşem

Akrobat Joe'yu dinleyecek ve böylece hoşça vakit geçireceklerdi.

Perşembe günü öğleden sonra saat dördü beş geçe Sam Peebles'in Junction Kenti Emlak ve Sigorta Şirketi'ndeki bürosunda, masanın üzerindeki telefon çaldı. Sam, alıcıyı kaldırdı. Telefona her zaman o cevap verirdi. Ya kendisi, ya da telesekreter. Çünkü Junction Kenti Emlak ve Sigorta Şirketi'nin sahibi ve tek personeliydi. Zengin bir adam değildi. Ama oldukça mutlu bir insan sayılırdı.

Herkese, «İlk Mercedes'imi almama daha çok var,» demekten hoşlanırdı. «Ama bir Ford'um olduğunu söylemeliyim. Arabam hemen hemen yeni sayılır. Kelton Caddesi'ndeki ev de benim.» Ardından da eklerdi. «Ayrıca işim sayesinde bira ve eğlenceden yoksun kalmıyorum.» Aslında üniversiteden beri fazla bira içtiği yoktu. Bu 'eğlence' lafıyla da neyi kastettiğini pek bilmiyordu.

«Junction Kenti Emlak ve Sigorta...»

«Sam, ben Craig. Akrobat boynunu kırmış!»

«Ne?»

Craig Jones sinirli sinirli, «Ne dediğimi duydun!» diye bağırdı. «Akrobat, lanet olasıca boynunu kırmış.»

Sam, «Ah!..» dedi. «Ya!..» Bir an düşündü sonra da ihtiyatla sordu. «Ölmüş mü?»

«Hayır, ölmemiş. Ama bizim için ölmüş sayılır. Şimdi adam Cedar Rapids'deki hastanedeymiş.

Boynunu on kilo kadar alçıyla kaplamışlar. Billy Bright biraz önce telefon etti. Akrobatın bugün öğleden sonra matineye zil zurna sarhoş geldiğini söyledi. Ahmak, arkaya doğru perende atmaya kalkışmış ve boyun üstü çakılmış. Billy, çatırtıyı ta tribünlerden duyduğunu söyledi. Tıpkı buz tutmuş bir su birikintisine bastığın zaman çıkan sese benziyordu,' dedi.»

Sam yüzünü buruşturdu. «Ayyy!»

«Açıkçası buna hiç şaşmadım. Ne de olsa adamın adı 'Muhteşem Akrobat Joe.'

Sirkte gösteri yapan biri için ne biçim bir isim bu. Yani -adı 'Muhteşem Randix'

olsa anlarım. 'Muhteşem Tortellini' de fena sayamaz. Ama 'Muhteşem Joe'? Bence bu ahmaklığın daniskası.»

«Tanrım! Bu çok kötü!»

«Kötü de ne kelime! Bu, yarın akşama konuşmacımızın olmayacağı anlamına geliyor, aziz dostum.»

Sam, keşke bürodan tam dörtte ayrılsaydım, diye düşünmeye başlamıştı. Böylece Craig, telesekreterenanlatmak zorunda kalır, o da düşünmek için zaman bulurdu.

Biraz sonra düşünmek için zamana gerek olacağını seziyordu çünkü. Craig Jones'un kendisine zaman tanımayacağını da.

«Evet,» dedi. «Bu doğru sanırım.» Filozofça ama çaresiz bir tavırla konuşmuş

olduğunu umuyordu. «Çok yazık.»

«Gerçekten öyle.» Sonra Craig darbeyi indirdi. «Ama onun yerini memnunlukla atacağından eminim.»

«Ben mi? Craig, herhalde şaka ediyorsun? Ben doğru dürüst takla bile atamam.

Hele perende!..»

Craig Jones, Sam'i amansızca zorladı. «Tek kişinin sahibi olduğu bir şirketin, küçük bir kentin yaşamındaki önemi konusunda bir konuşma yapabileceğini düşünüyordum. Ama bu konuyu beğenmiyorsan, o zaman beysboldan söz edebilirsin. O da olmazsa pantolonunu indirir, seyircilere bir gösteri yaparsın. Sam, ben yalnızca Konuşmacılar Komitesi'nin Başkanı değilim. Bu bile yeteri kadar kötü.

Ama Kenny buradan ayrıldığı, Cari da toplantılara gelmekten vazgeçtiğinden beri Konuşmacılar

Komitesi yalnızca benden oluşuyor. Bu yüzden bana yardım etmelisin.

Yarın gece için bir konuşmacı bulunması şart. Bu lanet olasıca kulüpte güvenebildiğim beş kişi var yalnızca. Onlardan biri de sensin.»

«Ama...»

«Ve bugüne kadar böyle durumlarda konuşmacının yerini almayan bir tek sen kaldın. Onun için seni seçtim, ahbap.»

«Ama Frank Stephens...»

«Geçen yıl Kamyon Taşımacıları Sendikası'ndan bir üye sahtekârlıkla suçlandığı

için toplantıya gelemediğinden onun yerini aldı. Sam, sıra sende. Beni yüz üstü

bırakamazsın, ahbap. Bana borçlusun.»

Sam, «Ben sigortacıyım!» diye bağırdı. «Sigorta poliçeleri hazırlamadığım zaman da çiftlik satıyorum! Genellikle bankalara! Çoğu kimse bu konuları iç sıkıcı buluyor. Sıkıcı bulmayanlar da tiksinti verici!»

«Hiçbirinin önemi yok.» Craig'in, Sam'in güçsüz karşı koyuşlarına aldırdığı

yoktu. Avını ele geçirmek üzereydi. «Zaten hepsi yemeğin sonunda iyice sarhoş

olacaklar. Bunu sen de biliyorsun. Cumartesi sabahı söylediklerinin bir tek kelimesini bile hatırlamayacaklar. Ama o arada ayağa kalkarak yarım saatlik bir konuşma yapacak birine ihtiyacım var. Ve bu iş için seni seçtim!»

Sam bir süre daha karşı koydu ama, Craig amansızca sıkıştırmasını sürdürdü.

Sözcükleri zalimce vurgulayıp duruyordu. «İhtiyaç!..» «Şart!..» «Bana borçlusun...»

Sam sonunda, «Pekâlâ,» diye bağırdı. «Pekâlâ, pekâlâ. Yeter!..»

Craig sevinçle, «Dostumsun!» dedi. Sesi şimdi sanki güneş ışınları ve gökkuşaklarıyla doluydu.

«Unutma. Konuşmanın yarım saatten daha uzun sürmesi şart değil. Sorular için de on dakika ayıracaksın. Tabii soru soracak kimse çıkarsa. Ve istersen pantolonunu indirerek bir gösteri de yapabilirsin. Tabii kimsenin bunu farkedeceğini sanmıyorum ama...»

Sam, «Craig,» dedi. «Yeter artık!»

«Ah! Affedersin! Çenemi tutmalıyım!» Craig, belki de rahatladığı için gıdaklar gibi güldü.

«Dinle. Neden bu konuşmayı sona erdirmiyoruz?» Sam, yazı masasının çekmesindeki mide yatıştırıcı nane şekerlerine uzandı. Önündeki yirmi sekiz saat içinde bir hayli nane şekerine ihtiyacı olacağını biliyordu. «Anladığım kadarıyla oturup bir konuşma yazmam gerekiyor.»

Craig, «iyi bildin,» dedi. «Yalnızca şunu hatırla: Yemek altıda, konuşma yedi buçukta. 'Hawai Beş-0' programında dedikleri gibi: 'Orada ol! Aloha!'»Kitabın Tamamı için Alttaki Linke Tıklayın

Stephen King – Göz Kitabını Pdf İndir - Oku

 


KAN BANYOSU

19 Ağustos 1966 tarihli haftalık Enterprise gazetesinden bir haber kupürü:

GÖKTEN TAŞ YAĞDI

Birçok görgü tanığı, 17 Ağustos günü Chamberlain kasabasında, gökte tek bir bulutun bile görünmediği bir sırada Carlin Caddesine yağmur halinde taş yağdığını bildirmiştir. Tanıkların ifadelerine göre, taşlar büyük ölçüde Bayan Margaret White'ın evine düşmüş, damda bir hayli hasar vererek değeri 25 doları bulan 2 oluk ve bunların borusunu kullanılmaz duruma getirmiştir. Ev sahibi dul Bayan White, 3 yaşındaki kızı Carietta'yla birlikte yaşamaktadır.

Bayan White'ın olayla ilgili görüşünü almak mümkün olmamıştır.

Olaya kimse gerçek anlamda şaşırmadı, yani kimse bilinçaltında, her türlü vahşeti gizli gizli beslediği düzeyde şaşırmadı. Görünüşte duş odasındaki bütün kızların ağzı açık kaldı, gözleri büyüdü, kimi utanç duydu, kimiyse White cadısı yine belasını buldu, diye sevindi. Bazıları şaşırdıklarını öne sürmüş olabilirlerdi, ama tabii bu doğru değildi. Bunlardan bir bölümü ta birinci sınıftan beri Carrie'yle aynı okula devam ediyordu ve bu da o zamanlardan beri oluşan bir şeydi; yavaş yavaş, aralıksız, insan doğasını yöneten bütün yasalara uyarak, tıpkı bir zincirleme reaksiyonun değişmezliğiyle gelişmişti.

Ama tabii hiçbirinin bilmediği bir şey varsa, o da Carrie'nin telekinetik olduğuydu.

*

Chamberlain Ortaokulunda bir dersanedeki sıra üzerine kazınmış yazı:

Carrie White bok yer.

*

Soyunma odası duvarlarda yankılanan cıvıl cıvıl sesler ve duşlardan gelen su şapırtısıyla doluydu. Kızlar birinci derste voleybol oynamışlar, dipdiri bir neşe ve ter içindeydiler. Sıcak suyun altında keyifle geriniyorlar, beyaz sabun kalıpları elden ele dolaşıyordu. Carrie aralarında sap gibi dikilmiş, kuğuların arasında bir kurbağa gibiydi. Kısa boylu, tıknaz, boynu, sırtı ve butları sivilcelerle kaplı, dolma gibi bir kızdı; yüzüne yapışmış ıslak saçları hepten renksiz görünüyordu. Carrie duşun altında hiç kıpırdamaksızın  durmaktaydı, akan su bedenine çarpıp dökülüyordu. Herkesin alay ettiği, her işi yüzüne gözüne bulaştıran kurbanlık koyundu sanki... aslında öyleydi de... İçinden Ewen Lisesinde birer kişilik özel duş bölmeleri olmadığı için hayıflanmaktaydı. Andover ve Boxford'da olduğu gibi. Çünkü bakmadan duramazlardı. Hep bakarlardı.

Duşlar bir bir kapatılıyor, kızlar başlarındaki boneleri çıkarıp kurulanıyor, kimi deodorant sıkarken kimi külotunu çekiyordu. Arada bir duvar saatine bakıyordu. Buhar havaya yapışmış gibiydi, odanın saunadan farkı yoktu.

Birbirlerine laf yetiştiren kızların sesleri bilardo toplarının tokuşması gibiydi.

"... Tommy bana hiç yakışmadığını söyleyince ben de..."

"... Ablam ve kocasıyla gidiyorum. Eniştem durmadan burnunu karıştırır, ama ablam da aynı haltı yiyor, doğrusu ikisi de iyi anlaşıyorlar..."

"... Olukda bir duş yapıp..."

"... Bir kuruş bile harcamaya değmezdi, biz de..."

Sırım gibi vücutlu, göğüssüz beden eğitimi öğretmeni genç Bayan Desjardin içeri girdi, şöyle bir bakındıktan sonra ellerini çırptı. "Haydi, Carrie, ne bekliyorsun? Kıyameti mi? Beş dakika sonra zil çalıyor." Şortu göz alacak denli beyaz, fazla kıvrımlı olmayan bacaklarıysa, kaslı görünüşüne karşın güzel sayılabilirdi. Boynunda üniversitede okçuluk yarışmasında kazanmış olduğu gümüş bir düdük asılıydı.

Kızlar şöyle bir kıkırdadı, Carrie başını kaldırıp baktı. Sıcaktan ve duşun suyundan bulanık görüyordu. "Ha?"

Oldukça tuhaf, kurbağa sesi gibi gülünç bir sesti, kızlar yine gülüştüler. Sue Snell başına sardığı havluyu kamçı gibi sıyırıp çekti ve hızla saçını taramaya başladı. Bayan Desjardin, Carrie'ye sinirli bir el işareti yaptıktan sonra dışarı çıktı.

Carrie duş musluğunu kapattı. Zemindeki su delikte gargara yapmaya başladı.

Bölmeden dışarı adımını atar atmaz da herkes bacağından süzülen kanı gördü.

*

"Gölge Patladı" adlı kitaptan alıntı: Carietta White Vakası -Belgelenmiş Olgular ve Çıkarılan Sonuçlar. Yazan David R. Congress. (Tulane Üniversite Matbaası, 1981) sayfa 34:

Carietta White'ın çocukluk yıllarında cereyan eden telekinetik anlarının gözden kaçmış olması, hiç kuşkusuz,White ve Steams'ün Telekinetik: Gizli Bir Yeteneğin Yeniden İncelenmesi konulu tezlerinde vardıkları sonuçlara bağlanmalıdır; yani salt irade gücüyle nesneleri hareket ettirebilmek ancak aşırı kişisel zorlanmalar anında gerçekleşebilmektedir.

Bu yetenek gerçekten de oldukça iyi gizlenmiştir; yoksa nasıl onca yüzyıl yalnızca tepesi görünen dev bir buzdağı gibi kalabilirdi?

Bu vakada savımız söylentilerden oluşan kanıtlara dayanmakla birlikte, bunlar bile Carrie White'da görülmemiş boyutlarda telekinetik, "TK" gücünün varlığını göstermektedir. Ama işin acı yanı, bu bulgularımızın iş işten geçtikten sonra ortaya çıkması ve...

*

"AYBA-şı!"

İlk alay Chris Hargensen'den geldi. Sesi duvarlardan seke seke yankılandı. Sue Snell dudaklarının ucuna kadar gelen kahkahayı bastırdı, içinde nefret, iğrenme ve acımayla karışık tatsız bir duygu vardı. Carrie'ye baktı. Ne budala görünüyordu oraya öyle mıhlanmış, neler olduğundan haberi bile yoktu. Gören de sanki bugüne dek hiç...

"AYBA-şı!"

Artık koro halinde bağırıyorlardı. Gerilerden biri (belki yine Hargensen olabilirdi, ama onca yankı içinde Sue Snell'in ayırt etmesi zordu) arsız bir sesle, "Tıpa tıka," diye haykırdı.

"AYBA-şı, AYBA-şı, AYBA-şı!"

Carrie çevresinde oluşan çemberin tam ortasında, bedeninden sular damlayarak put gibi duruyordu. Baytarın muayenesini bekleyen bir öküz gibiydi. Yine alay konusu olduğunun farkındaydı; utanıyordu, ama böyle bir olayın yabancısı değildi.

Sue yerdeki fayansa dökülen ilk kan damlalarını görünce midesi kalktı. "Tanrı aşkına Carrie, âdet görüyorsun!"diye bağırdı. "Temizlensene!"

"Ha?"

Islak saçları yanaklarına yapışmış, boş gözlerle bakmıyordu. Omuzlarından birinde bir sivilce demeti vardı. Daha on altı yaşında olmasına karşın çekmiş olduğu acılar gözlerinden belliydi.

"Dudak boyası sanıyordur!" Böyle bağıran Ruth Gogan'dı, hemen ardından katıla katıla gülmeye başladı. Sue bu sözü daha sonra anımsayınca ne anlama geldiğini anlayacaktı, ama o anda bu da her ağızdan çıkan saçmalıklardan biri gibi geldi. On altı yaşında? Sue'nun aklı almıyordu. Bu yaşta bir kız ne olduğunu bilmez olabilir mi?

Kan damlaları yere dökülmeye devam ediyordu. Carrie şaşkın gözlerini kırpıştırarak çevresini saran kızlara baktı.

Helen Syhres arkasına dönüp kusar gibi yaptı. 

"Kan geliyor!" diye öfkeyle bağırdı Sue ansızın. "Kan geliyor, görmüyor musun, salak puf böreği!"

Carrie başını eğip altına baktı.

Çığlığı bastı.

Islak soyunma odası çın çın çınladı.

Kalabalığın içinden atılan bir tampon göğsüne çarparak ayaklarının dibine düştü. Pamuğun üstünde hemen kırmızı bir çiçek biçimi belirip yayılmaya başladı.

Derken, o ana dek ortalığı dolduran kahkahaların tonu birden yükseliverdi ve daha saldırgan, çirkin bir hal aldı.

Kızlar çantalarından ya da duvardaki kumbaralı dolaptan çıkardıkları tamponları ve âdet pamuklarını Carrie'nin üzerine yağdırmaya başladılar. Kar yağıyordu sanki. Hep bir ağızdan bağırıyorlardı. "Tıpa tıka, tıpa tıka, tıpa..."

Sue da atmaya başlamış, o da diğerleriyle birlikte bağırıyordu. Ne yaptığının da pek farkında değildi... kafasının içinde küçük bir fikir oluşmuş, neon gibi ışıldayıp duruyordu. Bunda bir kötülük yok ki. Tam bu düşünce iyice güçlenmişken, Carrie birden uluma sesleri çıkararak gerilemeye başladı. Kollarını sallıyor, homurtular çıkarıyordu.

Kızlar ansızın durdular; çatırdama ve ardından patlama noktasına vardıklarını anlamışlardı. İlerde bazıları bu anı anımsadıklarında çok şaşırdıklarını söyleyeceklerdi. Oysa onca yıldan beri, onca yıllar Carrie'ye yapılanlar... Yazın gençlik kamplarında, haydi Carrie'nin çarşafını ıslatalım, Carrie'nin Bobby Picket'e yazdığı aşk mektubunun kopyalarını çıkarıp herkese dağıtalım, donunu saklayalım, şu yılanı ayakkabısının içine koyalım, kafasını suya batırın, bir daha batırın... Carrie bisiklet gezilerinde en arkaya bırakılır, bir yıl puf böreği derler, ertesi yıl kamyon suratlı, hep ter kokar, hiçbir espriyi anlamaz, çalıların arasına işerken ısırgan otlarına değer ve herkese reklam olur (hey koca götlü, yine popon mu kaşınıyor?). Etüd saatinde uyuyakalınca Billy Preston'un saçına tereyağı sürmesi, devamlı çimdik atılması, sıraların arasından geçerken çelme takmalar, kitaplarını düşürme şakaları, çantasına sokuşturulan müstehcen kartpostallar, kilise pikniğinde dua ederken büyük bir gürültüyle patlayan fermuvarı, hangi oyunda olursa olsun her topu ıskalaması, voleybol oynarken fileye yapışması, modern dans dersinde suratının üstüne kapaklanıp bir dişini kırması, hep kaçık ya da kaçmak üzere olan çoraplar giymesi,koltuk altında eksik olmayan ter lekeleri, Chris Hargensen'in bitmek tükenmek bilmeyen sataşmaları... İşte bütün bunların birikimiyle patlama noktasına gelinmişti.

Birden ortalığı kaplayan sessizlik içinde Carrie uluma sesleri çıkararak geriledi, tombul kollarıyla yüzünü koruyordu. Kasıklarındaki tüylere bir tampon yapışmış kalmıştı.

Kızlar birden ciddileştiler, parıldayan gözlerle onu izliyorlardı.

Carrie büyük duş bölmelerinden birinin yan duvarına kadar gerileyip yere çöktü. Çaresizlik içinde ağır ağır inliyordu. Islak gözlerini yuvarlayıp dururken, mezbahada kesilmeyi bekleyen bir domuz gibiydi.

Sue duraksayan bir sesle konuştu. "Bana kalırsa ömründe ilk kez..."

İşte tam o sırada kapı birden açıldı ve içeriye yıldırım gibi Bayan Desjardin girdi. Devamı Kitaptan Okumak için İndirme Linkini Tıklayın



Stephen King – Hayatı Emen Karanlık Kitabını Pdf İndir - Oku

 


Machine, «Doğra onu,» dedi. «Ben burada durmuş seyrederken onu doğrayıver. Kanın aktığını görmek istiyorum. Bunu bana ikinci kez söyletme.» George Stark’ın Machine’in Yöntemi adlı kitabından. İnsanların yaşamları… yani o basit fiziksel yaşamları değil de gerçek yaşamları… değişik zamanlarda başlar. Thad Beaumont’un gerçek yaşamı da 1860’da başladı. New Jersey’de Bergenfield kentinin Ridgedway semtinde doğmuş ve büyümüştü. O yıl Thad’ın başından iki olay geçti. Bunlardan birincisi yaşamını biçimlendirdi. İkincisi ise neredeyse hayatına son veriyordu. Thad Beaumont o sırada on bir yaşındaydı. O yıl Yeni Yetişen Amerikan Gençleri dergisinin desteklediği yazı yarışmasına kısa bir öyküyle katıldı. Haziran ayında derginin editörlerinden bir mektup geldi ona. Thad’ın öykü dalında mansiyon kazandığı bildiriliyordu.

Ayrıca jürinin ona ikincilik ödülünü vermek istediği ama başvurusundan ancak iki yıl sonra gerçek bir «Yeni Yetişen Genç» sayılabileceği açıklanmaktaydı. Ama aynı zamanda editörler, «’Marty’nin Evinin Dışında’ adlı öykünüz olağanüstü olgunlukta bir eser,» diyorlardı. «Bu nedenle sizi kutlamalıyız.» İki hafta sonra dergiden mansiyon belgesi geldi. Kaybolmaması için taahhütlü yollamışlardı hem de! Sertifikanın üzerine Thad’ın adını Eski İngilizce harflerle yazmışlardı. Bu harfler öyle kıvrımlı büklümlüydü ki, çocuk adını zorlukla okuyabildi. Belgenin altında sarı yaldızlı bir mühür de vardı. Buna derginin amblemi basılmıştı: «Jitterbug» yapan kısacık saçlı bir delikanlıyla buklelerini at kuyruğu biçiminde bağlamış bir kız. Annesi, çok sakar olan ve bazen kendi iri ayağına bile takılıp düşen, sessiz ve ciddi Thad’ı göğsüne bastırarak öpücüklere boğdu. Ama belge Thad’ın babasını etkilemedi bile. Adam gömüldüğü koltuğun derinliklerinden, «Madem o kahrolasıca şey o kadar iyiydi,» diye homurdandı. «Neden biraz para vermediler?» «Glen…» «Neyse, neyse! Belki bizim Ernest Hemingway onu mıncıklaman sona erdiği zaman bana bir bira getirir.» Thad’ın annesi başka bir şey söylemedi. Ama derginin mektubuyla mansiyon belgesini, kendi cep harçlığını harcayarak çerçeveletti ve çocuğun odasına, karyolanın başucuna astı. Artık akrabalar ya da başka konuklar geldikleri zaman onları Thad’ın odasına götürerek belgeleri gösteriyor, «Oğlum ileride büyük bir yazar olacak,» diyordu.

«Her zaman onun büyük bir adam olacağını sezdim.» Bütün bunlar Thad’ı utandırıyordu ama annesini çok sevdiği için bir şey söyleyemiyordu. Thad, utanç duysun duymasın, sonunda annesinin kısmen haklı olduğuna karar verdi. Kendisinde büyük bir yazar olmasını sağlayacak niteliklerin bulunup bulunmadığını bilmiyordu. Ama ne olursa olsun, bir tür yazar olacaktı. Olmaması için bir neden var mıydı? Bu işi başarabiliyordu. Daha da önemlisi, yazı yazmak ona büyük bir zevk vermesiydi. Sözcükler uygun düştüğü zaman kendinden geçiyordu âdeta. Her zaman teknik bir nedenle parasını ondan esirgeyecek de değillerdi herhalde. Sonsuza dek on bir yaşında kalmayacaktı ki. 1960’da Thad’ın başından geçen ikinci önemli olay ağustos ayında başladı. Çocuğun başı ağrıyordu. Önceleri bu ağrılar o kadar şiddetli değildi. Ama eylülün başlarında okul yeniden açıldığı sırada, Thad’ın şakakları ve alnında pusuda bekleyen hafif sancılar iğrenç ve korkunç bir ıstırap maratonuna dönüştü. Çocuk bu ağrıların pençesinde kıvranmaya başladığı zaman karanlık odasında yatıp ölümü beklemekten başka bir şey yapamıyordu.

Eylülün sonlarına doğru ise gerçekten ölmeyi istemeye başladı. Ekimin ortalarında ıstırabı öylesine arttı ki, artık ölmeyeceğinden korkmaya başladı. Bu korkunç baş ağrılarının başlayacağını sadece Thad’ın duyabildiği hayali bir ses haber veriyordu. Uzaklarda öten binlerce kuşun cıvıltısına benzeyen bir ses. Bazen serçe olduklarını düşündüğü bu kuşları hemen hemen görebildiğini sanıyordu. İlkbahar ve güz mevsimlerinde yaptıkları gibi telefon tellerine ve damlara üşüşüyorlardı. Annesi Thad’ı Dr. Seward’a götürdü. Dr. Seward çocuğun gözlerine oftalmoskopla baktı, sonra da başını salladı. Perdeleri kapayarak tavandaki lambayı söndürdü. Thad’a muayene odasının duvarlarındaki beyaz yere bakmasını söyledi. Çocuk gözlerini oraya diktiği zaman elfenerini yakıp söndürerek duvarda parlak ışıktan daireler oluşturdu. «Kendini bir tuhaf hissediyor musun, oğlum?» Thad, «Hayır,» der gibi başını salladı. «Başın dönmüyor mu? Kendini bayılacakmış gibi hissetmiyor musun?» Thad tekrar başını salladı.

«Burnuna bir koku geliyor mu? Çürümüş meyva ya da yanan paçavralarınkine benzer bir koku?» «Hayır.» «Ya senin şu kuşlar? Belirip kaybolan ışığa bakarken kuş sesleri duydun mu?» Thad şaşkın şaşkın, «Hayır,» dedi. Thad’ı daha sonra bekleme odasına gönderdikleri zaman babası, «Sinir bu,» diye fikrini açıkladı. «Bu kahrolasıca çocuk bir sinir yumağı!» Dr. Seward, Beaumont’lara, «Bence migren bu,» dedi. «O yaşta bir çocuk için olağanüstü bir şey. Ama yine de duyulmamış bir olay sayılmaz. Ve oğlunuz biraz… fazla heyecanlı.» Shayla Beaumont biraz da takdirle. «Gerçekten öyledir,» diye cevap verdi. «Eh. Belki ileride migrenin tedavisi bulunur. Korkarım şimdilik ağrılara katlanmaktan başka çaresi yok.» Glen Beaumont, «Evet,» dedi. «Biz de onunla birlikte katlanacağız.» Cadılar Bayramından dört gün önce Shayla Beaumont her sabah Thad’la birlikte okul otobüsünü bekleyen çocuklardan birinin haykırmaya başladığını işitti. Mutfağın penceresinden baktı. Oğlu garaja giden bahçe yolunda yerde yatıyor, bütün vücudu sarsılıyordu. Yemek kutusu yanında duruyordu. Meyva ve sandviçler asfalta dökülüp yola saçılmışlardı. Kadın dışarı fırlayarak diğer çocukları oğlunun yanından uzaklaştırdı. Sonra da çaresiz bir halde Thad’ın başına dikildi. Ona dokunmaya korkuyordu. Eğer Bay Reed’in kullandığı büyük sarı otobüs biraz daha geç gelseydi, belki de Thad orada garaja giden yolun başında can verecekti. Ama Bay Reed, Kore Savaşına sağlık görevlisi olarak katılmıştı. Thad dili boğazını tıkadığı için neredeyse boğulup ölecekti. Neyse Bay Reed çocuğun başını geriye iterek solunum borusuna hava girmesini sağladı. Thad’ı ambulansla Bergenfield Hastanesine götürdüler. Onu tekerlekli sedyeyle içeri soktukları sırada, Hugh Pritchard adlı bir doktor da acil yardım bölümündeydi. Sadece bir rastlantıydı orada bulunması.

Pritchard bir arkadaşıyla kahve içiyor ve karşılıklı golfle ilgili yalanlar uyduruyorlardı. Aslında Hugh Pritchard New Jersey eyaletinin en büyük sinir doktoru sayılıyordu. Pritchard röntgen alınmasını emretti ve filmleri inceledi. Onları Beaumont’lara göstererek karı kocadan özellikle sarı mumlu kalemle daire içine aldığı belirsiz bir gölgeye bakmalarını istedi. «Bu… nedir bu?» diye sordu. Glen Beaumont, «Biz nereden bilelim?» dedi. «Kahretsin! Doktor sizsiniz.» Pritchard alaycı bir tavırla, «Öyle,» diye doğruladı. Glen açıkladı. «Karım nöbet geçirdiğini söyledi.» Dr. Pritchard, «Kriz geçirdiğini kastediyorsanız, bu doğru,» dedi. «Ama demek istediğiniz sara nöbetiyse böyle bir şey olmadığından hemen hemen eminim. Oğlunuzunki kadar ciddi bir nöbetin grand mal olması gerekirdi. Oysa Thad, Litton Işık Testine hiçbir tepki göstermedi.

Hatta oğlunuzun şiddetli türden sarası olsaydı, bir doktorun bu gerçeği size açıklamasına da gerek kalmazdı. Televizyon ekranındaki görüntüler titreştikleri zaman oğlunuz oturma .odasında halının üzerinde yuvarlanırdı.» Shayla çekine çekine sordu. «O halde Thad’ın nesi var?» Pritchard ışıklı cama iliştirilmiş olan röntgen filmine döndü tekrar. Cevap olarak da, «Bu nedir?» diyerek yine etrafı çizilmiş o yere parmağını vurdu. «Baş ağrılarının birdenbire başlaması ve Thad’ın daha önce hiç kriz geçirmemiş olması belirli bir sonuca varmama yol açıyor. Bence oğlunuzun beyninde tümör var. Herhalde daha küçük. Ve habis olduğunu da pek sanmıyorum.» Glen Beaumont doktora sert sert baktı. Karısı ise yanında durmuş, sessizce ağlıyordu. Böyle sessizce ağlamayı kocasının yıllarca süren eğitimi sayesinde öğrenmişti. Glen yumruklarını hızla indirir ve insanın canını yakardı. Ama vuruşlarının hemen hemen hiç izi kalmazdı.

Ve Shayia on iki yıl süren sessiz kederden sonra herhalde isteseydi bile gürültülü ağlayamazdı. Glen o her zamanki nezaket ve inceliğiyle, «Bütün bunlar çocuğun beynini doğrayacağınız anlamına mı geliyor?» diye sordu. «Ben bunu pek de böyle ifade etmezdim. Ama bence bir araştırma ameliyatının yapılması gerekiyor.» Doktor, eğer Tanrı varsa, diye düşündü. O zaman neden bu adam gibilerinin sayısı çok fazla? Etrafta dolaşıyor ve pek çok insanın kaderlerini 6İlerinde tutuyorlar. İşte bunun nedenini düşünmeyi bile istemiyorum. Glen uzun birkaç dakika süresince hiç sesini çıkarmadı. Başını eğmiş, düşünceli düşünceli kaşlarını kaldırmıştı. Sonunda kafasını kaldırdı ve kendisini en çok düşündüren o soruyu sordu. «Bana gerçeği söyleyin, doktor… bütün bunlar bana kaça malolacak?» O şeyi önce ameliyathane hemşiresi gördü. Kadının tiz çığlığı ameliyathanede sarsıcı bir etki yaptı. O ana dek geçen on beş dakikalık sürede sadece Dr. Pritchard’ın mırıltıyla verdiği emirler, hastanın yaşamasını sağlayan makinenin hışırtısı ve Negli testeresinin kısa süren tiz iniltisi duyulmuştu. Hemşire sendeleyerek geriledi, içine hemen hemen yirmi dört aletin düzgünce dizilmiş olduğu tekerlekli bir Ross tepsisine çarparak devirdi.

Tepsi fayans döşeli yere çarparken şangırtı etrafta yankılandı. Bunu hafif şıngırtılar izledi. Başhemşire, «Hilary!» diye bağırdı. Sesinde hem şaşkınlık vardı, hem de şok. Hatta bir an nerede olduğunu unutarak yeşil gömleğinin eteklerini uçura uçura kaçmaya çalışan kadına doğru bir adım atacakmış gibi oldu. Operatöre yardım eden Dr. Albertson terlikli ayağıyla başhemşirenin bacağına vurdu. «Lütfen nerede olduğunuzu hatırlayın.» «Peki, doktor.» Başhemşire hemen döndü. Gürültüyle açılan kapıya doğru bile bakmadı. Hilary rayından çıkmış bir lokomotif gibi sesler çıkararak dışarı fırladı. Albertson, «Aletleri sterilizatöre koyun,» dedi. «Hemen. Çabuk.» «Peki, doktor.» Başhemşire aletleri toplamaya başladı. Soluk soluğaydı. Şaşaladığı ama kendini toparladığı belliydi. Dr. Pritchard bütün bu olanların farkında değilmiş gibiydi. Büyük bir ilgiyle Thad Beaumont’un kafatasında açılmış olan deliğe bakıyordu. «İnanılacak gibi değil,» diye mırıldandı. «Hiç de inanılacak gibi değil. Bu vaka tam kitaplara geçecek gibi. Eğer kendi gözlerimle görmeseydim…» Sonra sanki sterilizatörün hışırtısı daldığı düşüncelerden uyanmasına neden oldu. Başını kaldırarak Dr. Albertson’a baktı. Sertçe, «Emme aygıtını istiyorum,» diyerek başhemşireye bir göz attı. «Ya siz ne yapıyorsunuz? Pazar ekindeki bilmeceyi mi çözüyorsunuz? O aletleri hemen getirin!» Başhemşire yeni bir tepsiye koyduğu aletlerle yaklaştı.

Pritchard, Albertson’a, «Emme aygıtını istiyorum, Lester,» diye yineledi. «Hemen. Ondan sonra sana hilkat garibelerinin teşhir edildikleri kasaba panayırları dışında hiçbir yerde göremeyeceğin bir şeyi göstereceğim.» Albertson başhemşirenin yolunun üzerinde olmasına aldırmayarak tekerlekli emme tulumbasını getirdi. Kadın geriye doğru sıçradı ama alet tepsisini ustalıkla tutuyordu. Pritchard narkozcuya baktı. «Tansiyonu iyi olmalı. Bütün istediğim bu.» «Durum iyi, doktor. Bir-sıfır-beş ve altmış-sekiz. Çok da düzenli.» «Eh, annesi ameliyat masasındakinin yeni William Shakespeare olduğunu söylüyor. Onun için bu iyi durumun devamını sağlayın. Lester, şu kanı emdir. Şu lanet olasıca şeyle çocuğu gıdıklıyor musun, ne?» Albertson emme aygıtını çalıştırarak kanları aldı.

Monitör -aygıt sürekli olarak tekdüze ama insanın içini rahat ettirecek bir biçimde «bip bip» diye bir ses çıkarıyordu. Sonra Albertson soluğunu tuttu. Sanki biri midesinin yukarısına bir yumruk indirmişti. «Ah, Tanrım! Tanrım, Tanrım!» Albertson bir an irkilerek geriledi. Sonra da sokulup eğildi. Bağa çerçeveli gözlüğünün arkasında gözleri birdenbire ani bir merakla irileşmişti. «Nedir bu?» Pritchard, «Onun ne olduğunu gördüğünü sanıyorum,» dedi. «Sadece insanın ona alışması gerekiyor. Bunun için de bir saniye yeterli. Bu tür vakaları kitaplarda okumuştum. Ama böyle bir şeyi göreceğimi hiç sanmıyordum.» Thad Beaumont’un beyni dev şeytan minaresinin dış kenarı rengindeydi. Hafif pembemsi orta koyulukta bir gri. Beynin düzgün dış zarından bir tek iyi gelişmemiş, kör göz çıkmıştı. Beyin hafifçe, kalp gibi atıyordu.

Göz de öyle. Bu yüzden de insana sanki biri göz kırpmaya çalışıyormuş gibi geliyordu. Hemşireyi ameliyathaneden kaçıran da buydu. Bu göz kırpması. Albertson tekrar, «Tanrım, bu nedir?» diye sordu.

Stephen King – Hayvan Mezarlığı

 



Hazreti İsa onlara dedi ki: 

«Dostumuz Lazaruz uyuyor, ama ben gidip onu uykusundan uyandırabilirim.» Bunun üzerine havarileri birbirine baktılar ve bazıları İsa’nın mecazi anlamda konuştuğunu bilmediklerinden gülümsediler. 

 «Efendim, eğer o uyursa daha iyi olur,» dediler. O zaman Hazreti İsa onlarla daha yalın konuştu. «Lazarus öldü, evet… yine de biz ona gidelim.» 

YOHANNA İNCİLİ Babasını üç yaşında kaybeden Louise Creed. büyukbabası-,hiç tanımadığı gibi. orta yaşlılığa geçerken bir baba bulacağını Aklına bile getirmemişti, ancak olan da buydu işte. Bir insanın babası olması gereken kişiyi yaşamının epey geç bir döneminde bulduğu zaman yaptığı gibi, bu kişiye «dostum» diyordu Kam; ve iki çocuğuyla Ludlow’dakı büyük ahşap eve taşındıkları akşam tanışmıştı onunla. Winston Churchill de onlarla birlikte taşınmıştı. Church kızı Eıleen’ın kedısiydi. Üniversitenin konut arama komitesi çok ağır çalışmış, üniversiteye gidip gelecek ufaklıkta bir yer bulmak tüyler ürpertici bir serüven olmuştu-, öyle ki. orası olduğuna kesinlikle inandığı (bütün işaretler vardı işte… Sezar’ın öldürülmesinden önceki gecenin gök işaretleri gibi. diye düşündü Louıs) yere yaklaştıklarında hepsi de yorgun, sinirli ve gerilim içindeydiler. Gage’n dişleri çıktığı gibi bütün gün mızmızlık edip duruyordu.

Rachel ne kadar ninni söylese de uyumuyordu çocuk. Saati olmamasına rağmen meme vermeye bile kalkışmıştı. Oğlan ağzına sokulan memebaşını hart diye ısınvermişti. Tüm yaşamı boyunca oturduğu Chicago’dan Maine’e taşınmalarını hâlâ pek kavrayamamış olan Rachel hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Eileen de annesine katılmıştı hemen. Steyşın vagonun arkasında Church yolda bulundukları on üç günden beri olduğu gibi huzursuzca adımlayıp duruyordu kapatıldığı daracık yeri. Kafeste bulunduğu sırada miyavlamasına dayanamamışlardı; ancak kedinin serbest bırakıldıktan sonra arabanın içindeki bu durmadan yürümesi insanın sinirlerini harap ediyordu. 

— 9 — Louis’in de içinden ağlamak gelmiyor değildi. Çılgınca ama yine de pek itici olmayan bir fikir geldi aklına: Eşyalarını getiren kamyonu beklerken Bangor’a gidip bir şeyler yemelerini önerecekti. Sonra kadere rehin olarak vereceği bu üç yolcusu arabadan inince, birden gazı kökleyecek ve arkasına bile bakmadan çekip gidecekti oradan. Güneye, Florida’da Orlando’ya kadar gidecek, orada Disney Dünyasında doktor olarak yeni bir ad altında iş bulacaktı. Ancak otoyoluna çıkmadan önce bir kenarda durup o lanet olasıca kediyi de atacaktı dışarı. Sun dönemeci de aktıktan sonra şimdiye kadar yalnız kendisinin görmüş olduğu ev karşılarına çıktı. Maine Üniversitesindeki işini garantiledikten sonra gönderdikleri fotoğraflardan ayırdıkları yedi olası yere bakmak üzere uçakla gelmiş ve işte bunu seçmişti. Ne\v England tipi eski bir ev, aşağıda üç büyük oda yukarda dört oda, ilerde odaya dönüştürülebilecek uzun bir sundurma ve bu ağıstos sıcağında bile evi çepeçevre saran yemyeşil çimenlik.

Evin arkasında çocukların oynayabilecekleri geniş bir alan, onun ardında da sonsuza kadar uzanınnış gibi görünen orman vardı. Emlakçımn dediğine göre, bu çevrede yakın bir gelecekle herhangi bir imar girişiminde bulunulmayacaktı. Micmac kızı.-derili kabilesinin hayatta kalanları Ludlovv’la doğusundaki kasabaların çevresindeki sekiz bin dönüm toprakta hak iddia etmişlerdi, eyalet ve federal mahkemelerinin işe karışmalarım gerektiren dava önümüzdeki yüzyılın ortalarına kadar uzayabilirdi. Rachel birden kesti ağlamasını. Yerinde doğruldu. -Bu…» «Evet o,» dedi Louis. Korkuyordu. Hatta dehşet içindeydi. Yaşamlarının on iki yılını ipotek etmişti bunun için; Eileen on yedisine basana kadar borç ödeyecekti. Yutkundu. «Ne diyorsun?» «Şahane bir yer,» dedi Rachel. Louis’nin göğsünden ağır bir yük kalkmıştı. Kafasından da. Karısının alay etmediğini görüyordu; evin arkasındaki sundurmaya uzanan asfalt yolda giderlerken eve bakışından, gözlerinin çıplak pencerelerde dolaşmasından, daha şimdiden perdeler, dolaplara muşamba örtüler ve-daha Tann bilir neler düşünmesinden anlıyordu bunu.

«Baba?» dedi 

Ellie arka koltuktan. O da kesmişti ağlamayı. ı 

—10 — Gage bile kıpırdanıp durmuyordu. 

Louis bu beklenmedik sessizliğin keyfini çıkardı. 

«Ne var, yavrum?»

 Kızın dikiş aynasından görülen kahverengi gözleri de evi, bahçeyi, soldaki bir evin çatısını ve ormanlara uzanan büyük •çimenliği süzüyordu. 

•Evimiz burada mı?» «Evet, yavrum.» 

• «Yaşasın!» Kulağının zan patlayacaktı 

Louis’in. Kimi zaman .Ellie’den çok rahatsız olabilen Louis, Orlando’daki Disney Dünyasını hiç görmese bile umurunda olmadığını düşündü. Arabayı sundurmanın önüne park edip motoru kapattı. Motor takırdadı bir süre. Chicago’dan, State Caddesinin kalabalığından sonra çok derin görünen sessizlikte bir kuş cıvıltısı duyuldu. Hâlâ eve bakan Rachel,

 «Yuvamız,» dedi. 

«Yuva,» dedi kucağında sakin sakin oturan Gage. Loıüs’le Rachel birbirine baktılar.

«Baba?» dedi Ellie arka koltuktan. O da kesmişti ağlamayı. ı 

—11 — Gage bile kıpırdanıp durmuyordu. Louis bu beklenmedik sessizliğin keyfini çıkardı. «Ne var, yavrum?» Kızın dikiş aynasından görülen kahverengi gözleri de evi, bahçeyi, soldaki bir evin çatısını ve ormanlara uzanan büyük çimenliği süzüyordu. 

•Evimiz buran mı?» «Evet, yavrum.» 

• «Yaşasın!» Kulağının zan patlayacaktı Louis’in. Kimi zaman .Ellie’den çok rahatsız olabilen Louis, Orlando’daki Disney Dünyasını hiç görmese bile umurunda olmadığını düşündü. Arabayı sundurmanın önüne park edip motoru kapattı. Motor takırdadı bir süre. Chicago’dan, State Caddesinin kalabalığından sonra çok derin görünen sessizlikte bir kuş cıvıltısı duyuldu. Hâlâ eve bakan Rachel, «Yuvamız,» dedi. «Yuva,» dedi kucağında sakin sakin oturan Gage. Loıüs’le Rachel birbirine baktılar.

Giderek artan bir öfkeyle anahtarları ararken Rachel, Gagu’ı kucağına alıp Eıleen’in ardından çayırlıktaki ağaca doğru yürümüştü. Louis koltukların altını üçüncü kez ararken kızı bir çiğlik attı, sonra da ağlamaya başladı. «Louis!» diye seslendi Rachel. «Kız yaralandı.» Eileen otomobil lastiğinden yapılma bir salıncaktan düşmüş dizini bir taşa çarpmıştı. Önemli bir şey yoktu ama kız sanki bacağı kopmuş gibi bağırıyordu. Louis yolun karşısındaki, oturma odasında bir ışık yanan eve baktı. «Yeter artık, Ellie!» diye seslendi «Karşıdakiler adam o’du rulüyor sanacaklar >- «Acıyor ama!» Louis kendini tutmaya çalışarak arabaya dondu. Anahw-lar kayıptı ama ilk yardım çantası hâlâ gözde duruyordu. Çantayı aisp kızının yanına gitti. Ellıe çantayı görünce eskisinden daha çok yaygara kopardı. «Olmaz! O yakan şeyi istemem! İstemem o yakan şeyi. Baba. hayır .- -Eileen tentürdiyot bu hem yakmaz, hem de…> 

«Koca kız oldun artık.» dedi Rachel «Yalnızca . » 

 «Hayır, hayır, hayır…» 

«Ya sesini, kesersin ya da kıçının ağrısından bağırırsın.- dedi Louis 

«Kız yoruldu, Lou,» dedi Rachel «O duyguyu iyi bilirim. Uzat şunun bacağını.» Rachel, Gage’i yere indirip Eileen’in bacağını tuttu, Louis kızın artan çığlıklarına aldırmadan tentürdiyotu sürdü. «Kars: evin kapısına biri çıktı,» dedi Rachel. Otlar arasında t ineklemeye çalışan Gage’i kaldırdı. «Bir bu eksikti.» «Lou, kız…»

 — 12 — «Biliyorum, yorgun.» Louis şişeyi kapatıp’ kızma baktı. «Hiç de acıtmadı işte. Açık konuşalım, Ellie.» «Acıttı. Çok acıyor.

Çoook…» Louis kızı tokatlamamak için güç tuttu kendini. «Anahtarları buldun mu?» diye sordu Rachel. «Daha bulamadım.» tik yardım çantasını kapatıp ayağa kalktı. «Şimdi…» Bu kez Gage haykırmaya başladı. Yaygara koparıyor ya da ağlıyor değildi, Rachel’in kucağında kıvranıyor, gerçekten haykırıyordu. «Nesi var bunun?» diye Rachel çocuğu kocasına uzattı. Louis, bir doktorla evli olmanın yararlarından biri de bu, diye düşündü. Çocuğun ölmek üzere olduğunu sandığın her zaman hemen uzatıverirdin kocana. «Louis! Ne…» Çocuk çılgıncasına boynunu koparmaya çalışıyor, çığlık çığlığa bağırıyordu. Louis oğlanı çevirince boynunda beyaz bir şiş gördü. Pantolonunun askısında da zayıfça kıpırdayan tüylü bir şey vardı. Sakinleşmeye başlamış olan Eileen yemden bağırmaya koyuldu o anda. Korkuyla geri fırlarken az önce başına iş açan taşa bir daha çarptı, sırtüstü yere düştü, şaşkınlık, korku ve acıyla ağlamaya başladı. Çıldıracağım, diye düşündü Louis.

Çıldınyorum. «Bir şeyler yap, Louis! Bir şey yapamaz mısın?» Arkalarında bir ses, «iğneyi çıkarın,» dedi. «İğneyi çıkarın, üstüne biraz sodyumbikarbonat koyun. Şiş iner hemen.» Ses öylesine boğuk, Doğu aksanıyla sözcükleri öylesine yarayarak öylesine söylüyordu ki, Louis’in karmakarışık kafası ne dendiğini bir türlü anlayamıyordu. Dönüp bakınca belki de yetmiş yaşlarında — canlı ve sağlıklı bir yetmiş yaş — bir adam gördü çimenlerin üstünde. Adamın üzerinde bir tulum, sırtında da kırış kınş ensesini açıkta bırakan mavi bir gömlek vardı. Yüzü güneşten yanmıştı, filtresiz bir sigara içiyordu. Louis bakarken adam sigarasını başparmr.-ğıyla işaret parmağı arasında söndürüp izmariti cebine yerleştirdi. Elini uzatıp çarpık çarpık gülümsedi sonra. Louis sevmişti adamın gülümsememesini, üstelik insanlara kolayca «ahşan» bir tip olmamasına karşın.

 — 13 — «İşinizi öğretmek gibi olmasın, doktor.» dedi adam. İst» Louis.babası olması gereken Judson Crandaü’la böyle tanışmıştı. Adam karşıdan geldiklerini görmüş ve kendi deyimiyle «biraz sıkışık durumda» olduklarını farkedince yardıma koşmuştu Louis çocuğu omzuna kaldırdı, Crandall yaklaşıp Gage’in boynundaki şişe baktı, romatizmalı elini uzattı. Rachel itiraz edercesine açtı ağzını, adamın, eli çok beceriksiz ve Gage’in kafası kadar iri görünüyordu, ama o daha bir şey söyleyemeden yaşlı adamın parmaklan kesin bir hareketle oynadı; böceğin iğnesi avtıcu içindeydi. «İriymiş,» dedi. «Ödül falan almaz irilikte belki ama yine de esaslı.» Louis elinde olmadan güldü. Crandall o çarpık gülümsemesiyle baktı yüzüne. «Esaslı değil mi?» «Ne dedi, anne?» diye sordu Eileen. Rachel de kahkahayı bastı. Büyük saygısızlıktı bu. ama yine de öyle görünmedi nedense. Crandall cebinden bir paket Chesterfield sigarası çıkardı, ağzının kırışık köşesine bir tane yerleştirip başını salladı. Hepsi gülüyorlardı şimdi, annın soktuğu yerin şişi inmemiş obuasına rağmen Gage de. Yaşlı adam tırnağıyla yaktı kibriti. Hepsinin bir numarası vardır, diye düşündü Louis.

Küçük belki, ama içlerinde iyileri de vardır. Louis gülmeyi kesip Gage’in ıslak altında olmayan elini uzattı. «Tanıştığımıza memnun oldum Bay…» «Jud Crandall,» diyen adam elini sıktı. «Siz de doktorsunuz, sanırım.” «Evet, Louis Creed. Karım Rachel, kızım Eileen ve arının soktuğu da Gage.» «Tanıştığımıza memnun oldum.» ( «Gülmek istememiştim… yani hiçbirimiz istememiştik… epey yorulduk da, sinirlerimiz bozulmuş olmalı.- 

— 14 — Her şeyi böyle önemsizmiş gibi açıklayıvermesi yeniden kıkırdamasına neden oldu. «Yorgunluktan ölecek gibiydi. Crandall başını salladı, «öylesiniz elbette.» Rachel’e baktı. «Kızınızla oğlunuzu bize götürsenize, Bayan Creed. Biraz sod-yumbikarbonat koyardık şişin üstüne. Karım da sizinle tanışmak isteyecektir.Pek sokağa çıkmam. Son. iki üç yılda romatizmaları çok azdı.» Rachel kocasına baktı, Louis başını eğdi. – Çok naziksiniz, Bay Crandall.»

19 Ekim 2019 Cumartesi

Philip K. Dick - Yüksek Şatodaki Adam Kitabını İndir




Philip K. Dick  - Yüksek Şatodaki Adam

Metis Bilimkurgu

" İyi Bilimkurgu

 İyi Edebiyattır"

 Metis Yayınları 



PHILIP K. DİCK

Philip Kindred Dick, 1928'de doğdu. Hayatının büyük bölümünü Kaliforniya'da geçirdi. Bir plakçı dükkânı işletmesi ve radyoda klasik müzik programları yapması dışında, başlıca uğraşı yazarlık oldu. Kırka yakın bilimkurgu romanı dışında ana akım romanları da yazdı, ancak pek başarılı olamadı. Ölümünden sonra beş cilt halinde toplanan yüz civarında öyküsü vardır. Yayınlanan ilk romanı Solar Lottery'dir (1955, Uzayda Suikast, Okat). Bunun ardından The World Jones Made (1957, Yaratılan Dünya, Okat) ve Gökteki Göz (1957, Metis 1997) gelir. Dick'in ilk romanları "gerçeklik" kavramının sorgulanması üzerine kuruludur. 1960'ta yazdığı Vulcan'ın Çekici (Metis, 1998) insan/bilgisayar çelişkisi üzerine kurulmuş, teknoloji karşıtı sayılabilecek bir denemedir. Ridley Scott tarafından Blade Runner adıyla filme alınan (1982) Do Androids Dream of Electric Sheep? (1968, Bıçak Sırtı, Kavram), insan/robot ikileminden hareket ederek bu ikilemi reddeden ve "insan"ın ne olduğunu sorgulayan önemli bir felsefi romandır. Dick'in 1965'te yazdığı "We Can Remember it for You Wholesale" ("Sizin için Topyekûn Hatırlayabiliriz") öyküsü de Paul Verhoeven tarafından 1990'da Total Recall adıyla filme alınmıştır. Bu iki film günümüze kadar yapılmış en iyi BK filmleri arasında ilk sıraları paylaşmışlardır. 1970'ten sonra romanlarında giderek artan ölçüde teolojik temalara yer veren Dick, 1982'de öldü.

Diğer önemli romanları arasında Martian Time-Slip (1964, "Mars'ta Zaman Kayması"), The Penultimate Truth (1964, "Sondan Bir Önceki Hakikat"), The Three Stigmata of Palmer Eldritch (1965, "Palmer Eldritch'in Üç Bilmecesi") ve Ulrich(1969) sayılabilir. Yüksek Şatodaki Adam, birçok eleştirmen tarafından Dick'in başyapıtı olarak gösterilmiştir.



22 Aralık 2018 Cumartesi

ATLI HAN Abdullah Ziya KOZANOĞLU





ATLI HAN Abdullah Ziya KOZANOĞLU BĐLGE KÜLTÜR SANAT 1957'de Türkiye Yayınevi ile başlayıp 1%2'de Atlas Ki-tabevi'nde devam eden Abdullah Ziya KOZANOĞLU'nun tarihi romanlarını Bilge Kültür Sanat olarak yeniden Türk okuruyla buluşturmanın kıvancını yaşıyoruz... ATLI HAN: Tarihlerimizde Attilâ diye anılan büyük Türk Koyunlu devleti Hakanı. Eski Macar yazıcılarından Thvvrocz, Koyunluların Attilâ'ya kendi dilleriyle "Ethele" namını verdiklerini söyler. Đsveç-Norveçlilerin ve Almanların destanlarında "Atlı" diye geçer. Macarca "Atızel" demirci demektir. Biz Attilâ adından çok Atlı Han'ı doğru gördük. Kitabımız, Atlı Han adının doğrusunu bulmak için değil, Türkün Avrupada'ki destanlarından birini daha yaşatmak için yazılmıştır. A. Z. Kozanoğlu II ĐKĐ KIRGIZ1 OLCAYTO Salancı kır atının dizginlerine asılarak geriye dönüp haykırdı: - Yaşamak denilen uyuz köpeğin kuyruğuna bağlanmış boş bir çamçak gibi böyle yuvarlana yuvarlana nereye kadar gideceğiz, Argon? Kendisine Argon denilen cilasın, bu bilgince sözleri duyar duymaz bir şaklabana benzeyen yüzünü buruşturarak güldü. - Olcayto olur şey değilsin? Seni şu ıssız çölde bir dinleyen olsa, pis Romalılardan mal uğralamaya çıkmış bir Koyunlu Türk'ünden çok, çok okumuş bilgin bir piskoposa benzetir. Nereye mi gidiyoruz? Bunu her budala bilir yahu, karnımızı doyuracak bir yer bulmaya gidiyoruz. 



Abdullah Ziya Kozanoğlu - Kızıl Kadırga Kitabını PDF İndir




Abdullah Ziya Kozanoğlu - Kızıl Kadırga
Scanned by hlecter -13 Şubat 2009 Perşembe
KIZILKADIRGA
Beklenen Yabancı
Bir yabancı yolcu, Kıbrıs'ın, Anadolunun güney sahillerine bakan doğu limanı Magosa'ya doğru yürüyordu.
Adım atışında bir kuvvet vardı, ama bakışlarındaki yalpalama, yolcunun bir şeyler aradığını, bir şeylerin olmasını veya doğmasını beklediğini açıkça belirtiyordu.
Bir şeyler oldu. Asma dallarından kurulu çardak meyhanesinin önünde, göz kamaştıran sabah güneşine, bu güneşin mor denizi yaldızlıyan yakamozlarına karşı kafayı çeken çatlak sesli bir korsan haykırdı:
— Barba Yani, kırınızı kızı tazele! Sonra kendisini yan gözle süzen yolcuya:
— Buyurmaz mısın evlât, dedi. İstavrit gözliyen İstakozlar gibi yan yan bakma. Yüreğim kabarıyor. Gel yahu, sıcak bir çorbamızı iç. Bektaşi sofrası niyetine, sabah sabah için ısınır.
Genç yolcu çardağın altına girdi. Daha doğrusu eğildi. Boyu sığmıyordu çardağın altına.
— Eyvallah, dedi. Magosa pazarına gidiyorum. Eğlenecek durumda değilim. Çatlak sesli korsanın - çenesinden aşağı gerdanı ile birlikte sarkan - yanakları hopladı. Şiş göz kapakları altında bir fil gözü gibi parlıyan anlayışlı bakışlarını çardağın yanındaki mezarlığa çevirdi. Yan yatmış, geri kaymış mermer mezar taşlarını tombul parmaklariyle gösterdi:
— Bunlarında eskiden acele işleri vardı ama, dedi, bak şimdi toprak altında nasıl bekleşiyorlar?
Yolcu güldü.





25 Ekim 2018 Perşembe

Wilbur Smith – Çöl Tanrısı Kitabını PDF İndir



 Çöl Tanrısı 
 Wilbur Smith 
 Altın Kitaplar 
 448 
Nehir Tanrısı ile başlayıp Yedinci Papirüs, Büyücüler Kralı ve 11.Yazıt ile devam eden "Mısır Dizisi" son macerasıyla soluklarınızı kesecek!
Hem firavunun danışmanı hem de onun yetişkin iki kızı Tehuti ve Bekatha'nın koruyucusu olan köle haremağası Taita özgürlüğüne kavuşmuştur ama krallıkta da korkunç bir huzursuzluk hüküm sürmektedir. Antik Mısır'ın ezeli düşmanı kuzeyli kabilelerle savaş halindedirler ve Taita'nın zekice hazırladığı bir planla düşmanlarına karşı büyük bir sefere girişerek onları bozguna uğratmak zorundadırlar. Tabii eğer önlerine çıkan engelleri aşabilirlerse...
Çöl Tanrısı'nda muhteşem maceralar, savaşlar, ihanetler ve aşkların yanında, Nil deltasından Mezopotamya'ya kadar uzanan egzotik bir yolculuğa çıkarak bir kahramanın yükselişine ve bir uygarlığın çöküşüne tanık olacaksınız.
"Hayatımda okuduğum en iyi tarihi roman."
-Stephen King-
"En güzel tarihi romanları Wilbur Smith yazar... Çöl Tanrısı kralların, kölelerin ve bir haremağasının öyküsünü anlatırken, Antik Mısır'ın görkemli yaşamını da gözler önüne seriyor."
-James Rollins, Kemiklerin Haritası yazarı-

John Grisham – Tuzak Kitabını PDF İndir



 Tuzak 
 John Grisham 
 Remzi Kitabevi 
 333 
Avukat Joel Backman, dünyanın en güçlü gözetleme uydusunun sırrını bilenler arasında, hayatta kalan tek kişidir. Ama yirmi yıl hapse mahkumdur ve altı yıldır Rudley Federal Cezaevi'nin bir tecrit hücresinde hapistir. Backman'ı yem olarak kullanıp diğer haber alma örgütlerine tuzak kurmayı planlayan CIA, seçimleri kaybeden silik bir ABD başkanın, görevini devretmeden, giderayak Backman'ı affetmeye ikna eder.
Backman artık özgürdür. Yeni bir kimlik altında, yeni bir ülkede yaşamaya başlar. Ancak bir süre sonra CIA, Backman'ın nerede olduğu bilgisini sızdıracak ve beklemeye başlayacaktır. Onlar için önemli olan Backman'ın sağ kalıp kalmayacağı değildir-böyle bir şansı yoktur zaten. Merak ettikleri, onu kimin öldüreceğidir.

John Grisham – Pelikan Dosyası Kitabını PDF İndir



 Pelikan Dosyası 
 John Grisham 
 Remzi Kitabevi 
 408 
John Grisham'ın filme de çekilen en çok satan kitabı yeniden okurla buluşuyor...
İki yüksek yargı mensubunun öldürülmeleri arasında bağlantı olabileceği kuşkusu bir şok dalgası yaratır.
Çekici olduğu kadar hırslı bir hukuk öğrencisi olan Darby Shaw, varsayıma dayanan raporunun Washington'da yüksek çıkarlara dokunduğunu geç de olsa fark eder.
Ardından doludizgin, ölümüne bir kovalamaca başlar.
Bu soluk soluğa kovalamacada Shaw'un erkek arkadaşı ile gerçeğe yaklaşmış olan araştırmacı gazeteci Gray Gratham da yer alacaktır.



Dean Koontz – Çatırtı Kitabını PDF İndir



 Çatırtı 
 Dean Koontz 
 Altın Kitaplar 
 238 
Sanki ölümle verilmiş bir randevuları vardı ve ölüm bu randevuya inanılmaz bir bağlılık gösteriyor, her virajda, her karanlık köşede, her kapının ardında onları bekliyordu.
"'Çatırtı' gerilim ve korku sevenlerin yeni gözdesi olacak. Koontz ise her zaman olduğu gibi tam formunda..."
-New York Times-

Yayın Evleri

ABM Yayınevi (1) Adam Yayıncılık (1) Alfa Yayıncılık (7) Alkım Kitabevi (1) Alter Yayınları (4) Altıkırkbeş Yayınları (5) Altın Kitaplar (13) Ankara Okulu Yayınları (1) Anonim Yayınları (3) Ant Yayınları (1) Arkadya Yayınları (1) Artemis Yayınları (2) Artshop Yayıncılık (1) Arya Yayınları (2) Ataç Yayınları (1) Aykırı Yayınları (2) Ayrıntı Yayınları (7) Aşk Kitapları (53) Babıali Kültür Yayıncılığı (3) Bağlam Yayıncılık (1) Berikan Yayınevi (1) Bilgi Yayınları (2) Bilim ve Gelecek Yayınları (2) Birey Yayıncılık (1) Bordo Siyah Yayınları (1) Butik Yayınları (1) Buzdağı Yayınları (1) Can Yayınları (45) Cinius Yayınları (1) Cumhuriyet Yayınları (1) DBY Yayınları (2) Dergah Yayınları (1) Destek Yayınları (3) Dharma Yayınları (1) Domingo Yayınevi (3) Doğan Kitap (8) Doğu Batı Yayınları (1) Düşünbil Yayınları (1) E Yayınları (1) Eksik Parça Yayınları (1) Elit Kültür Yayınları (1) Elma Yayınevi (3) Epsilon Yayınları (3) Etkileşim Yayınları (1) Everest Yayınları (10) Evrensel Basım Yayın (7) Eğitim Sen Yayınları (1) Genç Destek Yayınları (1) Geyik Yayınları (1) Gün Yayıncılık (3) Hayy Kitap (6) Islık Yayınları (1) Işık Yayınları (2) Kapı Yayınları (1) Kavram Yayınları (1) Kaynak Yayınları (1) Kitap Zamanı Yayınları (1) Kitsan Yayınevi (1) Kodlab Yayınları (1) Kolektif Kitap (4) Koridor Yayıncılık (2) Koç Üniversitesi Yayınları (1) Kuraldışı Yayınları (1) Kurtuba Kitap (2) Kurtuba Yayınları (1) Kuzey Yayınları (2) Köxüz Yayınları (1) Kültür Bakanlığı Yayınları (1) Kültür Kitapları (8) Kırmızı Kedi Yayınevi (9) Litera Yayıncılık (1) Literatür Yayıncılık (5) Martı Yayınları (6) Maya Kitap (2) MediaCat Yayınları (4) Meta Yayınları (1) Metis Yayıncılık (2) Metis Yayınları (6) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları (2) Milliyet Yayınları (5) Mobidik Yayınları (1) Nemesis Kitap (2) Nesil Yayınları (4) Nesin Yayınevi (1) Nobel Akademik Yayıncılık (1) Nokta Yayıncılık (1) Notos Kitap (3) ODTÜ Yayıncılık (3) Oda Yayınları (1) Okuyan Us Yayınları (2) Okyanus Yayıncılık (1) Olimpos Yayınları (1) Optimist Yayınları (1) Ortaoyuncular Yayınları (1) Overteam Yayınları (1) Oğlak Yayıncılık (1) Pan Yayınları (2) Panama Yayıncılık (1) Paradoks Kitap (1) Parola Yayınları (1) Payel Yayınevi (1) Pegasus Yayınları (4) Phoenix Yayınları (2) Pinhan Yayıncılık (1) Plato Film Yayınları (2) Polat Kitapçılık (1) Portakal Yayınları (1) Pozitif Yayınları (2) Profil Yayıncılık (2) Propaganda Yayınları (8) Purnam Yayınları (1) Remzi Kitabevi (5) Ruh ve Madde Yayınları (2) Sanat A.Ş (1) Say Yayınları (5) Sel Yayıncılık (6) Siren Yayınları (2) Sis Yayınları (2) Sokak Yayınları (1) Sol Yayınları (2) Su Yayınevi (1) Sözcükler Yayınları (1) Sümer Yayınevi (1) Tarih Vakfı Yurt Yayınları (1) Tekhne Yayınları (1) Tercüman Yayınları (2) Timaş Yayınları (10) Toker Yayınları (2) Truva Yayınları (1) Tudem Yayınları (3) Tübitak Yayınları (12) Türk Dil Kurumu Yayınları (1) Uğur Mumcu Vakfı Yayınları (1) Varlık Yayınları (4) Yabancı Yayınevi (2) Yakamoz Yayınları (3) Yapı Kredi Yayınları (38) Yağmur Yayınları (2) Yeditepe Yayınevi (1) Yediveren Yayınları (1) Yeni Akademi Yayınları (2) Yeni Avrasya Yayınları (1) Yitik Hazine Yayınları (2) Yol Yayınları (1) Yurt Kitap Yayın (3) Zafer Yayınları (1) Çitlembik Yayınları (1) Çınar Yayınları (2) Çığır Kitabevi (1) Ötüken Neşriyat (7) Ötüken Neşriyat Yayınları (4) Özgür Yayınları (1) Ütopya Yayınevi (1) İleri Yayınları (1) İletişim Yayınları (23) İmge Kitabevi (1) İnkılap Kitabevi (11) İnsan Yayınları (1) İnter Yayınları (1) İthaki Yayınları (4) İz Yayıncılık (2) İzgören Yayınları (1) İş Bankası Kültür Yayınları (9) İşaret Yayınları (1) Şule Yayınları (1)