Translate

Macera Kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Macera Kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Aralık 2022 Cumartesi

Jack Higgins – Rampa Kitabını PDF İndir

 


Sarı Telecom haberleşme kamyoneti köşeyi dönerken Grosvenor Meydanı yağmurlu bir sessizlik içindeydi. Görünürlerde tek bir araba olmaması şaşırtıcı değildi aslında; hava berbattı ve saat sabahın üçüydü. Harvey Jackson ayağını gazdan çekip hız keserken direksiyon terli avuçları arasında kayıyordu. Üzerinde sarı bir yağmurluk vardı. Jackson, otuz beş kırk yaşlarında, uzun kara saçlı, çıkık elmacık kemikli, yüzü pek az gülen bir insandı. Yağmur öylesine şiddetlenmişti ki, silecekler camı temizleyemiyorlardı bile. Jackson arabayı kenara çekip torpido gözündeki paketten bir sigara yaktı. Sonra camı indirip Buckingham Sarayının arka bahçelerini çeviren üstü dikenli telle donanmış yüksek duvara baktı. Arkasındaki bölmeye vurdu birkaç kere. Anında açılan delikten Villiers’in yüzü göründü. «Geldik. Hazır mısın?» «İki dakika. Sen bizi planladığımız yere çek.» Bölme kapandı, Jackson arabayı vitese geçirip yola devam etti. Kamyonetin içi neon ışıklarla aydınlatılmış olup telefoncu araçlarıyla donanmıştı.

Tony Villiers arabanın sallantısına karşı tezgâha yaslanarak yüzünü kamuflaj kremiyle iyice kararttı. Villiers otuz yaşlarında, geniş omuzlu, ifadesiz kara gözlü bir adamdı. Zamanında burnu kırılmıştı. Omuzlarına kadar inen saçları kapkaraydı. Üzerindeki kara paraşütçü giysisi ve ayaklarındaki Fransız paraşütçü çizmeleri kendisine çok tehlikeli bir insan görünümü veriyordu. Dünyayı ve dünyada yaşayanları iyi tanımış ve bulduklarını da beğenmemiş bir insanın yorgun acılığı vardı yüzünde. Siyah yünlü başlığı başına geçirince yalnızca gözleri açıkta kalmıştı. Kamyonet karşıya geçti, kaldırıma çıktı ve duvarın dibinde durdu. Tezgâhın üstündeki evrak çantasının yanında namlusuna susturucu takılmış bir Smith Wesson tabanca duruyordu. Villiers tabancayı sağ bacağındaki cebe yerleştirdi, çantayı açıp içinden büyük bir siyah beyaz fotoğraf çıkardı. Fotoğraf bir önceki gün telefoto objektifle alınmış olup Buckingham Sarayının yanındaki Elçi Kapısı’nı gösteriyordu. Resimde kapının kenarına ve duvara dayalı merdivenler görünüyordu. Daha da önemlisi düz damın üstündeki iki üç pencere aralıktı. Villiers fotoğrafı çantaya koyup bölmeyi açtı. «Yirmi beş dakika, Harvey.

O zamana kadar dönmezsem arkana bakmadan kaç buradan.» «Böyle bir gecede lâfa karnım tok,» diye söylendi Jackson. «Haydi, işi bitir de eve S H gidelim.» Villiers bölmeyi kapattı, tezgâhın üstüne çıkıp kamyonetin üstündeki kapağı açtı. Arabanın üstüne çıkınca kapağı yine yerine yerleştirdi. Şimdi duvar bir iki metre ötesindeydi. Dikenli tellerin üzerine dikkatle bakıp üstündeki ağacın dalını yakaladı, kendini yukarı çekti. Bir dakika sonra bahçenin karanlığında kaybolmuştu bile. a aray bahçelerinin Grosvenor Meydanına bakan ucundaki güvenlik görevlisi olan polis o sabah gerçekten çok mutsuzdu. Donuna kadar ıslanmış bir halde bir ağacın altına sığındığı sırada yanındaki Alsas köpeği hafifçe hırladı. Polis hemen irkilerek doğruldu, copunu sıkıca kavradı. «Ne oldu. evlât? Haydi, koş, oğlum! Yakala!» Köpek ses çıkarmadan fırladı yerinden, ancak yirmi otuz metre ötedeki bir ağacın altında durmakta olan Villiers hayvanın ilk hırlamasını duymuş ve cebinden bir hava basınçlı teneke çıkarmıştı. Sessiz saldırı eğitimi görmüş köpek üzerine atlarken Villiers de böyle bir olasılık için çevresi kumaşla iyice beslenmiş sol kolunu kaldırdı. Köpek kumaşa dişlerini geçirdiği anda da Villiers aerosolu yüzüne sıktı.

Hayvan hiç ses çıkarmadan yere yığıldı. Bir an sonra polis o yana gelmiş, endişeli bir sesle, «Rex, neredesin oğlum?» diyordu. Villiers’in eli havaya kalktı ve adamın ensesine ustaca bir darbe indirdi. Polis memuru inleyerek yere düştü. Villiers adamın kollarını arkasında kelepçeledi, cebinden telsizini alıp kendi cebine indirdi. Sonra karanlıkta Sarayın arkasına doğru koşmaya başladı.

Jack Higgins – Şeytan Sofrası Kitabını PDF İndir

 


Belfast Lough tarafından yağmur geliyordu. Köşeyi dönerken, bir patlama ve hemen ardından kent merkezinin karanlığından gelen silah takırtılarını duydu. Bir elli boyundaki blucinli, balıkçı ceketli, kasketli ve omzunda bir denizci torbası asılı olan adam, hiç duraksamad Yaşlı adam duvardan bir oda anahtarı aldı. “Hiç olmazsa orada sokaklarda dişlerine kadar silahlı komandolar dolaşmıyor. Çılgınlık bu, yağmurda bile arabada açıkta oturmak. Bana sorarsan intihardan başka bir şey değil.” “Aslında değil,” dedi Keogh. “Bu yıllar önce Aden’de geliştirilmiş bir komando tekniğidir. Birbirlerini kollamak için ikili gruplar halinde dolaşırlar ve zırhlı araçta olmadıklarından herhangi bir saldırıya anında karşılık verebilirler.” “Sen bunları nereden biliyorsun?” Keogh omuzlarını silkti. “Bunu herkes bilir, ahbap. Şimdi anahtarımı alabilir miyim?” Yaşlı adam ancak o an, bulanık renkli ve o güne kadar gördüklerinin en soğuğu olan gözleri gördü ve bilinmeyen bir nedenle korku hissetti. Keogh hemen gülümsedi ve görünümü tümüyle değişti. Uzanıp anahtarı aldı. “Biri bana buralarda doğru dürüst bir kafeterya olduğunu söylemişti.

The Regent mi?” “Evet. Meydanın karşısında, Lurgen Sokağının başındadır.” “Bulurum,” diyen Keogh dönüp yukarı çıktı. V Odasını kolaylıkla buldu, pek çok kere zorlanarak açıldığı belli olan kilitli kapıyı açıp içeri girdi. Burası çok küçüktü ve rutubet kokuyordu, içerde yatak, dolap ve iskemle, bir köşede de musluk vardı ama tuvalet yoktu. Hatta telefon bile… Yine de, eğer şansı varsa, sadece bir gece kalacaktı. Keogh torbasını yatağın üzerine koyup boşalttı. İçinde bir tıraş çantası, bir iki gömlek, birkaç kitap vardı. Onları bir yana çekip torbanın altındaki kartonu çıkarınca ortaya bir Walther PPK tabanca, iki dolu şarjör ve yeni küçük Carswell susturucusu çıktı. Adam, tabancayı kontrol etti, doldurdu, susturucuyu yerine taktı, sonra arkasına, blucininin içine yerleştirdi. “Regent, evladım,” dedi yavaşça ve hüzünlü bir melodi mırıldanarak dışarı çıktı. Resepsiyon masasının yanındaki bir bölmede eski moda bir telefon vardı. Keogh yaşlı adamı başıyla selamladı, içeri girerek kapıyı kapattı. Cebinden bozukluk paralarını çıkarıp bir numara çevirdi. Jack Barry, bağa çerçeveli gözlüğü kendisine okumuş bir hava veren uzun boylu, hoş yüzlü bir adamdı.

Aynı zamanda bir öğretmene benzerdi ki, eskiden de gerçekten öğretmendi. Ama şimdi değil. Şimdi Geçici İrlanda Cumhuriyetçi Ordusunun (IRA) kurmay başkanıydı ve cep telefonu çaldığında Dublin’deki evinde, şömine başında oturmuş gazete okuyordu. Telefonu açarken karısı Jean. ” Fazla uzun konuşma, yemeğin hazır,” diye seslendi. “Ben Barry.” Keogh İrlandaca. “Benim,” dedi. “Martin Keogh adıyla Albert Oteline yerleştim. Bundan sonraki adım kızla tanışmak.” “Senin için zor olacak mı?” “Hayır, her şeyi ayarladım. Bana güvenebilirsin. Şimdi Regent Cafe’ye gidiyorum. Sahibi amcası.” “Aferin.

n >

Bana sık sık haber ver. Sadece cep telefonunu ara.” Barry telefonu kapatınca karısı. “Gel haydi, soğuyacak,” diye seslendi bir daha. Barry karısının sözünü dinleyip kalktı. V Keogh, Regent’i kolayca buldu. Tahta perdeyle kapanmış olan pencerelerinden biri, herhalde bir patlama sonucu tahrip olmuştu, ama diğeri sağlamdı ve içersi görülüyordu. Müşteri yok denecek kadar azdı. Bir masada üç yaşlı adam ve bir diğerinde fahişe görünümlü orta yaşlı, epey yıpranmış bir kadın. Tezgâhın ardında oturan kızın on altı yaşında olduğunu biliyordu. Adı Kathleen Ryan’dı ve gençliğinden beri bir tetikçi olan Protestan amcası Michael Ryan’ın yerine kafeyi işletiyordu. Siyah saçlı, çıkık elmacık kemikleri üzerinde öfkeli gözleri olan ufak tefek bir kızdı. Kabul edilen ölçülere göre güzel sayılmazdı. Üzerinde koyu renkli bir kazak, blucin etek ve çizme vardı, Keogh içeri girdiğinde bir taburede oturmuş kitabını okuyordu. Keogh tezgâhın üzerine eğilerek, “İyi mi bari?” diye sordu.

Kız sakin bir ifadeyle kendisine baktı ve o bakışı, Keogh’a yaşından çok büyük biriyle karşı karşıya olduğunu söyledi. “Çok güzel. The Midnight Court.” “Ama bu İrlandaca.” Keogh uzanıp bakınca kızın haklı olduğunu gördü. “Neden olmasın ki? Bir Protestan, İrlandaca bir kitap okuyamaz mı? Neden? Burası bizim de yurdumuz bayım ve siz eğer Sinn Fein ya da o eski palavralardan birindenseniz başka bir yere gitmenizi tercih ederim. Katolikler burada hoş karşılanmazlar. IRA’ya ait bir bomba babamı, annemi ve küçük kız kardeşimi öldürdü.”

9 Eylül 2022 Cuma

Ali Erkan Kavaklı – Cehennem Vadisi Kitabını Pdf İndir

 


DİYARBAKIR, AA, 29 Aralık 2000 Akşamın alaca karanlığı sokağa çökmüştü. Adam, bitkin bir vaziyette eve dönüyordu. Endişeli, tedirgin ve gergindi. Beyni zonkluyor, gözleri sızlıyordu. Sinirleri felç olmuştu. İkindi vakti yeni bir tehdit telefonu daha almıştı. Sesi tanıyor gibiydi ama emin değildi. Adam sesini değiştirmek için homurtu halinde konuşmuştu. İçi içini yiyordu. Dükkânını erkenden kapatıp yola çıkmıştı. Her gürültü, beyninde balyoz etkisi yapıyor, ayak seslerinden bile korkuyordu. Tehdit edildiğini polise bildirmişti ama dükkân komşusu Hasan Usta’nın da dediği gibi, polis cinayetlerden sonra mesaiye başlıyordu. Yeni bir ayak sesi duydu, korkuyla arkasına dönüp baktı. İki kişi koşarak kendisine doğru geliyordu. Tabana kuvvet kaçmaya başladı.

Sokağın karşısında yüzleri maskeli iki kişi daha belirdi. Eve ulaşmaya az kalmıştı. Kapıdan içeri kendisini bir atabilse kurtulurdu. Bütün gücüyle koşuyordu. Yüreği güm güm atıyor, korkudan ödü patlıyordu. Önden gelenler daha hızlı idiler. Arkadan da ayak sesleri geliyordu. Gözlerinin karardığını hissetti. Tam bu sırada iki yaşındaki küçük oğlu Azmi gözlerinin önüne gerildi. Yanaklarından yaşlar süzülüyordu: “Baba, babacığım! Bizi bırakma!” Hanımı Zeynep, iki gözü iki çeşme yalvarıyordu: “Bey, çocukları kime bırakıyorsun? ”

Kızları Yeliz ve Yelda, çığlık çığlığa yalvarıyorlardı:“Babacığım, seni seviyoruz. Bizi bırakma!”Eve yetişemeyeceğini anlayınca maskeli adama yöneldi. Elini belindeki bıçağa attı. Hiçdeğilse birini haklamalıydı.Arkasından koşanların da kendisine yaklaştığını hissediyordu. Kıskaca girmişti. Yarıkaranlıkta adamlar, hayalet gibiydi. Gözleri, kara maske içinde kara bir oyuktan ibaretti.Adama yetişemeyeceğini anladı. Bıçağı fırlattı.

Alper Canıgüz – Alper Kamu Cehennem Çiçeği Kitabını Pdf İndir

 


Bilirsiniz, insanlar doğar, ölür ve sonra büyür. Ben de beş yaşımın baharında, payıma düşen ölümlerden nasiplenerekten yaşayıp gitmekteydim işte. Aylardan hep kasım, günlerden hep perşembe olan ve saatin hep öğleden sonra üçü gösterdiği kasvetli dünyamda, yemek masasının altına büzüşmüş harakiri yapmanın inceliklerine dair resimli bir kitabın sayfalarını çevirirken, sevgili validem her zamanki gibi çamaşır yıkıyor ve dışarıdan gelen seslere bakılırsa mahallenin kedileri de yakaladıkları bir kuşu parçalıyordu. 

Ortalama uğursuzlukta bir gündü anlayacağınız. Derken zil çaldı. Felaketlerin kokusunu alma konusunda dünyanın en yetenekli insanı olan annem çamaşır leğenini kenara fırlattığı gibi bir solukta kapıda bitti. Gelen babamdı. Hiç konuşmadan öylece duruyordu. Bir süre sessiz birbirilerine baktılar. Ben de olduğum yerden sessiz onlara baktım. Sonunda annem, “Nebi abi?” dedi ve babam hıçkırıklara boğuldu. 

Evimize yaptığı ender ziyaretlerde, bana harçlık olarak her zaman tedavüldeki en büyük parayı vermesi hasebiyle az çok sempatimi kazanan Nebi amcamın ölüm haberini işte böyle almıştım. Kim bilir, belki evimizi terk ettiği anda ilgili banknotu derhal anneme teslim etmem gerekmese, ona derin bir sevgiyle bağlanmış dahi olabilirdim? 

Netice itibarıyla insanın varlıkların en yücesi olduğunu ben söylemedim, değil mi? Babam güç bela kendini tuvalete attı. Beş dakika kadar sonra dışarı çıktığında gözleri kan çanağına dönmüştü. Saçları ve yüzü ıslaktı.

Çok seviyordum onu. Zaman zaman keşke bunu ona daha çok gösterebilsem diye düşünüyordum. Annemle bir şeyler konuştuktan sonra ceketini sırtına geçirdi. Yanına gidip, “Başın sağ olsun baba,” dedim. Eğilip beni öptü. Bir şey söylemedi. Sanırım ağzını açsa tekrar ağlayacaktı. “Nereye gidiyorsun?” 

“Hiç… Hiçbir yere yavrum,” dedi annem ve üzülerek belirtmeliyim ki bu, her zamanki sözlerinin mantığa uygunluk ortalamasının fazla altında sayılmazdı. Babam bir iki yutkunup, “Amcanın evine oğlum,” dedi. “Birkaç parça şey alacağım oradan.” “Ben de geliyorum,” diyerek lastik ayakkabılarımı ayağıma geçirdim.

Alper Canıgüz – Gizliajans Kitabını Pdf İndir

 


Borges ile Kemalettin Tuğcu’nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta bundan daha korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da yanılmışım. Dünyanın şahsıma karşı kurulmuş bir komplo olduğuna dair inancımın en güçlü dönemleriydi. 

İşsizdim, güçsüzdüm, çok fazla içki tüketiyordum ve galiba yapayalnızdım. Yine de birileri vardı tabii hâlâ. Mesela Şaban. O vardı. İlk önce asker arkadaşımdı. Aynı bölükteydik ve aynı yatakhanede kalıyorduk ama fazla bir muhabbetimiz olmamıştı; merhaba merhaba, hepsi o. 

Sonra bir gün, yani askerden sonra bir gün, Eminönü meydanında kuşlara yem atıyordum ki, biri omzumu dürttü. Bir de baktım, Şaban. Ayaküstü hal hatır muhabbetinden sonra kendi yolumuza gideriz diye düşünmüştüm, ama öyle olmadı. 

Kendimizi Piyer Loti’de, bir zamanlar harikulade bir manzara teşkil ettiği iddia edilen bataklığa bakıp çay içerken buluverdik. Eee daha daha nasıldı? Köyden ayrılmaya karar vermişti. Birkaç hafta önce İstanbul’a gelmiş, işe başlamıştı.

Ne iş yapıyordu? Serbest çalışıyordu. Yani tam olarak ne yapıyordu? Alım satım gibi. Gibi. Bu konuyu daha fazla kurcalamamalıydım herhalde. Peki ben nasıldım? İyiydim. Ben bir reklam ajansında metin yazarıydım askerden önce, biliyordu değil mi? Yok, bilmiyordu.

 Öyleydim işte, askerden önce bir reklam ajansında çalışıyordum ben. Ama şimdi bir televizyon programı için metinler yazmaya başlamıştım. O ünlü şovmen vardı ya, ha biliyordu, işte onun programda yaptığı esprileri ben yazıyordum. Pek memnun değildim açıkçası. 

Olsundu, ekmek parasıydı. Doğru düzgün para kazansaydım bari, o da olmuyordu ki. Bak eşek kadar herif, hâlâ annemle yaşıyordum. Dert ettiğim şeye baktı, Şaban, Beşiktaş’ta üç odalı bir ev tutmuştu, kocamandı ve kirası da uygun sayılırdı, yarısını ödemeye gücüm yeterse yanına taşınabilirdim. Hadi ya, ciddi miydi? Ama nasıl olurdu? Teşekkür ederimdi ama vallahi dünyada olmazdı.

Uzatmayaydımdı yahu, neydi yani? O da İstanbul’u doğru düzgün tanımıyor, yalnızlık çekiyordu. Arkadaşlık ederdik işte birbirimize. Dur ben bir düşüneyimdi. Sahi telefonu kaçtı? İşte asker arkadaşım Şaban’ın, bu hoş tesadüften on beş gün sonra ev arkadaşım oluşunun hikâyesi böyleydi. İyi bir ev arkadaşıydı Şaban. Fazla konuşmuyordu ama soğuk değildi, düzenli ve titizdi ama benim dağınıklığıma aldırmıyordu, her sabah alacakaranlıkta kalkıp namaz kılacak kadar dindardı ama bir kez bile Müslümanlığın güzel erdemlerinden söz ettiğini duymamıştım. Hem enteresanlığı bu gibi şeylerle sınırlı değildi. Diyelim, eve bir akşam köydeki ailesinin gönderdiğini söylediği koca bir tulum peynir, bir başka akşam suşi getirebiliyordu. Ya da yemekte bir şeyler okumak istediğinde, tercihi Mesnevi de olabiliyordu bir seks dergisi de. Üstelik her iki materyali de aynı mesafeli ilgiyle inceliyor, her ikisinde de birtakım satırların altını çiziyor ve korkarım bunu şaka olsun diye yapmıyordu. Hasılı Şaban o güne kadar tanıdığım hiçkimseye benzemiyordu. Tek tek bakıldığında az çok normal gibi görünen özellikleri, bir araya gelince tuhaf bir bütün oluşturuyordu. Açıkçası onu nereye yerleştireceğimi pek bilemiyordum, ama onunla birlikte kendimi kesinlikle huzurlu hissediyordum. Bu her şeyden önemliydi. Metin yazarlığını yaptığım programın yayından kaldırılması pek sürpriz sayılmazdı.

Ama bu öngörülebilir felaketin yeni evime taşındıktan sadece bir ay sonra cereyan etmesi, beni çok kötü bir duruma düşürmüştü. Şaban’a özürlerimle birlikte durumu açıklayıp evden ayrılmam gerektiğini söyleyince, yüce gönüllü arkadaşım buna asla izin vermeyeceğini belirtip ben yeni bir iş bulana kadar evin kirasını tek başına ödeyeceğini söylemişti. Çok istiyorsam, bunu borç kabul edebilirdim. Ah ben bu Şaban’ın hakkını nasıl ödeyecektim?

7 Eylül 2022 Çarşamba

Alper Canıgüz – Oğullar ve Rencide Ruhlar Kitabını Pdf İndir


Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum. Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı.

Aslında anaokuluna başlarken bu kurum hakkında iyi ya da kötü herhangi bir önyargıya sahip değildim. Ama talihsiz bir başlangıç yaptım işte. Müdire Hanım’la, sınıf öğretmenimle ve yuvadaki diğer çocuklarla tek tek tokalaştıktan sonra kustum. Annem çok utandı ama sınıf öğretmenimiz anlayışlı davrandı. Anneme ilk gün biraz heyecan duymamın normal karşılanması gerektiğini, sık sık böyle şeyler yaşandığını falan açıkladı. Keşke saçını öyle tuhaf bir biçimde topuz yapmasaydı. Belki o zaman ona ben de inanabilirdim. Bir şey nasıl başlarsa öyle gidiyor. Bir türlü ısınamadım anaokuluna. Günün ilk kısmı, genellikle öğretmenimizin bize yazın ne yetişir, kışın ne pişer türü saçmasapan bilgiler vermesiyle geçiyordu. İşin kötüsü kadın katılımcı ders işleme metoduna kafayı takmıştı ve durmadan, açtığı can sıkıcı konular hakkında bir yorumda bulunmamızı bekliyordu. Bana bir şey soracak korkusuyla başımı önümden kaldıramıyordum. Bir de şarkı söyleme muhabbeti vardı. Repertuarımız, dünyanın en kötü müzisyenleri tarafından, eğitilebilir küçük embesiller için yazılmış bazı eserlerden oluşuyordu ve açıkçası sınıf arkadaşlarımın müzikal yetenekleri heveslerinin çok altındaydı. Ben tabii ki süregiden kakofoniye katılmayı reddettiğim için, şarkının durak noktalarında öğretmen adımı bağırarak aklınca beni sanata teşvik ediyordu.

Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oluyordum. Benden, evde Shostakovich dinleyen benden, “kestane, gürgen, palamut” diye yırtınmam bekleniyordu. Neyse ki asosyalliğim ve ara ara içimde kopan fırtınaları dışa vuran mimiklerim sayesinde öğretmen benim bir zihinsel özürlü olduğuma hükmetti de düştü yakamdan. İki saatlik öğle uykusu da cehennem azabından farksızdı. Üç katlı bir ranzanın orta katına yerleştirilmiştim. Bir dakika bile uyuyamadım orada. Tepemdeki suntanın üzerinde bulup çıkardığım, benden başka kimsenin görmediği korkunç suratlarla bakışıp durduk beş ay boyunca. Ayrıca susuzluktan geberiyordum. Yatağımıza işemeyelim diye öğleden önce su vermiyorlardı çünkü. Herkes osura osura uyuyor, ben diri diri gömüldüğüm bu mezarda çile dolduruyordum. İki saat sonra öğretmen çıngırağını sallayarak odaya girdiğinde gerinerek uyanıyormuş gibi yapıyordum. Sonra çocukların en çok bayıldığı faaliyete, oyun oynamaya geliyordu sıra. Oyun odasının kapısı açılınca çocuklar gerçekten göz alıcı rengarenk tuğlalar, toplar, arabalar ve daha bir sürü oyuncakla dolu odaya saldırıyorlardı. Onlar kurtlarını dökerken sadece ben ve birkaç sersem kız, elişi masasının başına geçiyorduk. Öğretmen, biz sakin mizaçlı öğrencilerine, takvim kağıdından kolye yapımı zanaatını öğretmeye çalışıyordu.

Anneler Günü yaklaşırken iki üç günlüğüne tüm sınıfın elişi dersine girmesi zorunlu tutuldu. Herkes annesine hediye olarak takvim kağıdından kolye yapabilsin diye. Sonuçta kolye yapmayı kıvıramayan tek çocuk bendim. Tabii kimse yadırgamadı bu durumu. Öğretmen kendi yaptığı örnek kolyeyi verdi bana, anneme götüreyim diye (sanıyorum bunu baştan planlamıştı) ama ben bu teklifi kesin bir dille geri çevirdim. Öğretmen de durumu tüm sınıfa ilan etme gereği duydu. “Arkadaşınız annesine hediye vermeyecekmiş çocuklar.” İşte o zaman ölmek istedim. Meseleyi daha fazla uzatmasın diye kaptım zımbırtıyı elinden. Kapadı çenesini sürtük.

Alper Canıgüz – Tatlı Rüyalar Kitabını Pdf İndir


Zeki Müren’in Zeki Müren rolünde olduğu filmlerde canlandırdığı karakterlerin gerçek Zeki Müren ile ilgisi ne kadarsa, bu kitapta sözü edilen kişi ve olayların gerçekle ilgisi o kadardır. HAYATIMI SATIYORUM! 25 yaşında, iyi eğitimli, iki yabancı dil bilen sağlıklı genç, geri kalanını temin edebilmek amacıyla hayatının bir bölümünü satıyor.

 İlgilenenler aşağıdaki telefon numarasına başvurarak randevu alabilir Hector, Pazar sabahı kahvaltısına renk katan bu dâhiyane “ne iş olsa yaparım” ilanını veren kişiyle tanışmak için kalan çayını bir yudumda bitirip heyecanla telefona sarıldı. Tam aradığım adam diye düşünürken karşı taraftan ince bir ses duydu.

 “Alo?” 

Acaba satıcı bir kadın mıydı? 

“Ben gazetedeki satılık hayat ilanınız için aramıştım,” dedi nezaketle. 

“Evet?”

 “Evet, ne?” 

Beş on saniyelik rahatsız edici bir sessizliğin ardından Hector konuşmaya devam etmesi gerekenin kendisi olduğuna karar verdi. “Hayatını satan kişi siz misiniz?”

 “Hayır.” 

Hector’un sinirleri bozulmaya başlamıştı. 

“Peki kim?” 

“Üzgünüm, bu konuda size bilgi veremem.”

İndirmek için alttaki linke TIKLA

10 Mayıs 2022 Salı

Norman Spinrad – Druid Krallığı Kitabını PDF İndir

 


Galya kabilelerinin yaşadığı topraklar batıda Pirene’nin engebeli dağlarından doğuda karla kaplı görkemli Alp Dağları’na, her zaman nemli ve sisli Kuzey Denizi kıyılarından ılık güney havasının Akdeniz kokusuna karışarak ulaştığı dağlara kadar uzanıyordu. Aslında Edui ve Arverni, Carnutelar ve Belovaquelar, Turonlar ve Santonlar’la tüm diğer kabilelere ait araziler; onların çiftlikleri, şehirleri, kırsal alanları adeta bir ağaç okyanusunun ortasındaki birer ada gibiydi. Bu insanların hayatlarına hükmeden devasa ormanlar, dağların doruklarından vadilere kadar uzanarak yaşamlarını yeşilin türlü tonlarına boyamaktaydı. İşte bu yüzden onlar için hükümran, insanoğlu değil meşe ağaçlarıydı. Bu uçsuz bucaksız meşe ormanlarının derinliklerinde yabani bitkilerle örülü çalılar, mantarlar ve yosun tutan kayalarla çevrelenmiş boş, açık bir alan bulunuyordu. Bu açık alanın tam ortasında ise parlak öğle güneşiyle aydınlanan Guttuatr, tüm Galyalıların Baş Druid’i duruyordu. Guttuatr uzun, hafif kambur, orta yaşın henüz başlarında bir adamdı. Saçları ve düzgün kesilmiş sakalı gümüş grisiydi. Üzerinde kabilesinin kendine özgü renklerini taşımayan beyaz bir cüppe vardı. Cüppenin bol başlığı yüzünü büyük ölçüde örtse de bu dünyadan öbür dünyaya uzanan derin, yeşil gözleri ve iri burnu açıkta kalıyordu. Elinde her zaman meşe ağacından yontulmuş asasını taşır ama hiçbir zaman onu bir baston niyetine kullanmaz, ona yaslanarak güç almaya çalışmazdı. Nitekim asanın ucunda iki elma büyüklüğünde demir bir yıldız vardı. Baş Druid önce tam tepedeki güneşe sonra da gölgesinin en kısa haline bakmış, ardından asasını insan boyunun dörtte biri kadar havaya kaldırmıştı. Beyaz cüppeleri, ait oldukları kabilenin renkleriyle bezeli druidler, reislerinin önünden usul usul geçerek açık alanda yan yana dizilmeye başlamışlardı. Baş Druid’in çevresinde bir halka oluşturmuş, sükünetle bekliyorlardı.

Guttuatr asasını yeniden göğe kaldırmıştı; hiç kimse ne kıpırdıyor ne de tek bir kelime ediyordu. Belli belirsiz seçilen ay, altın sarısı güneşin çaprazına doğru yol alıyordu. Gökyüzü koyu maviye dönmeye başlamıştı. Sessizliği bozan Baş Druid Guttuatr oldu. “Cennette olduğu gibi yeryüzünde de gecenin tanrıları güne hükmetmeye çalışır. Aslında bu, karanlığa hizmet edenlerle aydınlık için çabalayanların arasındaki savaştır. Dünyada olduğu gibi cennette de…” Ay, ağzını sonuna dek açmış bir canavar gibi altın sarısı güneşi ağzının içine atıp çiğnemeye başlamıştı. Güneşi birazdan tamamen mideye indirecekti. Kabile liderleri homurdanıp oldukları yerde huzursuzca hareket etmeye başlamışlardı. Druidler sessizliklerini korurken tüm gözler Guttuatr’a dönmüştü. Tüm gözler ondan gelecek bir hareketi bekler gibiydi. Gittikçe yavaşlamakta olan kabile liderlerinin mırıltılarından başka çıt çıkmıyordu ortalıkta. Derken bu garip homurtuya, yuvalarına dönen gündüzcü kuşların sesleri ile yeni bir geceyi karşılamakta olan gececi kuşların çığlıkları karışmıştı. Kan kırmızısı mehtap, göz alıcı pırıltısını ormanın üzerine düşürmesiyle bu garip seremoniye köpek ve kurt ulumaları da uzaktan eşlik etmeye başlamıştı. Ve gece alçalmaya başlamıştı.

Hava tamamen kararınca yıldızlar bir bir ortaya çıkmış, güneşin davetkâr yüzü karanlığın içinde cazibesini yitirmişti. Ertesi sabaha kadar da kutsal bir tanrının tacında alev almaya hazır bir tül olarak kalacaktı. “Gece günü alt eder!” Guttuatr var gücüyle haykırmıştı. Onu takip eden dört druid ise kabile geleneklerinin dışına çıkarak, “Karanlık ışığı yutar!’ diye bağırmıştı. Druidler, Guttuatr’ın etrafındaki çemberi daraltıyordu. Guttuatr ise usul usul bir ilahiye başlamıştı: “Yüce Tekerlek döner, biz de onunla beraber döneriz…” Guttuatr’ın etrafında oluşturdukları halkada dönen druidler yanıtladı: “Sonsuz olan da budur ve o …” “Cennette olduğu gibi yeryüzünde de…” “Yeryüzünde olduğu gibi cennette de…” “Haydi! Yüce Tekerlek bizle beraber dönsün,” diye bağırdı Guttuatr. Asasını göklere hükmetmek istercesine havaya kaldırdı: “Gece günün içinde!” Bir kez daha havaya kaldırdı asasını: “Karanlık ise aydınlığın! Haydi Yüce Tekerlek!” Aniden tüm kabile reisleri ve druidler hep bir ağızdan bağırdılar; bu dehşetin değil, hayranlık ve mucizenin çığlığıydı. Druidler birdenbire dönmeyi bırakmış ve Guttuatr’ın gerisinde, yukarıda bir noktaya odaklanmışlardı. Büyüsünü yitiren bu garip seremoninin yerini, gökyüzündeki bir noktaya odaklanmış şaşkın kalabalığın anlamsız bağırışları almıştı. Guttuatr etrafında bir şey arıyor gibi kendi çevresinde dönmeye başlamıştı. Boşluğun derinliklerinde bir ışık huzmesi belirmişti. Ortalık gitgide aydınlanıyordu. Bu, doğarken ortalığı aydınlığa boğan yeni bir yıldızdı. Olanlar karşısında Guttuatr’ın ağzı bir karış açık kalmış, gözleri fal taşı gibi açılıvermişti. Kendini Tanrı’yla yüz yüze hissediyordu.

“Binlerce yılda bir…” Baş Druid’in sesi bir fısıltı olarak çıkmıştı. Kabile reisleri de donakalmıştı. Druidler ise çemberi daha da daraltarak Baş Druid’e sokulmuştu. İçlerinden biri, “Baş Druid, bu ne anlama geliyor?” diye sordu. Guttuatr istemeyerek de olsa dikkatini bu görkemli işaretten soruyu sorana çevirmişti. “Bu büyük bir dönüşümün habercisi.” Yoldaşlarına bu açıklamayı yaparken epeyce zorlanmıştı. “Büyük bir çağ, bir yenisine yol vermek için kapanıyor.” “Peki ne?” “Bu çağa ait hiç kimse bu dönüşümün insanlığa neler getireceğini bilemez.” Guttuatr’ın sesi sert ve kararlı çıkmıştı. “Bizler dünyevi çekişmelere gereğinden fazla burnumuzu soktuk. Bu seremoniye de, Tanrılar önce davranıp bizim yerimize bitirmeden son vermeliyiz.” Guttuatr asasını yeniden havaya kaldırıp haykırdı: “Ey sizler, farkına varın ki Tanrılar bizden ne istediklerini haber veriyor! Karanlıktan ışığa! Işıktan gündüze! Haydi! Yüce Tekerlek dönsün!” Druidler telaşla, biraz da ne yaptıklarını bilmeyerek dönmeye ve ayinlerini söylemeye devam ediyorlardı. Reisler ise geri çekilmişti. “Biz etrafımızda dönüyoruz, dönüyoruz, dönüyoruz…” “Bırakın Yüce Tekerlek de bizimle dönsün.

” Guttuatr komutunu vermişti. Ay da sanki bu komutu duymuş gibi midesine indirdiği aydınlığı adeta kusmaya başlamıştı. Gökyüzü yeniden pembe ve altın sarısının her tonunu barındıran olağanüstü bir mehtapla aydınlanıyordu. Orman da uykusundan uyanıyor, masmavi gökyüzünde ışıl ışıl parlayan güneş, yeşil örtünün üzerinde yükseliyordu. Druidlerin seremonisi bir kez daha yerini bulmuştu. Ya da öyle görünüyordu. Yarım düzine kızarmış yaban domuzu ve bir o kadar da yağları harlı ateşe damlayan kuzu, havayı leziz bir duman ve is kokusuna boğuyordu. Genç erkekler buharı tüten ekmek somunlarını fırının içinden yassı küreklerle çekip, ılımaları için bir kenara diziyorlardı. Köylüler ise küfelerini tepeleme kırmızı elma, beyaz turp ve henüz toplanmış taze sebzelerle doldurmuşlardı. Ozanlar da hem harplarını konuşturuyor hem de hizmetlilerin eşlik ettiği bir şarkıyı söylüyorlardı. Bu Vercingetorix için, babası Keltill ile ailesine ait çiftlik evinden güneşli bir öğleden sonra çıktıkları günden bu yana yaşadığı en güzel gündü. Babasının Arvernilerin reisi ilan edilişinin şerefine düzenlenen şölen yemeğiydi. Keltill kaslı ve güçlü vücut yapısına rağmen, bir Galyalı için orta boylu sayılırdı. Ama henüz on dördünü sürmekte olan oğlunun gözünde gerçek bir devdi. Druidlerin de ilan ettiği gibi, babasının sahip olduğu toprakların tümü tanrıların da izniyle ona geçebilirdi fakat babasının tebaasının gözlerinde gördüğü itaat, tanrıların kendisine bağışlayabileceğinden çok daha anlamlıydı.

Tıpkı kendisini kutsayan yüzlerde gördüğü gülümseme gibi. Keltill, tebaası tarafından sevilen hatta tapılan bir liderdi. Keltill, yüzünde kocaman bir gülümseme ve şapırdamasına engel olamadığı dudaklarıyla bira taşıyan arabacıya seğirtmişti. El arabasını süren kel ve tıknaz biracı, Keltill’in gözlerindeki hevesli pırıltıyı yakalayınca iki farklı fıçıdan, iki tası ağzına dek köpüklü birayla dolduruvermişti. Sol elindeki tası Keltill’e uzatarak, “Bunun daha çeşnili olduğunu söyleyebilirim,” dedi. “Ama bunun da hassası daha kuvvetlidir.” Keltill önce kendisine ilk uzatılanı sonra da diğerini bir dikişte içti. “Pekâlâ, hangisini daha çok beğendiniz?” Biracı dayanamayıp sormuştu. “Sen benim bira tadıp da beğenmediğimi gördün mü?” Keltill ağız dolusu bir kahkaha atıp yüzünde asılı kalan gülümsemeyle oğluna döndü: “Sen ne diyorsun Vercingetorix, yorum yapmanın bir önemi var mı? Galya’nın tüm genç delikanlıları gibi Vercingetorix da sulandırılmış biranın tadına aşinaydı; özellikle de inekler sütten kesildiğinde ya da telef olduklarında içtiklerine. Şimdi ilk kez sulandırılmamış gerçek erkek birası tadacaktı. Daha çeşnili olduğu söylenen biradan çekingen bir yudum aldı. Sert ve tatlıydı. Babasının onu izleyen bakışları altında, bu kez tası başına dikerek daha büyük bir yudum aldı biradan. Ağzında buruk, acımsı bir tat kalmıştı ve bu tattan pek de hoşnut olduğu söylenemezdi. “Pekâlâ,” diyerek soran gözlerle oğluna baktı Keltill.

“Ah… Güzel. İyi… hımm, bol köpüklü!” Keltill ikinci tası uzattı oğluna. Vecingetorix bu kez gerçek bir yetişkin gibi duraksamadan dayadı tası ağzına ve ağız dolusu içmeye başladı. Daha az acı, aynı zamanda daha az tatlıydı. İlki kadar sert de sayılmazdı. “Çok daha iyi!” dedi samimiyetle. “Babasının oğlu,” diyerek oğlunun omzuna hafif bir şamar indirdi, keyfi yerindeydi. “Tam da benim hissettiklerim. Biraları tadan delikanlıyı duydun, her birinden yirmişer fıçı!” “İkisinden de mi?” Bira satan adam Keltill’i şüpheyle süzüyordu. “Parası ne olacak?” “Sen sadece fiyatı söyle. İkimiz de ölüp öbür dünyayı boyladığımızda, Gallik geleneğinde olduğu gibi sana iki katını ödeyeceğim!” “Çok cömertsin Keltill fakat ben ve ailem bu dünyada aç kalırsak, senden epey önce boylarız öbür dünyayı. Bu yüzden eğer umursamayacaksan…” “Eğer böyle davranacaksan…” dedi Keltill, kabaca ve hesapsızca harcadığı deri kesesindeki paralardan bir tane metal para çıkarıp biracıya uzattı.

Neil Gaiman – Mezarlık Kitabı Kitabını PDF İndir

 


Nobody ’ nin Mezarlığa Gelişi Karanlıkta bir el bir bıç Jack denenen adam sahanlıkta durdu. Sol eliyle siyah paltosunun cebinden büyük bir beyaz mendil çıkardı: bıçağı ve onu tutmakla olan eldivenli sağ elini sildi, sonra da mendili yerine koydu. Av bilmek üzereydi. Kadını yatakta, adamı yatak odasının zemininde, büyük çocuğu da oyuncaklar ve yarı bitmiş maketlerle dolu rengarenk odasında bıraktı. Böylece geriye halledilmesi gereken bir tek ulaklık, yeni yeni yürümeye başlamış bir bebek, kalmıştı. Bir tane daha ve sonra görevi sona erecekti. Jack denen adam parmaklarını esnetti. O, her şeyden önce, bir profesyoneldi, ya da kendisi öyle diyordu, ve işini tamamlayana kadar güJümsemezdi. Saçlan ve gözleri siyahtı, en ince kuzu derisinden yapılmış siyah eldivenler takıyordu. Küçük çocuğun odası evin en tepesindeydi. Jack denen adam hiç ses çıkarmadan merdiveni tırmandı. Sonra çatı katının kapısını açıp içeri girdi. Siyah deri ayakkabıları vardı ve öyle bir cilalannıışlardj ki. kara aynalar gibi parlıyorlardı. Onlara baktığınızda ayın minik yanmay şeklindeki yansımasını görebilirdiniz.

Asıl ay kanatlı pencereden parlıyorfi du. Işığı o kadar parlak değildi, sisle dağılıyordu, ancak Jack denen adamın bolca ışığa ihtiyacı yoktu. Ay ışığı onun için yeterliydu işini götürdü. Karyolanın içindeki çocuğun şeklini seçebiliyordu; kafasını, kollarını, bacaklarını ve gövdesini. Karyolanın, çocuğun dışarı çıkmasını önlemek için, yüksek, ahşap çubuk kenarları vardı. Jack öne eğilip bıçağı tutan sağ elini kaldırdı ve çocuğun göğsünü hedef aldı … ve elini indirdi. Karyolanın içindeki şekil bir oyuncak ayıya aitti. Çocuk yoktu. Jack denen adamın gözleri loş ay ışığına alışkındı, bu yüzden lambayı yakmaya gerek duymuyordu. Aslında, ışık o kadar da önemli değildi. Onun başka hünerleri de vardı. Havayı kokladı. Yanında getirdiği kokulara aldırmadı, göz ardı edebileceği kokuları bırakıp, bulmaya geldiği şeyin kokusuna odaklandı. Çocuğun kokusunu alabiliyordu: çikolata parçalı kurabiyeler gibi sütlü bir koku; ıslak, tek kullanımlık gece bezinin ekşi ve keskin kokusu. Çocuğun saçındaki şampuanın, taşıdığı küçük ve plastik -bir oyuncak- diye düşündü, ama sonra, yo, emebileceği bir şey! diye fikrini değiştirdi- şeyin kokusunu alabiliyordu.

Çocuk bir süre önce buradaymış. Ama artık burada değildi. Jack denen adam burnuna gelen kokulan takip ederek merdiveni indi ve dar, yüksek evin ortasına geldi. Banyoyu, mutfağı, kurutma dolabını kontrol etti. Sonunda da, bisikletler, bir yığın boş alışveriş poşeti, yere düşmüş bir bebek bezi ve sokağa açılan kapıdan içeri sızan başıboş sis filizlerinden başka hiçbir şeyin olmadığı alt kattaki hole baktı. İşte o zaman Jack denen adam ufak bir ses çıkardı, hem hüsran hem de tatminle dolu bir homurtu. Bıçağı uzun paltosunun cebindeki kınına sokup sokağa çıktı. Ay ışığı vardı, bir de sokak lambaları, ama sis her şeyi bastırıyor, ışığı zayıflatıyor, sesleri boğuyor, geceyi gölgeli ve tehlikeli hale getiriyordu. Önce tepenin aşağısındaki kapalı dükkanların ışıklarına, ardından sokağın yukarısına, eski mezarlığın karanlığına uzanan ve tepeyi sarmalayan son yüksek evlerin bulunduğu yere baktı. Havayı kokladı. Sonra hiç acele etmeden tepeyi tırmanmaya başladı. Çocuk, yürümeye başladığından beri, anne babasının hem baş belası hem de sevinci olmuştu, çünkü bu kadar çok gezinen, tırmanan, bir yerlere girip çıkan bir çocuk daha olamazdı. O gece, odasının altındaki katta düşen bir şeyin patırtısına uyanmıştı. İyice uyandıktan kısa bir süre sonra sıkılmış ve karyolasından dışarı çıkmak için bir yol aramaya başlamıştı. Tıpkı aşağıda duran oyun parkının duvarları gibi, karyolanın da yüksek kenarları vardı, ama onlun aşabileceğine inanıyordu.

Tek yapması gereken bir adım almaktı… Altın rengi büyük oyuncak ayısını karyolanın köşesine götürdü. Minik elleriyle parmaklıklara tutunup bir ayağını ayının kucağına diğerini de kafasına koydu ve kendini çekip ayağa kalktı. Sonra yan tırmanarak yarı devrilerek korkuluğu aşıp karyoladan çıktı. Bazısı daha altı ay önce birinci yaş gününde akrabalarının getirdiği, bazısıysa ablasının eskileri olan tüylü, kabarık oyuncaklardan oluşan küçük bir yığının üstüne pat diye indi. Yere düştüğünde şaşırdı, ama ağlamadı: Eğer ağlarsanız, gelip sizi karyolanıza koyarlardı. Emekleyerek odadan dışarı çıktı. Merdiveni tırmanmak ince ve riskli bir işti, o konuda henüz ustalaşmam işti. Ama merdivenden aşağı inmenin basit olduğunu keşfetmişti. Oturarak, her basamağı güzelce bezienmiş poposunun üstünde hoplaya hoplaya iniyordu. Annesinin, artık büyüdüğü için bırakması gerektiğini söylediği emziğini emiyordu. Merdivenden aşağıya popo üstünde sürdürdüğü yolculuğu sırasında bezi gevşemişti ve son basamağa gelip, küçük holde ayağa kalktığında bez düştü. Bezi düştüğü yerde bıraktı. Üstünde yalnızca bir çocuk geceliği vardı. Odasına ve ailesine giden merdivenler dik ve tehditkarken, sokak kapısı açık ve davetkardı… Çocuk tereddütle evden dışarı adım attı. Sis, uzun süredir görmediği bir arkadaşıymış gibi etrafını sarmaladı.

Oğlan, ilk başta kararsızca, ardından artan bir hız ve güvenle yalpalaya yalpalaya tepeyi tırmanmaya başladı. Tepenin başına yaklaştıkça sis seyreliyordu. Yanmay parlıyordu,-ama etraf gündüz gibi ışıl ışıl değildi -hem dc hiç- ancak mezarlığı görecek kadar aydınlıktı. Bakın. Terk edilmiş cenaze şapelini, şapelin asma kilitli demir kapılarını, çan kulesini saran sarmaşığı, çatı oluğundaki küçük ağacı görebiliyordunuz.

30 Mart 2022 Çarşamba

Ferenc Molnar – Pal Sokağı Çocukları Kitabını PDF İndir

 


Ferenc Molnar yabancı ülkelerde daha çok Franz Molnar diye tanınmıştır. Öyküleri, oyunları ve romanları ona yazın dünyasında parlak bir ün kazandırmıştır. Oyunlarının birçoğu beyaz perdede ve tiyatro sahnelerinde zevkle seyredilmekte ve alkışlanmaktadır. Her bakımdan yetkin bir roman olan ”Pâl Sokağı’nın Çocukları” ise Macar gençlik yazınının en güzel yapıtı sayılır. Çocuklarımızın, ellerine geçen kitapları, dergileri satır satır nasıl didiklediklerini görüyoruz. Okulda okuyorlar, yolda okuyorlar, evde okuyorlar. Okula gidenler okuyor; sokakta gezenler okuyor; cami avlularında, boş arsalarda “meşin eskitenler”; deniz kıyısında balık tutanlar… Hepsi okuyor. Onlar, bu davranışlarıyla, yaprakları durmadan kemiren ipekböceklerine benziyorlar. Vakit ve olanak bulabilenler için, bu sevimli böceklerin önüne renkli ve kokulu yapraklar atıp bunları nasıl iştahla yediklerine bakmaktan daha zevkli ne olabilir! Bu güzel kitabı onlar için çevirdim ve emeğimin boşa gitmediğine eminim. Saat bire tam çeyrek vardı ki, doğa bilimleri salonunda öğretmen masasında, uzun ve boş deneylerin sonunda, güçlükle, heyecanlı bekleşmelerin ödülü olarak, Bunsen lambasının renksiz alevinde zümrüt yeşili, nefis bir çizgi parladı. Bu, öğretmenin, alevi yeşile boyadığını kanıtlamak istediği maddenin gerçekten alevi yeşile boyadığını gösteriyordu. Evet, bire çeyrek kala, tam bu zafer dakikasında, komşu evin avlusundan piyano sesleri gelmeye başladı ve bununla, sınıftaki ciddilik ortadan kalkıverdi. Bu sıcak mart gününde pencereler ardına kadar açıktı ve müzik, serin ilkyaz rüzgârının kanatlarında dersliğe doluyordu. Bu, piyanoda bir yürüyüş marşına dönüşen oynak bir Macar havasıydı ve öyle tatlı, öyle şen yankılanıyordu ki, bütün sınıf gülümsemek istedi; hatta, gerçekten gülümseyenler bile oldu. Bunsen lambasında yeşil alev neşeyle dalgalanıyordu ve buna ancak ön sıradan birkaç çocuk dalmıştı.

Ferenc Molnar yabancı ülkelerde daha çok Franz Molnar diye tanınmıştır. Öyküleri, oyunları ve romanları ona yazın dünyasında parlak bir ün kazandırmıştır. Oyunlarının birçoğu beyaz perdede ve tiyatro sahnelerinde zevkle seyredilmekte ve alkışlanmaktadır. Her bakımdan yetkin bir roman olan ”Pâl Sokağı’nın Çocukları” ise Macar gençlik yazınının en güzel yapıtı sayılır. Çocuklarımızın, ellerine geçen kitapları, dergileri satır satır nasıl didiklediklerini görüyoruz. Okulda okuyorlar, yolda okuyorlar, evde okuyorlar. Okula gidenler okuyor; sokakta gezenler okuyor; cami avlularında, boş arsalarda “meşin eskitenler”; deniz kıyısında balık tutanlar… Hepsi okuyor. Onlar, bu davranışlarıyla, yaprakları durmadan kemiren ipekböceklerine benziyorlar. Vakit ve olanak bulabilenler için, bu sevimli böceklerin önüne renkli ve kokulu yapraklar atıp bunları nasıl iştahla yediklerine bakmaktan daha zevkli ne olabilir! Bu güzel kitabı onlar için çevirdim ve emeğimin boşa gitmediğine eminim. Saat bire tam çeyrek vardı ki, doğa bilimleri salonunda öğretmen masasında, uzun ve boş deneylerin sonunda, güçlükle, heyecanlı bekleşmelerin ödülü olarak, Bunsen lambasının renksiz alevinde zümrüt yeşili, nefis bir çizgi parladı. Bu, öğretmenin, alevi yeşile boyadığını kanıtlamak istediği maddenin gerçekten alevi yeşile boyadığını gösteriyordu. Evet, bire çeyrek kala, tam bu zafer dakikasında, komşu evin avlusundan piyano sesleri gelmeye başladı ve bununla, sınıftaki ciddilik ortadan kalkıverdi. Bu sıcak mart gününde pencereler ardına kadar açıktı ve müzik, serin ilkyaz rüzgârının kanatlarında dersliğe doluyordu. Bu, piyanoda bir yürüyüş marşına dönüşen oynak bir Macar havasıydı ve öyle tatlı, öyle şen yankılanıyordu ki, bütün sınıf gülümsemek istedi; hatta, gerçekten gülümseyenler bile oldu. Bunsen lambasında yeşil alev neşeyle dalgalanıyordu ve buna ancak ön sıradan birkaç çocuk dalmıştı.

Gereyb ayağa kalkmak isteyen insanın yaptığı gibi, sıranın altında ayaklarını yere sürtmeye başladı. Barabaş hiç sıkılmadan muşambasını dizlerine yaydı; kitapları boy sırasıyla üst üste koydu. Sararken sırımı öyle güçlü sıktı ki altındaki sıra bile gıcırdadı ve kendisi kıpkırmızı oldu. Özetle, herkes çıkmak için hazırlık yapıyordu. Beş dakika sonra her şeyin sona ereceğinden haberi olmayan yalnızca öğretmendi. Yumuşak bakışlarını sevimli çocuk başlarının üstünde dolaştırarak: – Bu ne? diye seslendi.

N. H. Kleinbaum – Ölü Ozanlar Derneği Kitabını PDF İndir

 


Vermont’un uzak tepeleri üzerine kurulmuş bir özel okul olan Welton Akademisi’nin taş kilisesinde, üzerlerinde akademi ceketleriyle üç yüzden fazla genç, çevreleri kendilerine gururla bakan anne babalarıyla kuşatılmış bir halde, uzun koridorun iki yanına dizilmiş, bekleşiyordu. Kısa boylu, yaşlıca bir adam uçuşan giysisiyle bir mum yakıp, sancak taşıyan öğrencilerden, cübbeli öğretmenlerden ve mezunlardan oluşan alayın önünde uzun koridorun taş zemini boyunca yürüyerek kutsal kiliseye girerken, gaydadan yükselen melodinin yankısı duyuldu. Sancak taşıyan dört genç, ağırbaşlı bir tavırla, kürsüye doğru uygun adım yürüdü. Yaşları daha büyük bir grup adam ağır ağır onları izliyordu. En sondaki adam, yanan mumu gururla taşıyordu. Altmışlı yaşlarının başında, iri yapılı bir adam olan Gale Nolan, kürsüde durup geçit töreninin bitmesini bekledi. “Bayanlar, baylar… gençler…” dedi dramatik bir sesle. Mumu taşıyan adamı işaret etti: “Bilginin ışığı.” Yaşlı adam mumla birlikte bir adım öne çıkarken, izleyiciler kibarca alkışladılar. Gayda çalan adam kürsünün köşesindeki yerine doğru yürüdü. Sancak taşıyan dört kişi, üzerlerinde “Gelenek”, “Onur”, “Disiplin” ve “Mükemmellik” yazan bayraklarını indirip sessizce izleyicilerin arasına oturdular. Mumu taşıyan adam, seyircilerin önüne gitti. En genç öğrenciler ellerinde yanmayan mumlarla oturuyorlardı. Adam yavaşça eğildi ve koridorun başında bulunan Öğrencinin mumunu yaktı. “Bilginin ışığı yaşlıdan gence geçecek” dedi Müdür Nolan ciddi bir sesle; bu arada her öğrenci yanında oturan kişinin mumunu yakıyordu.

“Bayanlar baylar, değerli mezunlarımız ve öğrencilerimiz… Bu yıl, yani 1959 yılı, Welton Akademisi’nin kuruluşunun yüzüncü yılı. Yüz yıl önce, 1859’da, bu salonda oturan kırk bir gence, şimdi sizin her yarı yılın başında karşılaştığınız soru soruldu.” Nolan söylediklerinin etkisini artırmak istercesine sustu; bakışlarını yüzlerinde gergin ve korku dolu bir ifadeyle kendisini izleyen gençlerle dolu salonda gezdirdi. “Baylar” diye bağırdı Nolan, “dört esasımız nedir?” Salondaki gergin sessizlik, yanıt vermek üzere ayağa kalkan öğrencilerin ayak sesleriyle bozuldu. Okul ceketi giymeyen birkaç öğrenciden biri olan on altı yaşındaki Todd Anderson, çevresindekilerle birlikte kalkmakta tereddüt etti. Annesi onu dürttü. Todd’un asık yüzünde mutsuz bir ifade vardı; gözleri öfke doluydu. Diğer öğrenciler hep bir ağızdan bağırırlarken, o sessizce izlemekle yetindi. “Gelenek! Onur! Disiplin! Mükemmellik!” Nolan başını sall sessizlik hâkim oldu. “İlk yılında” diye bağırdı Müdür Nolan mikrofona, “Welton Akademisi beş mezun verdi.” Bir an durdu. “Geçen yıl elli bir öğrenciyi mezun ettik. Bu öğrencilerin yüzde yetmiş beşinden fazlası eğitimini önemli üniversitelerde devam ettiriyor.” Salonda büyük bir alkış koptu. Oğullarının yanında oturan ve büyük bir gurur duyan anne babalar, Nolan’ı çabalarından dolayı kutluyorlardı.

Sancak taşıyan iki öğrenci, on altı yaşındaki Knox Overstreet ve arkadaşı Charlie Dalton da alkışlara katıldı. İkisi de okul ceketlerini giymişlerdi; anneleriyle babalarının arasında oturuyorlardı. İyi bir üniversitede okumak onların da hayaliydi. Knox’un kısa kesilmiş, kıvırcık saçları, etkileyici bir gülümsemesi ve atletik bir vücudu vardı. Charlie ise hem yakışıklı hem de sevimliydi. “Elde edilen bu başarı” diye devam etti Müdür Nolan, Knox’la Charlie arkadaşlarına bakarlarken, “burada öğretilen ilkelere sonuna kadar bağlı kalınmasının sonucudur. Anne babalar bu yüzden evlatlarını buraya gönderiyorlar. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri’nin en iyi hazırlık okulu biziz.” Nolan durup alkışların dinmesini bekledi. “Yeni öğrenciler” diye devam etti, Welton Akademisi’nin sıralarına oturmak için bekleyen en yeni öğrencilere bakarak, “başarının sırrı bu dört esasta gizli. Aynı şey yeni gelenlerden son sınıfa kadar bütün öğrencilerimiz için geçerli.” Yeni gelen lafını duyan Todd Anderson, oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Yüzünden ne kadar düşünceli olduğu anlaşılıyordu. “Bu dört esas okulumuzun temelini oluşturuyor. İleride de sizin yaşamlarınızın kilometre taşlarını oluşturacaktır.

Welton Derneği adayı Richard Cameron” diye seslendi Nolan; sancak taşımış olan öğrencilerden biri ayağa fırladı. “Buyurun efendim?” diye bağırdı Cameron. Yanında oturan babasının yüzü gururla parladı. “Cameron, gelenek nedir?” “Gelenek, Bay Nolan; okul, ülke ve aile sevgisidir. Bizim Welton’daki geleneğimiz ise hep en iyi olmaktır!” “Güzel, Bay Cameron. “Welton derneği adayı George Hopkins. Onur nedir?” Cameron ciddi bir tavırla yerine otururken, babası keyifle gülümsüyordu. “Onur, saygınlıktır ve görevlerin yerine getirilmesidir” diye yanıt verdi George Hopkins. “Güzel, Bay Hopkins. Onur Derneği adayı Knox Overstreet.” Sancak taşıyanlardan biri olan Knox ayağa kalktı. “Buyurun, efendim.” “Disiplin nedir?” diye sordu Nolan. “Disiplin, anne babaya, öğretmenlere ve okul müdürüne saygı duymaktır. Disiplin, içten gelen bir şeydir.

Teşekkür ederim, Bay Overstreet. Onur adayı Neil Perry.” Knox yerine oturduğunda gülümsüyordu. İki yanında oturan annesiyle babası, ona cesaret vermek istercesine omuzlarını okşadılar. Neil Perry ayağa kalktı. Welton ceketinin göğüs cebine iğnelenmiş bir sürü başarı arması vardı. Onaltı yaşındaki genç, saygıyla ayağa kalkmıştı, ancak Müdür Nolan’a bakan gözlerinde öfke vardı. “Mükemmellik, Bay Perry?” “Mükemmellik, çok çalışmanın sonucudur” diye karşılık verdi Perry, yüksek ama monoton bir sesle, söylediklerini ezberlemişti sanki: “Mükemmellik, okulda ve her yerde bütün başarıların anahtarıdır.” Oturdu ve gözlerini kürsüye dikti. Yanında oturan ve hiç gülümseyen babası buz gibi gözlerle bakıyor ve hiç konuşmuyordu. Oğlunun farkında bile değildi sanki. “Baylar” diye devam etti Müdür Nolan, “Welton’da bugüne kadarki hayatınız boyunca çalışmadığınız kadar çok çalışmak zorunda kalacaksınız. Ödülünüz de, bizim hepinizden beklediğimiz başarı olacak. “Bu yıl, emekli olan değerli İngilizce öğretmenimiz Bay Portius’un yerine, Bay John Keating ile ders yapma şansına sahip olacaksınız. Kendisi, okulumuzun şeref listesinde yer alan mezunlarındandır.

Son birkaç yıldır Londra’nın saygın okullarından biri olan Chester’da ders veriyordu.” Okulun diğer öğretmenleriyle birlikte oturan John Keating, hafifçe eğilerek selam verdi. Otuzlu yaşların başlarında olan Keating kumral, kahverengi gözlüydü. Orta boylu, sıradan görünümlü bir adamdı. İnsanda saygı uyandıran, bilgili bir hali vardı. Ancak Neil Perry’nin babası yeni İngilizce Öğretmenine kuşkuyla baktı. “Karşılama törenimizi sona erdirmeden önce” dedi Nolan “kürsüye Welton’ın hayattaki en yaşlı mezunu olan Bay Alexander Carmichael Jr.’ı davet etmek istiyorum. Kendisi 1886 sınıfından.” İzleyiciler ayağa kalkarak, çevresindekilerden gelen yardım tekliflerini mağrur bir tavırla reddedip kürsüye doğru dikkatli ve son derece ağır adımlarla yürüyen seksen yaşındaki adamı çılgınca alkışlamaya başladılar. Yaşlı adam, izleyenlerin güçlükle anlayabildiği birkaç sözcük mırıldandı. Tören böylece sona erdi. Öğrencilerle aileler . kiliseden çıkıp soğuk kampus bahçesine akın ettiler. İyice eskimiş taş binalar ve sadelik geleneği, Welton’ı dış dünyadan ayırıyordu.

Müdür Nolan, Pazar günü kilisenin önünde dikilen bir papaz gibi durmuş, öğrencilerle anne babalarının vedalaşmalarını izliyordu. Charlie Dalton’un annesi, oğlunun gözlerine düşen bir tutam saçı itti ve onu sımsıkı kucakladı. Knox Overstreet’in babası, kampusun etrafını dolaşırlarken öğütler verdiği oğlunun elini şefkatle sıktı. Neil Perry’nin babası kaskatı dikiliyor, oğlunun ceketindeki başarı armalarına bakıyordu. Todd Anderson yalnızdı, ayakkabısıyla bir taşı topraktan çıkarmaya çalışıyordu. Annesiyle babası, biraz ileride başka bir çiftle konuşuyorlar, oğullarıyla ilgilenmiyorlardı. Sıkıntıyla yere bakan Todd, Müdür Nolan kendisine yaklaşıp isim etiketini okumaya çalıştığında neye uğradığını şaşırdı. “Ah, Bay Anderson. Burada yapmanız gereken çok şey var, genç adam. Ağabeyiniz en iyi öğrencilerimizden biriydi.” “Teşekkür ederim, efendim,” dedi Todd, zor duyulur bir sesle. Nolan yürüdü; anne babalarla öğrencilerin yanından geçti, hepsini gülümseyerek selamlıyordu. Bay Perry ile Neil’in yanına gelince durdu. Elini Neil’in omzuna koydu. “Sizden çok şey bekliyoruz, Bay Perry,” dedi Neil’e

Teşekkür ederim, Bay Nolan.” “Bizi hayal kırıklığına uğratmayacaktır” dedi Neil’in babası, Bay Nolan’a. “Değil mi Neil?” “Elimden geleni yapacağım, efendim.” Nolan, Neil’in omzunu okşayıp yürümeye devam etti. Oğlanların birçoğunun çenelerinin titrediğini, belki de ilk kez anne babalarıyla vedalaşırlarken gözlerinin dolu dolu olduğunu fark etti. “Burayı seveceksin” dedi bir baba, gülümseyerek el salladı ve hızlı adımlarla uzaklaştı. Bir başka baba, “Bebek olma!” diyerek, korkuyla gözyaşı döken oğlunu azarladı. Anne babalar yavaş yavaş dağıldılar; arabalar gitti. Wermont’un yeşil fakat soğuk ormanlarındaki Welton Akademisi, genç öğrencilerin yeni eviydi artık. “Ben eve gitmek istiyorum!” diye ağladı bir oğlan. Üst sınıflardan biri sırtını okşayarak, binanın kapısına götürdü onu

2 Mart 2022 Çarşamba

Mary Roberts Rinehart – Sarı Oda Kitabını PDF İndir

 


O HAZİRAN SABAHI tirende giderken Carol Spencer, hiç de fevkalâde olaylar arifesinde olan bir insana benzemiyordu. Güzel ve şık giyinmiş bir genç kızdı. Annesiyle birlikte New York’tan yola çıkmışlardı. Annesini bir iki hafta kalmak üzere New Port’ta ablasının yanına bıraktıktan sonra, bir daha hiç görmek istemediği sayfiye evlerini hazırlamak üzere Maine’ye gidecekti. Şimdi biraz dinlenmeye gayret ediyordu. Annesi, Bayan Spencer de yanındaki koltukta, sanki pek yorgunmuş gibi arkasına yaslanmış, gözlerini kapamıştı. Halbuki bütün yaptığı istasyona gelirken taksiye binip, taksiden inmek olmuştu. Carol’un kolları ise, çantaları ve ağabeysi Greg’in golf sopalarını taşımaktan ağrıyordu. Bayan Spencer gözlerini açmadan,

 “Acaba biraz ilâç alsam mı? İçimde bir baygınlık var,” diye söylendi. Carol, “Eğer yanınızda yoksa alamazsınız. Çünki bavulların hepsi bagajda,” dedi. Bunun üzerine Bayan Spencer sadece bir bardak su içmeye karar verdi. Ve Carol kâğıt bardakla ona suyunu getirdi. Sonra boşalan bardağı avucunda buruşturup pencerenin içine koydu. Annesi onun bu hareketini tenkid eder gibi ince kaşlarını kaldırdı.

Fakat hiçbir şey söylemeden gene arkasına yaslandı. Carol yan gözle onu seyre koyuldu. Muntazam bir profili vardı. Uçları aşağıya kıvrık ağzı, şikâyetçi bir ifade taşıyordu. Sade, fakat şık giyinmişti. Kocasının ölümünden beri hastalıklı, hırçın bir kadın olmuştu. Savaşın bütün ümitlerini yıktığı Carol ise, henüz yirmidört yaşında olmasına rağmen, evde kalmış bir kız gibi annesine bakmakla görevlendirilmişti. Şimdi de, annesinin saçma bir kaprisi yüzünden, sayfiye evini yaz için hazırlamaya gidiyordu. Carol bunları düşünerek, rahatsız olmuş gibi oturduğu yerde kıpırdandı. Maine’ye gitmek istemiyordu. Onun arzusu orduda bir vazife almak, yahut hemşire olmaktı. Gençti, sıhhatliydi. Bu işlerden birinde faydalı olabilirdi. Fakat bundan sadece bahsetmek dahi, annesinin kalb krizi dediği sinir buhranlarına sebep oluyordu. Onun için işte burada, kucağı savaş haberleri yazan gazetelerle dolu, bacaklarına Greg’in golf sopaları batarak oturmaktaydı.

Bıkkın bir tavırla sopaları öteye itti. Tabiî annesinin bu arzusuna ilk başta itiraz etmiş, “Neden Maine’ye gidiyoruz sanki?” demişti. “Bana kalırsa Gr 

— “Dua et ki, annemle beraber yaşamıyorsun?” Elinor, “Allaha şükür yaşamıyorum,” dedikten sonra âdeti olduğu üzere, Allahaısmarladık, bile demeden telefonu kapadı. Elinor böyleydi işte. Tiren yeknesak seslerle ilerlerken Carol düşünmeye devam etti. Tabiî Greg için elinden geleni yapmayı isterdi. Ağabeysi bunu haketmişti. Otuz dört yaşında hava yüzbaşısı olmuş, Pasifik’te düşmana duman attırmıştı. Şimdi bir aylık izinle eve geliyordu. Kazandığı madalyayı cumhurbaşkanı bizzat takacaktı. Carol savaşla ilgili bu düşünceleri bırakıp, ev için yapılmış ve yapılacak işleri zihninde sıralamaya başladı. Şu anda ellerindeki üç hizmetçi Park Avenue’deki apartmanda, halıları naftalinlemek, abajurlara kâğıt kaplamakla meşguldüler. Carol’un kendisi de yola çıkıncaya kadar durmadan çalışmış, kalın perdeleri indirmiş, kışlıkları kaldırmıştı. Bu sırada annesi onun düşüncelerini okumuş gibi konuştu. 

— “Kürklerimi naftalinleyip kaldırdın değil mi?” 

— “Tabiî kaldırdım, anneciğim.

Torbaları sizin önünüzde kapadım ya.” 

— “Peki Greg’in elbiseleri ne oldu?” 

— “Yazlıkları zaten Crestview’de bırakmıştık.” Konuşma burada kesildi. Bayan Spencer, ağzı hafifçe aralık olarak uykuya daldı. Carol da tekrar, Maine’deki Crestview isimli sayfiye evine gitmekten duyduğu hoşnutsuzluğu düşünmeye koyuldu. Tabiî bunun asıl sebebi harbde ölen nişanlısı Don’un babası Albay Richardson’du. Üstünden bir yıl geçtiği halde hâlâ oğlunun ölümünü kabul etmemişti. Geçen yaz sık sık Carol’u görmeye evlerine gelmiş ve her seferinde oturup endişeli bakışlarla onu seyretmişti. 

—”İleride evim Don’a kalacak, Carol. Orada çok rahat edeceksiniz. Yeni bir kalorifer kazanı koydurdum.” Carol bu düşünceleri kafasından atarak yapılacak şeyleri plânlamaya başladı. O gün, 1944 yılının 15 haziranı, perşembe günüydü. Pazara kadar New Port’ta ablası Elinor’un yanında kalacaktı. Sonra, annesini birkaç gün için orada bırakıp, hizmetçilerle buluşmaya Boston’a gidecek, oradan hep birlikte Maine’ye hareket edeceklerdi.

Tabiî evde hiçbir şeyi hazır bulmalarına imkân yoktu. Oraya gitmeye âniden karar verilmişti. Gerçi bekçinin karısı Lucy Norton’a, evi temizlemesi için telgraf çekmişti, ama ev çok büyüktü. Şayet Lucy yanında çalıştıracak birini bulabilirse… Hemen arkasından bunun imkânsız olduğunu düşündü. Her halde bahçe de bakımsız bir haldeydi. Bahçıvanlardan sadece George Smith kalmıştı. O da, mal sahiplerinin oraya geleceğinden haberdar olmadığı için otları bile temizlemeye vakit bulamıyacaktı. Mutfaktaki kömür ocağını yakmak jçin hizmetçi Maggie’nîn bahçeden kömür taşıması icap edecekti. Maggie yirmi yıldır yanlarında aşçılık yapıyordu. Güçlü, kuvvetli bir kadındı. Ötekilerin ikisi de gençtiler: Belki arada sırada onları kasabadaki sinemaya götürürse, gönülleri olur, bütün yaz yanlarında çalışırlardı. Yalnız, kasabaya gitmek için benzini nereden bulacaklardı? Carol içini çekti. Tiren, yoluna devam ediyordu. İçerisi son derece kalabalık ve sıcaktı. Yolcular bunalmış bir haldeydiler.

İçlerinde neşeli olanlar sadece genç subaylardı. Koridorda bir oraya, bir buraya gidip geliyorlar, geçerken de Carol’u manalı bakışlarla süzüyorlardı. Genç kız onları ve onları bekliyen âkıbeti düşünmemeye kendini zorladı. Tekrar Crestview’deki durumu hayalinde tasarlamaya koyuldu. Sıcaklar erken bastırdığından orada sayfiye evleri bulunanlar çoktan gelmiş olmalılardı. Spencer’lerin geleceğinden haberleri olmadığından hiç olmazsa birkaç gün için Carol’u rahat bırakırlardı. Fakat Albay Richardson’ un derhal haberi olurdu. Çünki evi hemen tepenin eteğindeydi ve kendisi daima bahçede veva terasta oturup postacıyı beklerdi. Carol bunu hatırladığı zaman içi burkuldu. Geçen yaz ne zaman karşılaşsalar Albay, “Don geldiği zaman,” veya, “Don bacağı savaş haberleri yazan gazetelerle dolu, bacaklarına Greg’ in golf sopalan batarak oturmaktaydı. Bıkkın bir tavırla sopaları öteye itti. Tabiî annesinin bu arzusuna ilk başta itiraz etmiş, “Neden Maine’ye gidiyoruz sanki?” demişti. “Bana kalırsa Greg, New York’ta, yahut Elinor’un yanında New Port’ta kalmayı tercih eder. Virginia’ya yakın olmak istivecektir. Ne de olsa nişanlısı.

” Fakat Bayan Spencer katî kararını vermişti bir kere. “Virginia isterse Maine’ye gelebilir,” dedi. “O korkunç ormanların sıcağından sonra Greg’in serin havaya ihtiyacı var. Bunu senin benden daha iyi takdir etmen icap eder.” Bu lâf üzerine Carol ister istemez susmuştu. Lâkin New Port’ta oturan Elinor’a telefon ettiği zaman, ablası bunun son derece saçma bir fikir olduğunu söyledi. 

— “Bunun kadar budalaca iş görmedim,” dedi. “O koskoca evi açacaksınız. Hem de sadece üç hizmetçi ile!” 

— “Dua et ki, annemle beraber yaşamıyorsun?” Elinor, “Allaha şükür yaşamıyorum,” dedikten sonra âdeti olduğu üzere, Allahaısmarladık, bile demeden telefonu kapadı. Elinor böyleydi işte. Tiren yeknesak seslerle ilerlerken Carol düşünmeye devam etti. Tabiî Greg için elinden geleni yapmayı isterdi. Ağabeysi bunu haketmişti. Otuz dört yaşında hava yüzbaşısı olmuş, Pasifik’te düşmana duman attırmıştı. Şimdi bir aylık izinle eve geliyordu.

Kazandığı madalyayı cumhurbaşkanı bizzat takacaktı. Carol savaşla ilgili bu düşünceleri bırakıp, ev için yapılmış ve yapılacak işleri zihninde sıralamaya başladı. Şu anda ellerindeki üç hizmetçi Park Avenue’deki apartmanda, halıları naftalinlemek, abajurlara kâğıt kaplamakla meşguldüler. Carol’un kendisi de yola çıkıncaya kadar durmadan çalışmış, kalın perdeleri indirmiş, kışlıkları kaldırmıştı. Bu sırada annesi onun düşüncelerini okumuş gibi konuştu. 

— “Kürklerimi naftalinleyip kaldırdın değil mi?” 

— “Tabiî kaldırdım, anneciğim. Torbalan sizin önünüzde kapadım ya.” 

— “Peki Greg’in elbiseleri ne oldıı?” 

— “Yazlıkları zaten Crestview’de bırakmıştık.”


Favorilere Ekle Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş Friendfeed'de Paylaş RSS



Yazarlar

A. Kadir (1) A.P.Martinich (1) Abdulhak Sinasi Cinar - Fehim Bey ve Biz.pdf (1) Abdullah Uçman (1) Abdullah Ziya Kozanoğlu (3) Abdülhak Şinasi Hisar (2) Abraham Galante (1) Adalet Ağaoğlu (2) ADEM GÜNEŞ (1) Adrian Goldsworthy (1) Agatha Christie (2) Agnes Michaux (1) Ahmed Ağaoğlu (1) Ahmed Arif (1) Ahmed Hulusi (1) Ahmet Aydın (1) Ahmet Batman (1) Ahmet Gülüm (1) Ahmet Hamdi Tanpınar (1) Ahmet İnam (1) Ahmet Nacar (2) Ahmet Rasim (2) Ahmet Semih Mümtaz (1) Ahmet Şerif İzgören (4) Ahmet Ümit (1) Ajit K. Mohanty (1) Akın Karagöz (1) Ala Sivas (1) Alaeddin Şenel (1) Alain Badiou (1) Alan Lightman (1) Alan Sokal (1) Alberto Manguel (2) Alejandro Guillermo Roemmers (1) Aleksandr Sergeyeviç Puşkin (1) Alfred Adler (1) Ali Çankırılı (1) Ali Jean Çorakçı (1) Ali Kuzu (1) Ali Smith (2) Amy A. Bartol (1) Amy Silver (1) Andre Maurois (1) Anna Todd (1) Anthony D. Smith (1) Antoine de Saint-Exupéry (1) Anton Çehov (1) Ara Avedisyan (1) Ashlee Vance (1) Ashton Lee (1) Aslı Erdoğan (2) Asuman Susam (1) Atilla Atalay (1) Aydın Büke (4) Ayfer Tunç (2) Ayhan Tekineş (1) Aykut Tanrıkulu (1) Ayn Rand (2) Ayşe Gouverneur (1) Ayşe Şasa (1) Aziz Nesin (2) B. Tolga Sasık (1) Bahaeddin Ögel (1) Barış Kılınç (1) Barry Norman (1) Başak Yaman Yeroğlu (1) Bear Grylls (1) Bernard Shaw (2) Berrin TÜRKOĞLU (1) Bibi Dumon Tak (1) Bilge Karasu (1) Brian McClellan (1) Bryan Sykes (2) Burak Göral (1) Burak Turna (1) Burçe Bahadır (1) Burçin Ş. Yalçın (1) Bülent Diken (1) Bülent Güven (1) Cahit Irgat (2) Cahit Uçuk (1) Caitlin Moran (2) Camille Bordas (1) Can Başkent (7) Can Dündar (6) Canan Efendigil Karatay (1) Cante Jondo Şiiri (1) Carl Gustav Jung (2) Carl Sagan (3) Cem Altınsaray (1) Cemal Süreya (2) Cemal Yıldırım (1) Cemil Meriç (4) Cenk Durmuşkahya (2) Cevat Abbas Gürer (1) Charles Darwin (1) Christiane F. (1) Christie Golden (1) Christina Daniels (2) Chuck Palahniuk (1) Claude Levi-Strauss (1) Colette Estin (1) Connie Willis (1) Craig Fryhle (2) Cuma Bozkurt (1) Curtis Sittenfeld (1) Çağlar Sunay (1) Çetin Baytekin (1) Daniel Goleman (1) Daniel Kahneman (1) Darhan Hıdıraliyev (1) David Almond (2) David Eagleman (1) David Henry Wilson (1) David S. Kidder (1) Dean Burnett (1) Dean Koontz (3) Demir Özlü (1) Didar Çelikkanat (1) Dimitrios Katsikas (1) Doğan Hasol (1) Doğan Yurdakul (1) Doris Lessing (2) Doris Pilkington (1) Dostoyevski (2) Dr. Jekyll ve Mr. Hyde PDF İndir (1) E. L. James (1) Edmondo De Amicis (1) Eduardo Galeano (5) Eduardo Galeno (1) Ekrem Acar (1) Eleanor H. Porter (1) Eleanor Wood (1) Elif Ayla (1) Elif Şafak (1) Elisabeth Craven (1) Elisabeth M. Dodge (1) Eloise James (1) Emin Akif Ersoy (1) Emin Çölaşan (1) Emin Ergen (1) Emine Sevgi Özdamar (1) Emre Kongar (1) Emrullah Erdinç Kitapları (1) Encore Kitap (1) Engin Altelli (1) Enid Blyton (1) Ercan Kumcu (1) Erdal Demirkıran (1) Erdal Sarızeybek (1) Erhan Ateş (1) Eric Ries (1) Erich Von Daniken (2) Ernesto Che Guevara (2) Erol Manisalı (1) Erol Mütercimler (2) Evrim Çalkavur (1) Faruk Duman (2) Faruk Tuncer (2) Fatih Bayhan (1) Fatih Korkmazlar (1) Federico Garcia Lorca (1) Feraye Sünev Çokgürses (1) Ferdinand Von Schirach (1) Ferhan Şensoy (2) Fethiye Çetin (1) Fevzi Çakmak (1) Franz Kafka (3) Frida Nilsson e kitap indir (1) Fuat Sezgin (1) G. H. Hardy (1) Gabriel Garcia Marquez Kitabını İndir (1) Gary Small (1) Gennifer Albin e kitap indir (1) George Orwell (3) Giovanni Guareschi (2) Graham Greene (1) Graham Solomons (2) Gregory Dart (1) Greil Marcus (1) Grigory Petrov (1) Gülden Şen (1) Güler Kazmacı (1) Gülten Dayıoğlu (1) Hagop Mıntzuri (1) Hakan Evrensel (1) Hakan Yaman (1) Hal Edward Runkel (1) Halid Ziya Uşaklıgil (1) Halide Edib Adıvar (10) Halit Ertugrul (1) Haluk Yavuzer (1) Handan Kılıç (1) Haruki Murakami (1) Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi (1) Hasan Basri Efendi (1) Hasan Tuncay (1) Henri Loevenbruck (3) Henry David Thoreau (1) Holly Black e kitap indir (1) Homo Deus (1) Homo sapiens (1) Honore De Balzac (1) Hüseyin Cöntürk (1) Hüseyin Namık Orkun (1) Hüseyin Nihal Atsız (1) HypnoBirthing (1) Igor Stravinsky (1) Ivan Illich (1) İbn Battuta (1) İbrahim Canan (1) İbrahim Sertkaya (2) İhsan Latif (1) İlber Ortaylı (3) İlhan Uçkan (1) İlona Andrews (2) İshak Sunguroğlu (1) İskender Pala (3) İsmet Demir (1) İzzet Bozkurt (1) J. R. R. Tolkien (1) J.G. Sandom (1) Jaap Ter Haar (1) Jack London (1) Jacob Ludwig Carl Grimm (1) James Greer (1) Jane Casey (1) Jean Bricmont (1) Jean Dominique Bauby (1) Jean-Jacques Rousseau (1) Jeff Kinney (1) Jeff Sutherland (1) Jenny Lawson Lawson (1) Jenny Lawson Lawson e kitap indir (1) Jeremy Bernstein (1) Jesse Bering (1) Jheni Osman (1) Joan Aiken (3) Joan D. Vinge (1) Johan Harstad (1) Johann Wolfgang von Goethe (1) John Berger (1) John Coleman (1) John Fowles (2) John Gray (1) John Gribbin (1) John Grisham (2) John Katzenbach (1) John Lloyd (1) John Mitchinson (1) John R. Searle (1) John Scalzi (2) John Steinbeck (2) Jolan Chang (1) Jonathan Safran Foer (1) Jose Rodrigues Dos Santos (1) Jose Saramago (1) Joseph Conrad (1) Jules Verne (2) Juli Zeh (1) Julian Assange (1) Julian Stallabrass (1) Julie Kenner Kitabını PDF İndir (1) K. Beck e kitap indir (1) Kaan Arer E kitap indir (1) Karl Marx (2) Katarina Mazetti (1) Kazım Karabekir (3) Kemal Beydilli (1) Kemal Ekin Aysel (1) Kemal H. Karpat (1) Kemal Sülker (1) Kemalettin Tuğcu Kitapları (40) Kevin Hogan (1) Kevin Mitnick (1) Kiyohiro Miura (1) Kurt Vonnegut (1) Kürşat Başar (1) Laura S. Matthews (1) Leigh Bardugo (1) Leo Panitch Chibber (1) Leyla Azzam (1) Leyla Erbil (1) Leyla Erbil'e Mektuplar (1) Leyla Sabah (1) Lord Jim (1) Lucy Vincent (2) M. Âkif Ersoy (1) M. İlin & E. Segal (1) M. Scott Peck (1) M. Şükrü Hanioğlu (1) Mahfi Eğilmez (1) Mahlon B. Hoagland (1) Mahmut Makal (2) Marcel Ayme (1) Marcel Proust (1) Marcus Thompson (1) Margaret Atwood (1) Maria Montessori (1) Marie Mongan (1) Marlo Morgan (2) Martin Pistorius (2) Mehmet Altan (1) Mehmet Barlas (1) Mehmet Emin Ay (1) Mehmet Kara (2) Mehmet Kartal (1) Mehmet Önder (1) Mehmet Rauf (2) Mehmet Reşit Öztoprak (1) Melik Duyar (1) Melisa Gürpınar (1) Melissa Panarello (1) Memduh Şevket Esendal (1) Mert Altınkaynak (1) Metin And (1) Metin Üstündağ (1) Mıgırdiç Margosyan (1) Michael Brooks (1) Michael Connelly (1) Michael Grant (2) Michael Kohlmeier (1) Michael Korz (1) Michael Löwy (1) Michel Foucault (1) Michio Kaku (2) Mikita Brottman (1) Mim Kemal Öke (1) Mina Urgan (4) Minati Panda (1) Morris Rossabi (1) Muammer Taşçıkan (1) Muhsin Batur (1) Murat Özer (1) Musaffer Kılıç (1) Mustafa Çokay: Hayatı (1) Mustafa Kemal (2) Mustafa Ziyalan (1) Mutlu Dinçer (1) Müjdat Gezen (1) N. G. Çernışevskiy (1) Nalân Mahsereci (1) Namık Kemal (1) Nasır-ı Husrev (1) Nasiruddin Tusi (1) Nazif Ekzen (1) Necati Aydın (1) Necati başaran (1) Necati Demiroğlu (1) Necdet Sakaoğlu (2) Necip Fazıl Kısakürek (2) Necmeddin Sahir Sılan (1) Neda Olsoy (1) Nejat Bozkurt (1) Nicholas Carr (1) Nick Sandberg (1) Nicole Blake (1) Nihat Erim (1) Nil Peri Gökçe (2) Nilgün Marmara (1) Niyazi Berkes (1) Noah D. Oppenheim (1) Nurer Uğurlu (1) Nursel Duruel (2) Olcay Yılmaz (1) Oliver Sacks (2) Onur Ataoğlu (2) Orhan Boran (1) Orhan Gökdemir (1) Orhan Karaveli (2) Orhan Kurmuş (1) Orhan Pamuk (3) Osman Evcan (2) Osmanzade Hüseyin Vassaf (1) Ömer Asım Aksoy (1) Ömer Seyfettin (4) Öner Ünalan (1) Özcan Köknel (1) Özcan Yılmaz (1) Özgür Bacaksız (1) Özgür Bolat (1) Özgür Topyıldız (1) Pablo Neruda (1) Patricia Highsmith (1) Patti Smith (1) Paul Auster (1) Paul Berna (1) Paul Davies (1) Peyami Safa (5) Philip K. Dick (1) Philippe Sollers (1) R.I. Page (1) Rachel Hawkins e kitap indir (1) Rachel Walker (1) Ramazan Balcı (1) Ramazan Şeşen (1) Ray Bradbury (1) Rebecca Solnit (1) Recaizade Mahmut Ekrem (1) Reha Ülkü (1) Reinhold Hartmann (2) Rene Girard (1) Rene Jean Dupuy (1) Reşad Ekrem Koçu (1) Reşat Nuri Güntekin (6) Ricardo Coler (1) Richard Dawkins (3) Richard Feynman (1) Richard Tillinghast (1) Robert Ludlum (1) Robert Philipson (1) Robin Cook (1) Robin Wasserman (1) Roger Garaudy (1) Roger Penrose (2) Rosi Braidotti (1) ry Dart (1) Sabahattin Ali (1) Sadık Hidayet (2) Sait Aytemur (1) Savaş Çoban (1) Scott Maxwell (1) Sefa Saygılı (1) Sefer Turan (1) Selçuk Aydemir (1) Selçuk ÖZTÜRK (1) Selim Yeniçeri (1) Selin Ongun (1) Semih Gümüş (1) Senail Özkan (1) Sergey Lukyanenko (1) Serkan Özel (2) Seth Godin (1) Sevan Nişanyan (2) Seyyid Muradi (1) Sibel Özbudun (1) Sidney Finkelstein (1) Simon Crittle (1) Simone De Beauvoir (2) Sinan Meydan (1) Soner Yalçın (1) Stefan Zweig (5) Stephen King (6) Stephen Lundin (1) Steve Silverman (1) Steve Stewart-Williams (2) Steve Tesich (1) Steven Spielberg (1) Suat Yağmuroğlu (1) Susan Sontag (1) Suzy Favor Hamilton (1) Svagito R. Liebermeister (1) Sylvia Nasar e kitap indir (1) Şahin Uruk (1) Şermin Çarkacı (1) Talat Aydemir (1) Talip Apaydın (1) Tamer Korugan (1) Tami Hoag (1) Tanıl Bora (1) Tarık Akan (1) Tarık Buğra (2) Tekin Ertuğ (2) Terry Eagleton (1) Tess Gerritsen (1) Tevfik Taş (1) Tezer Özlü (2) Theodor Herzl (1) Thomas Bernhard (2) Thomas Hobbes (1) Tom Knox PDF indir (1) Tove Skutnabb-Kangas (1) Tuba Ezici (1) Tuğçe Işınsu (1) Tunca Arslan (1) Turgut Uzer (1) Uğur Canpolat (1) Uğur Mumcu (1) Umay Umay (1) Ursula K. Le Guin (2) Ümit Zileli Kitabını İndir (1) Vedacarya David Frawley (1) Vefa Zat (1) Vera Tulyakova Hikmet (2) Viktor E. Frankl (1) Virginia Woolf (3) Vladimir Arsenyev (2) W. B. Yeats (1) W. R. Reinfeld (1) Wassily Kandinsky (1) Werner Herzog (2) Wilbur Smith (1) Wilhelm Carl Grimm (1) Wilhelm Reich (1) William Gibson (1) William Hope Hodgson (1) William Saroyan (1) Wolfgang Smith (1) Woody Allen (2) Yakup Kadri Karaosmanoğlu (2) Yalçın Küçük (1) Yaşar Ayaşlı (2) Yaşar Kemal (1) Yılmaz Erdoğan (1) Yılmaz Özdil (3) Yılmaz Öztuna (4) Yolande Mukagasana (1) Yuri Bondarev (1) Yusuf Akçura (1) Yusuf Halaçoğlu (1) Yuval Noah Harari (4) Zafer Okur (1) Zafer Toprak (1) Zecharia Sitchin (2) Zeki Kayahan Coşkun (1) Zeki Tez (2) Zeynep Cemali (1) Zeynep Selvili Çarmıklı (1) Ziya Gökalp (4) Zubritski Mitropolski Kerov (1)

Yayın Evleri

ABM Yayınevi (1) Adam Yayıncılık (1) Alfa Yayıncılık (7) Alkım Kitabevi (1) Alter Yayınları (4) Altıkırkbeş Yayınları (5) Altın Kitaplar (13) Ankara Okulu Yayınları (1) Anonim Yayınları (3) Ant Yayınları (1) Arkadya Yayınları (1) Artemis Yayınları (2) Artshop Yayıncılık (1) Arya Yayınları (2) Aşk Kitapları (61) Ataç Yayınları (1) Aykırı Yayınları (2) Ayrıntı Yayınları (7) Babıali Kültür Yayıncılığı (3) Bağlam Yayıncılık (1) Berikan Yayınevi (1) Bilgi Yayınları (2) Bilim ve Gelecek Yayınları (2) Birey Yayıncılık (1) Bordo Siyah Yayınları (1) Butik Yayınları (1) Buzdağı Yayınları (1) Can Yayınları (45) Cinius Yayınları (1) Cumhuriyet Yayınları (1) Çığır Kitabevi (1) Çınar Yayınları (2) Çitlembik Yayınları (1) DBY Yayınları (2) Dergah Yayınları (1) Destek Yayınları (3) Dharma Yayınları (1) Doğan Kitap (8) Doğu Batı Yayınları (1) Domingo Yayınevi (3) Düşünbil Yayınları (1) E Yayınları (1) Eğitim Sen Yayınları (1) Eksik Parça Yayınları (1) Elit Kültür Yayınları (1) Elma Yayınevi (3) Epsilon Yayınları (3) Etkileşim Yayınları (1) Everest Yayınları (10) Evrensel Basım Yayın (7) Genç Destek Yayınları (1) Geyik Yayınları (1) Gün Yayıncılık (3) Hayy Kitap (6) Islık Yayınları (1) Işık Yayınları (2) İleri Yayınları (1) İletişim Yayınları (23) İmge Kitabevi (1) İnkılap Kitabevi (11) İnsan Yayınları (1) İnter Yayınları (1) İş Bankası Kültür Yayınları (9) İşaret Yayınları (1) İthaki Yayınları (4) İz Yayıncılık (2) İzgören Yayınları (1) Kapı Yayınları (1) Kavram Yayınları (1) Kaynak Yayınları (1) Kırmızı Kedi Yayınevi (9) Kitap Zamanı Yayınları (1) Kitsan Yayınevi (1) Koç Üniversitesi Yayınları (1) Kodlab Yayınları (1) Kolektif Kitap (4) Koridor Yayıncılık (2) Köxüz Yayınları (1) Kuraldışı Yayınları (1) Kurtuba Kitap (2) Kurtuba Yayınları (1) Kuzey Yayınları (2) Kültür Bakanlığı Yayınları (1) Kültür Kitapları (8) Litera Yayıncılık (1) Literatür Yayıncılık (5) Martı Yayınları (6) Maya Kitap (2) MediaCat Yayınları (4) Meta Yayınları (1) Metis Yayıncılık (2) Metis Yayınları (6) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları (2) Milliyet Yayınları (5) Mobidik Yayınları (1) Nemesis Kitap (2) Nesil Yayınları (4) Nesin Yayınevi (1) Nobel Akademik Yayıncılık (1) Nokta Yayıncılık (1) Notos Kitap (3) Oda Yayınları (1) ODTÜ Yayıncılık (3) Oğlak Yayıncılık (1) Okuyan Us Yayınları (2) Okyanus Yayıncılık (1) Olimpos Yayınları (1) Optimist Yayınları (1) Ortaoyuncular Yayınları (1) Overteam Yayınları (1) Ötüken Neşriyat (7) Ötüken Neşriyat Yayınları (4) Özgür Yayınları (1) Pan Yayınları (2) Panama Yayıncılık (1) Paradoks Kitap (1) Parola Yayınları (1) Payel Yayınevi (1) Pegasus Yayınları (4) Phoenix Yayınları (2) Pinhan Yayıncılık (1) Plato Film Yayınları (2) Polat Kitapçılık (1) Portakal Yayınları (1) Pozitif Yayınları (2) Profil Yayıncılık (2) Propaganda Yayınları (8) Purnam Yayınları (1) Remzi Kitabevi (5) Ruh ve Madde Yayınları (2) Sanat A.Ş (1) Say Yayınları (5) Sel Yayıncılık (6) Siren Yayınları (2) Sis Yayınları (2) Sokak Yayınları (1) Sol Yayınları (2) Sözcükler Yayınları (1) Su Yayınevi (1) Sümer Yayınevi (1) Şule Yayınları (1) Tarih Vakfı Yurt Yayınları (1) Tekhne Yayınları (1) Tercüman Yayınları (2) Timaş Yayınları (10) Toker Yayınları (2) Truva Yayınları (1) Tudem Yayınları (3) Tübitak Yayınları (12) Türk Dil Kurumu Yayınları (1) Uğur Mumcu Vakfı Yayınları (1) Ütopya Yayınevi (1) Varlık Yayınları (4) Yabancı Yayınevi (2) Yağmur Yayınları (2) Yakamoz Yayınları (3) Yapı Kredi Yayınları (38) Yeditepe Yayınevi (1) Yediveren Yayınları (1) Yeni Akademi Yayınları (2) Yeni Avrasya Yayınları (1) Yitik Hazine Yayınları (2) Yol Yayınları (1) Yurt Kitap Yayın (3) Zafer Yayınları (1)