Budin'de
Sonbahar
Sonbaharın ilk rüzgarları Budin’in taş
sokaklarında usulca esiyordu. Tuna Nehri, sabah güneşiyle gümüş gibi parlıyor;
sararan yapraklar, suyun akışıyla dans edercesine savruluyordu. Şehir,
Osmanlı’nın Batı’ya açılan en önemli kapılarından biri olmuş, şimdi ise barışın
ve huzurun gölgesinde geçmişin izlerini taşıyordu.
Yusuf Bey, kalenin surlarından nehre bakarken
elindeki demir miğferi yavaşça çıkardı. Gözlerinde, yalnızca bir askerin değil,
içi dolu bir adamın yorgunluğu vardı. Budin’e tayini çıktığından beri aylar
geçmişti; fakat hâlâ yabancı hissediyordu kendini bu topraklarda. Toprak
Osmanlı’nındı ama sokaklarında hâlâ Macarca fısıldanıyordu. Her taşında bir
direnişin, her duvarında geçmişin yankısı…
O sabah, kale divanında olağan toplantı vardı.
Fakat Yusuf, birkaç günlüğüne izin almış, şehri tanımak ve nehir kenarındaki
eski kitapçıları gezmek istemişti. Gençliğinden beri harp sanatına olduğu kadar
kitaplara da düşkündü. Budin’deki meşhur Arslanzade Kitap Hanesi’ni duymuştu.
Söylentiye göre, buranın sahibi olan yaşlı bir adamın torunu, birçok dilde
şiirler yazan bir kadındı. Klara…
Klara, saray gibi eski taş bir konakta yaşıyor,
dedesiyle birlikte kitapların arasında zaman geçiriyordu. Şehirde onun
güzelliği kadar zekâsı da dilden dile dolaşırdı. Osmanlı paşalarının bile göz
koyduğu, ama kimseye gönül vermeyen bir ruhtu o. Babası bir zamanlar Macar
soylularındandı; savaşta kaybolmuş, annesi ise bir Osmanlı tüccarına âşık olup
bu topraklarda kalmayı seçmişti. Klara, bu iki dünyanın kesiştiği bir noktada
büyümüş, hiçbirine tam ait olamamıştı.
Yusuf ve Klara'nın yolları, Arslanzade Kitap
Hanesi'nin gül kokulu avlusunda kesişti. Klara, elinde Farsça bir şiir kitabı
tutarken, Yusuf dikkatlice raflara bakıyor, içinden bir şeyleri çözmeye
çalışıyor gibiydi. Kadının sesiyle irkildi:
“Şairin dediği gibi… ‘Aşk, sessizlikle başlar;
sonra fırtınaya döner.’”
Yusuf başını çevirdi. Göz göze geldiklerinde
zaman, birkaç saniyeliğine durdu sanki. Ne Tuna aktı, ne yapraklar düştü. O an,
iki ruh birbirine değdi; farklı dünyalardan gelen iki yalnızlık, aynı anda
tanıdı birbirini.
Yusuf hafifçe eğilerek, “Ve bazen fırtına, yıkıcı
olsa da temizleyicidir,” dedi. Klara gülümsedi.
İşte böyle başladı her şey. Ne bir harp ne de bir
komployla… Sadece bir şiirle.
Fakat Budin’de sonbahar, her zaman güzellik
taşımazdı. Rüzgârın altında bekleyen başka bir yüz vardı. Ve bu aşkın önünde,
yalnızca dil ve din değil, bir ihanetin gölgesi de vardı.
Klara, Yusuf’un yüzüne dikkatle baktı. Onda
alışık olmadığı bir şeyler vardı. Ne sadece bir askerdi, ne de şehirde sıkça
karşılaştığı buyurgan adamlardan biri. Yusuf’un duruşunda bir vakar,
konuşmasında bir ölçü, gözlerinde ise geçmişten taşan sessiz bir acı vardı.
“Bu şehir sizi içine çeker,” dedi Klara yavaşça.
“Ama bir gün uyanırsınız ve aslında hiç ait olmadığınızı fark edersiniz.”
Yusuf, raflardan bir kitap çekti. Cildi
yıpranmış, sayfaları sararmıştı. “Belki de ait olmak istemeyiz,” diye karşılık
verdi. “Ama bazı şehirler, bazı insanlar gibi… iz bırakır.”
Kitapçıdan birlikte çıktılar. Klara onu kale
yakınındaki dar sokaklardan geçirdi. Her köşe başında tarih fısıldıyordu; bazen
bir taşın oyuntusunda, bazen bir duvar yazısında... Yusuf yürürken sessizliğini
koruyor, Klara'nın anlattıklarını dikkatle dinliyordu.
Klara anlatmaya devam etti: “Budin eskiden Macar
krallarının gururuydu. Şimdi Osmanlı’nın göz bebeği. Ama bazen bir gül, hangi
bahçede açarsa açsın, köklerini unutmaz.”
“Peki sen hangi bahçedensin?” diye sordu Yusuf.
Klara bir an duraksadı. Gözlerini Tuna Nehri’ne
çevirdi. “Ben bir duvarın tam ortasında büyüdüm. Bir tarafım Macar, bir tarafım
Osmanlı. Ama en çok, nehrin sesi gibi; kime ait olduğu belli olmayan bir
sessizlikte…”
Tam o anda, sokakta bir çocuk koşarak yanlarından
geçti. Ardından, uzaklardan bir at nalı sesi duyuldu. Yusuf, sezgileriyle
gelenin sıradan biri olmadığını hissetti. Klara’nın gözlerinde beliren bir
gölge, içindeki huzuru aniden sarsmıştı.
“Kimdi o çocuk?” diye sordu Yusuf, ama Klara’nın
yüzü solmuştu.
“Dedem... Arslanzade… Onu tehdit eden biri var.
Eski bir düşman. Son zamanlarda dükkânı gözetliyorlardı. Sizi bugün orada
görmeleri iyi olmadı.”
Yusuf’un bakışları keskinleşti. “O zaman bu
sadece bir karşılaşma değilmiş,” dedi. “Kader bizi seçmiş olabilir.”
Klara elini Yusuf’un koluna koydu. “Eğer
kalırsan, artık sadece bir yeniçeri olmayacaksın. Bu şehir, seni içine çeker
ama kolay bırakmaz.”
Güneş, Budin’in üzerinde alçalmaya başlamıştı.
Nehir, akarken geçmişin sırlarını fısıldıyor; iki yabancıyı birbirine
bağlıyordu. Bir yanda doğmakta olan bir aşk, diğer yanda karanlıkta pusuda
bekleyen bir tehlike vardı.
Yusuf, gözlerini Klara’ya çevirdi. “O zaman
kalacağım. Ama sadece aşk için değil… Adalet için.”
Ve böylece, Tuna’nın sessizliğinde atılan bu ilk
adım, hem bir sevdanın hem de bir savaşın başlangıcı oldu.
Gece, Budin’in dar sokaklarına usulca çökmüştü.
Taş döşeli yollar, eski lambaların titrek ışığı altında sarımsı bir parıltıyla
parlıyor; uzaklarda nöbet değişimi yapan askerlerin ayak sesleri
yankılanıyordu. Yusuf, Klara’nın gösterdiği hanın küçük odasında, pencerenin
kenarında oturuyordu. Elinde tuttuğu sararmış kitap, bir kenara bırakılmış;
gözleri uzaklara, nehrin üzerinden sızan gece sisine takılmıştı.
Kapı hafifçe tıklatıldı.
Klara içeri girdi, elinde bir kandil ve küçük bir
örtüye sarılmış sıcak çöreklerle. “Bunlar sabaha kalmazsa daha iyi,” dedi,
gülümseyerek.
Yusuf gülümsedi. “Ne zamandır böyle bir gece
yaşamadım. Sessiz ama huzurlu.”
“Burası öyledir. Sessizliği sever ama içinde
binlerce hikâye saklar. Her köşe başında bir sır, her taşın altında bir fısıltı
vardır Budin’de.”
Yusuf, çöreği alırken bir an duraksadı. “Dedenin
düşmanı... Bahsettiğin kişi kim?”
Klara'nın gözlerindeki ışık söndü. Bir anlığına
genç bir kadından çok, yıllarca yük taşımış biri gibi görünüyordu. “Adı Ivan.
Eskiden Macar sarayına çalışan bir casustu. Dede, Budin Osmanlı’ya geçtiğinde
taraf değiştirdiğini söylemişti ama Ivan hiçbir şeyi unutmamış. Onun için dedem
bir hain... Şimdi hem dükkâna hem bana göz dikmiş olabilir.”
Yusuf’un yüzü sertleşti. “Eğer bir tehdit varsa,
önüne geçeriz.”
Klara gözlerini kaçırdı. “Sana yük olmak
istemem.”
Yusuf başını salladı. “Klara, ben bir
yeniçeriyim. Görevim yalnızca düşmanla savaşmak değil; korumak da... Bu şehir
artık bana emanet gibi. Sen de öyle.”
Bir süre sessizlik oldu. Yalnızca dışarıdaki
rüzgârın camda çıkardığı ince ses duyuluyordu.
Klara, pencereye yaklaşıp dışarı baktı. “Bir gün
bu şehir barış içinde olacak mı dersin? Ne krallar, ne paşalar... sadece
insanlar... birlikte, huzurla yaşasa?”
Yusuf usulca yanına geldi. “Bazen savaş, yalnızca
toprak için verilmez. Kalpler için de verilir. Eğer bir gün gerçekten barış
olacaksa, belki biz o yolu açanlardan oluruz.”
Göz göze geldiler. O an, ne Osmanlı vardı ne
Macar; ne düşman ne dost. Sadece iki insan… kalbinin sığınağını arayan iki
yalnız ruh.
Gecenin koyuluğu arttıkça, içeride yanan kandilin
ışığı daha belirginleşti. Sessizlik, artık korkutucu değil; sığınacak bir liman
gibiydi.
Ve o gece, Yusuf’un kalbinde Budin’e dair yeni
bir yemin doğdu: Bu şehirde barışı koruyacak, Klara’yı asla yalnız
bırakmayacak, ve geçmişin gölgelerine teslim olmayacaktı.
Sabah, Budin’in üstüne ince bir sis gibi
çökerken, sokaklar yeni bir günün hazırlığını yapıyordu. Tuna kıyısındaki
tekneler, soğuk sabah rüzgarında hafifçe sallanıyor; uzaktan çan sesleriyle
ezan sesleri birbirine karışıyor, şehir adeta iki farklı dünyanın arasına
sıkışmış gibi nefes alıyordu.
Yusuf, hanın avlusunda sabah talimi yapıyordu.
Kılıcını yavaşça savuruyor, her vuruşta geçmişin yükünü hafifletmeye
çalışıyordu. Klara, hanın penceresinden onu sessizce izliyordu. Her hareketinde
disiplin, her adımında kararlılık vardı. Ama gözlerinde… hâlâ bir yalnızlık
saklıydı.
Tam o sırada, uzak sokaktan gelen ayak sesleri ve
metalin birbirine çarpan tiz sesi duyuldu. Üç adam beliriverdi avlunun
kapısında. Üzerlerinde kaba paltolar, gözlerinde kurnaz bir dikkat vardı.
Ortadaki adam, sivri sakalı ve sol kulağındaki yara iziyle dikkat çekiyordu.
Klara’nın soluğu kesildi.
“Ivan…” diye fısıldadı.
Yusuf durdu, adamları fark ettiğinde kılıcını
indirmedi. Sessizlik gerildi, rüzgâr bir anlığına durdu sanki.
Ivan konuştu. “Budin’e yeni gelen misafirler
dikkat çekici… Hele ki Klara gibi eski bir dostun çevresindeyse, daha da merak
uyandırır.”
Yusuf ileri adım attı, kılıcını hafifçe omzuna
yasladı. “Dostlukla gelmeyenleri uğurlamayı iyi bilirim.”
Ivan gülümsedi ama gözleri soğuktu. “Bu şehir çok
şey görür, yeniçeri. Ve bazen, en büyük ihanet en sessiz gecede yapılır.”
Ardından döndü, adamlarıyla birlikte yavaşça
uzaklaştı.
Klara, Yusuf’un yanına geldi. “Başladı…”
Yusuf, kılıcını kınına yerleştirirken gözlerini
Tuna’nın kıyısında kaybolan adamlardan ayırmadı. “O zaman bitene kadar
savaşacağız.”
Güneş, Budin surlarının arkasından doğarken,
şehir yeni bir hikâyeye hazırlanıyordu. Aşk, ihanet ve özgürlüğün iç içe
geçtiği bu hikâyede ilk adım atılmıştı.
📖 Hikayeye Devam Et
Berdel: Sonsuz Dönüşüm adlı romanımızın 9. bölümüne geçmeden önce kısa bir reklam ile destek olun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder