Gecenin karanlığı, ormanın üzerinde kadim bir
yorgan gibi serilmişti. Ay ışığı ağaçların dalları arasından sızarak toprağa
gümüşi desenler bırakıyor, çalılıkların arasından yükselen sis tabakası adeta
görünmeyen bir nefes gibi zemini sarıyordu. Zaman durmuş, sadece kalp atışları
kadar belirgin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Derinliklere doğru ilerleyen
yolcular, her adımda gölgelerin içinden geçmiş zamanın yankılarıyla
yüzleşiyordu.
Arel, yüzünü örten pelerini hafifçe araladı.
Elinde tuttuğu pusula, alışılmadık bir şekilde kuzeyi değil, doğunun
derinliklerini gösteriyordu. Bu pusula, onlara geçmişte kaybolan bir ruha
ulaşma vaadiyle verilmişti. Işığın en zayıf, karanlığın en güçlü olduğu bu
bölgede, yalnızca kalplerindeki inanç yönlerini belirleyebilirdi.
Yanında yürüyen Alura, elleriyle ağaç
gövdelerine dokunarak ilerliyor, her bir kabuk çizgisine anlam yüklemeye
çalışıyordu. "Bunlar sıradan ağaçlar değil," dedi fısıltıyla,
"Her biri bir hafıza, her biri bir ömrün yankısı. Burada doğa canlı değil,
yaşayan bir tarih."
Ardından gelen Sefir, gökyüzüne gözlerini
dikmişti. Yıldızlar artık bildikleri şekillerde parlamıyordu. Onların yerine
ormanın içinden süzülen ışık kümeleri vardı; sanki bilinmeyen ruhlar, onların
gelişini izliyordu. Birden, önlerindeki toprak hareket etti. İnce çatlaklardan
yükselen beyazımsı duman, havayı keskin ve eski bir kokuya bürüdü: Nemli
toprak, yanmış otlar ve unutulmuş anıların kokusu.
Yolun sonunda devasa bir taş kemer
yükseliyordu. Üzerinde harfleri neredeyse silinmiş bir yazıt: "Gelenin adı
yok, gidenin izi kalmaz." Arel bu yazıyı okurken duraksadı. İçinde bir
ürperti hissetti. Bu eşik, yalnızca fiziksel bir sınır değil, ruhsal bir
geçişti.
Kemeri geçtiklerinde dünya değişti. Renkler
daha soluktu, sesler boğuk, zaman neredeyse tersine akıyor gibiydi. Burada
rüzgar eserse yankı yapıyor, ayak sesleri toprağa değil, gökyüzüne çarpıyordu.
Kayıp ruhların ormanına girmişlerdi.
Alura aniden dizlerinin üstüne çöktü. Gözleri
büyümüştü, bir noktaya kilitlenmişti. "Onu görüyorum," dedi
titreyerek, "Annem…" Arel hemen yanına koştu. Alura’nın gözlerinin
önünde, havada şekillenen siluetler dans ediyor, geçmişin gölgeleri ona
dokunuyordu. Bu yer, ziyaretçilerine en derin özlemlerini sunuyordu; ama bir
bedel karşılığında.
Sefir ileri atıldı ve uyarıda bulundu:
"Sakın onlara dokunmayın! Bu ormanın ruhları, duygularımızla beslenir. Ne
kadar özlersen, o kadar güçlenirler."
Fısıltılar yükselmeye başladı. Ağaçların
dalları arasından bir kadın sesi yankılandı: “Geri dön ya da burada kal.
Seçimini yap.”
Arel, elindeki pusulaya tekrar baktı. İbre, bu
kez çılgınca dönüyordu. Yön yoktu, sadece karar vardı. Kayıp ruhların yankıları
arasında ilerlemek, ya kendi benliklerini kaybetmelerine ya da gerçeğin
kapılarını aralamalarına neden olacaktı.
Birden, yerin altından gelen uğultular
yükseldi. Toprak titredi. Kuru yapraklar havalanırken, ormanın kalbi açığa
çıkmaya başladı. Tam ortada yükselen kadim bir taş sütun, üzerinde altın
işlemeli sembollerle parıldıyordu. Bu semboller, yalnızca eski kehanet
metinlerinde geçiyordu: “Yolun sonunda, yalnızca hatırlayan kalır.”
Alura fısıldadı: “Bu, bizim son sınamamız.”
Sefir ve Arel, taş sütunun etrafında bir daire
oluşturdu. Ellerini birbirine uzattılar. Tam bu anda sütun birdenbire parlamaya
başladı. Göz kamaştırıcı bir ışık onları sardı ve bedenlerini değil,
zihinlerini içine çekti.
Artık rüyaların, anıların ve bilinçaltının
birleştiği bir boyuttaydılar. Burada her şey mümkündü. Her karar bir kapı, her
düşünce bir anahtardı. Kendi içlerindeki korkularla yüzleşmeden gerçeklikten
çıkamayacaklardı.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder