Translate

Aşk Kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aşk Kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2021 Cuma

John Steinbeck – Cennetin Doğusu PDF İndir

 


Salinas Vadisi, Kuzey Kaliforniya’dadır. İki dağ sırası arasında kalan dar, uzun bir düzlüktür. Salinas Irmağı, işte bu düzlüğün ortasında, kıvrılıp bükülerek ta Monterey Körfezi’ne kadar uzanır, orada denize dökülür. Çocukluğumda, benden başka kimsenin bilmediği bazı çiçeklere ve otlara yakıştırdığım adları hâlâ hatırlıyorum. Kurbağalar nerede yaşarlar, yazın kuşlar ne zaman uyanırlar, ağaçlar ve mevsimler nasıl kokar, insanlar nasıl görünür, nasıl yürür, hatta nasıl kokarlar, onları bile hatırlıyorum. İnsanın koku belleği çok zengin oluyor. Vadinin doğusundaki Gabilan Dağları’nı da hatırlıyorum. Bunlar burcu burcu güneş ve güzellik tüten dağlardı ve insanı öyle bir çağırışları vardı ki, sevgili annenizin kucağına çıkmak ister gibi, onların o sımsıcak eteklerine tırmanmak için can atardınız. Üzerlerini kaplayan boz otlar tutkuyla el ederlerdi sanki. Santa Lucialar ise batıda, göğe doğru dimdik yükselir, vadiyi açık denizden ayırırlardı. Karanlık ve iç sıkıcıydılar. Tehlikeli ve düşmanca bir görünüşleri vardı. Kendimi bildim bileli, batıdan korkmuş, doğuya sevgi duymuşumdur. Bu duygu bana nereden gelmiş, nasıl yerleşmiştir bilemem ama, belki de sabahın Gabilanların doruklarından gelmesi, geceninse Santa Luciaların yamaçlarından yayılmasıdır bunun nedeni. Bu dağlara beslediğim duygularda, günün doğuşunun ve ölüşünün de payı vardır kesinlikle.

Vadinin iki yamacındaki tepelerin yarıklarından süzülen bir sürü küçük dere, aşağıda Salinas Irmağı’na karışırdı. Şiddetli yağmurların yağdığı kış mevsimlerinde bu derecikler sel gibi akarak ırmağı öyle kabartırlardı ki, yatağı silme dolar, coşar, taşardı. Bir felaket olurdu işte o zaman. Ekili toprakların çevrelerindeki çitleri yıkar, dönümlerce araziyi siler süpürür, samanlıkları, evleri önüne katarak, yuvarlaya döndüre götürürdü. İnekleri, domuzları, koyunları çamurlu kara sularında boğar, denize sürüklerdi. İlkbaharın sonlarına doğru, ırmak yatağına çekilince, kumlarla kaplı kıyılar yine ortaya çıkardı. Irmak, yazın, toprağın hemen yüzüne yapışmış gibi akardı. Dik ve yüksek yamaçların dibindeki, derin girdap çukurlarında birikmiş suların oluşturduğu birkaç gölcük kalırdı yalnız. Saz ve otlar yeniden biter, söğütler, tepelerindeki dallara takılı kalmış sel artıklarıyla yeniden doğrulurlardı. Salinas Irmağı, yılın ancak yarısında vardı. Yaz güneşini görünce, yeraltına saklanırdı. Öyle pek matah bir ırmak değildi ama, elimizdeki tek ırmaktı. Bu yüzden de, yazları ne kadar kuru, kışları da ne kadar taşkın olduğunu anlatarak övünürdük. Elinizde başka bir şey olmadı mı, neyiniz varsa onunla övünürsünüz işte. Hatta ne kadar az şeyiniz varsa, o kadar çok övünmek gereğini duyarsınız.

Salinas Vadisi’nin dağ sıraları arasındaki tabanı dümdüzdür. Çünkü bu vadi gerçekte, denizin yüz mil uzunluğundaki eski bir girintisinin dibidir. Moss Landing’deki ırmak ağzı yüzyıllar önce bu upuzun körfezin girişi imiş. Babam bir seferinde, vadinin elli mil aşağısında bir kuyu açmıştı. Delgi önce toprak, sonra çakıl çıkarmış, sonra da deniz kabukları, hatta beyaz balina kemiği parçaları dolu bembeyaz deniz kumu çıkarmıştı. Yirmi ayak derinliğindeki kumdan sonra yeniden kara toprak başlıyordu. Hatta o yürümeyen, dağılmayan kızılağaçlardan bir parça bile çıkmıştı. Vadi, deniz kaplamadan önce bir ormanla kaplı olmalıydı. Ve bütün bunlar, burada, tam bizim ayaklarımızın altında olup bitmişti. Bazı geceler, bana, hem denizi hem de kızılağaç ormanını ayaklarımın altında duyuyorum gibi gelirdi. Vadinin genişçe, düz yerlerinde toprağın üst tabakası oldukça bereketli ve derindi. Şöyle bolca yağan kış yagmurlarıyla her taraf ota çiçeğe keserdi hemen. Yağışların iyi gittiği yıllarda açan bahar çiçekleri inanılmayacak kadar güzel olurdu. Vadinin bütün tabanını ve dağların eteklerini gelinciklerle bakla çiçekleri örtüverirdi. Vaktiyle bir kadın bana, aralarına beyazlar da konursa, renkli çiçeklerin daha parlak görüneceklerini, renklerinin daha iyi belireceğini söylemişti.

Mavi bakla çiçeklerinin de taç yapraklarından her birinin kıyısında beyaz bir şerit vardır, işte bu yüzden bakla çiçeği tarlalarının ne kadar mavi olabileceğini, görmeden imkânı yok düşünemezsiniz. Bu çiçeklerin arasında, yer yer, Kaliforniya gelinciklerinden serpintiler de olurdu. Gelinciklerin alev alev yanan öyle bir renkleri vardı ki, hiçbir şeye benzemezdi, ne portakal rengine ne altın rengine. Yalnız saf altın erise de sonra kaymak bağlasa, işte bu kaymağın rengi gelinciklerin rengine benzeyebilirdi ancak. Mevsim sonuna doğru sarı hardallar biter, adam boyu uzarlardı. Büyükbabam vadiye ilk geldiğinde hardallar öyle yüksekmiş ki, at üstünde dolaşan bir adamın, çiçekler üzerinden yalnız başı görülebiliyormuş. Vadinin daha yukarılarında, çimenlerin üzeri, düğün çiçekleri, mineler ve ortası kara benekli sarı menekşelerle dolardı. Mevsim ilerledikçe, kırmızı ve sarı hint püskülleri dizi dizi açardı. Bunlar, güneşi bol açıklıkların çiçekleriydi. Diri meşelerin altında, gölgeli ve acı yeşilleriyle eğreltiotları fışkırır, mis gibi bir koku yayarlardı. Derelerin yosunlu yamaçları altında küme küme ılgınlar ve sarı mineler sarkardı. Sonra çan çiçekleri, küçük fener çiçekleri vardı. Bunlar öylesine beyaz, öylesine büyüleyici ve az bulunur çiçeklerdi ki, bir çocuk bunlardan bulduğu gün bayram ederdi, kendini seçilmiş sayar, büyük kıvanç duvardı. Haziranda otlar bozarmaya başlardı. Kahverenginden çok altına, safrana, kırmızıya çalan, anlatılmaz bir güzelliği olan renk kaplardı tepeleri.

Ondan sonra da, bir dahaki yağmurlara kadar toprak kurur, derelerin suyu kesilirdi. Toprağın yüzünde çatlaklar belirirdi. Salinas Irmağı kumların altına çekilirdi. Rüzgâr vadiden aşağı eser, tozu toprağı, samanı sapı havaya savurarak ve gittikçe şiddetlenip sertleşerek güneye doğru inerdi. Akşam oldu mu kesilirdi. Hırçın, yıpratıcı bir rüzgârdı, tozlar insanın derisine yapışır, gözlerini vakardı. Tarlalarda çalışanlar, tozdan korunmak için gözlerine gözlük takar, yüzlerine mendil bağlarlardı. Vadi toprağı zengin ve derindi ama, eteklerde ot köklerinden derin olmayan ince bir üst tabaka vardı. Toprak tabakası, tepelere doğru çıktıkça incelir, orasından burasından çakmak taşları fırlar, giderek, kızgın güneşi kör edercesine yansıtan sert, kuru bir çakıl tabakası olurdu. Yağışın bol olduğu, verimli yıllardan söz ettim hep. Ama kurak geçen yıllar da vardı ve bu yıllar vadiye bir felaket gibi çökerdi. Su durumu, otuz yıllık sürelerle hep aynı çemberi çizerdi. Bol yağışlı, son derece verimli beş-altı yıl, ardı ardınca elli-altmış santim yağmur düşer, bütün toprak yeşile keserdi. Ondan sonraki altı-yedi yıl orta karar geçer, otuz-kırk santim kadar yağmur düşerdi. Sonra kurak yıllar başlardı, on beş-yirmi santimi ancak bulurdu yağmur.

Toprak kurur, cılız otların boyu beş-on santim kadar ya uzar ya uzamazdı. Vadiyi kocaman çıplak alanlar kaplardı. O dipdiri meşeler büzülüp solar, adaçayları kurşuni bir renge bürünürdü. Toprak, çatır çatır çatlardı. Fışkınlar kurur, bitkin davarlar bulabildikleri kuru kökleri kemirmeye çalışırlardı. Çiftçilerle hayvan yetiştiriciler, Salinas Vadisi’ne öfkeyle bakarlardı. İnekler sıskalaşır, bazıları açlıktan ölürdü. Halk, ancak variller içinde içme suyu biriktirebilirdi. Bazı aileler, topraklarını yok pahasına satar giderlerdi. Kurak yıllarda, bolluk yılları unutulur; yağışlı yıllarda ise kurak yılların o kötü anıları silinir giderdi. Hiç şaşmazdı bu. Her seferinde böyle olurdu.

Joseph Roth – Hileli Tartı Kitabını PDF İndir

 


Bir zamanlar Zlotogrod bölgesinde Anselm Eibenschütz adında bir denetleme görevlisi yaşardı. Görevi, bölgedeki satıcıların ölçü ve ağırlıklarını denetlemekti. Eibenschütz, belli zamanlarda dükkanları tek tek dolaşır, endazeleri, terazi ve ağırlıkları incelerdi. Tam teçhizatlı bir jandarma polisi de ona eşlik ederdi. Buradan, devletin ona, gerektiğinde, sahtekârları Kutsal Kitap’ta müjdelenen buyruğa uygun olarak cezalandırma yetkisi . verdiği ve buna göre de sahtekârların haydutlardan hiçbir farkının olmadığı anlaşılmaktaydı. Zlotogrod’a gelince, bu bölge oldukça geniş bir alana yayılmıştı. 

Dört büyükçe köyü, iki küçük ama önemli pazar köyünü, ayrıca küçük Zlotogrod şehrinin merkezini kapsıyordu. Denetleme görevlisi, resmi görevleri için devlete ait, tek atın koşulduğu iki tekerlekli bir. araba kullanıyordu; bunun yanı sıra bakımından Eibenschütz’ün kendisinin sorumlu olduğu bir kır at vardı. Bu kır at olağanüstü çevik ve gösterişliydi. 

Üç yıl boyunca nakliye birliklerine hizmet etmiş, sonra veterinerin bile açıklayamadığı bir nedenden dolayı sol gözü aniden kör olduğu için sivil hizmete alınmıştı. Yine de, o altın sarısı süratli arabaya koşulduğunda hayli heybetli görünürdü. Bazı günler, arabada denetleme görevlisi Eibenschütz’ün yanında jandarma polisi Wenzel Slama da olurdu. Slama’nın kum sarısı miğferinin üzerinde altından sivri bir tepelikle imparatorluğun çift başlı kartalı parıldardı.

Dizlerinin arasından süngüsü takılı bir tüfek yükselirdi. Dizginler ve kırbaçsa denetleme görevlisinin elinde olurdu. Yumuşak ve özenle yukarıya doğru kıvrılmış sarı bıyıkları, tıpkı çift başlı kartal ve sivri tepelikli miğfer gibi, altın misali ışıldardı. Bu bıyıklar da diğerleriyle aynı maddeden yapılmıştı sanki. Kırbaç zaman zaman coşkuyla şaklar ve şakladığında da adeta kahkaha atarmış gibi olurdu: Bunun üzerine, kır at, dört nala koşmaya başlardı, ihtiras yüklü bir zarafet ve çevik bir süvari atının coşkunluğuyla yapardı bunu. 

Sıcak yaz günlerinde Zlotogrod’bölgesindeki yollar ve caddeler çoktan kuruyup yağmura hasret kaldığında, boz renkli koca bir toz bulutu yükselir ve kır atın, arabanın, jandarma polisinin ve denetleme görevlisinin üzerini kaplardı. Kışın ise Anselm Eibenschütz, kendisine tahsis edilmiş, iki kişilik oturma yeri olan küçük bir kızak kullanırdı. Kır at, yaz kış hep aynı zarafet içinde dört nala koşardı. Kışları artık boz renkli değil, gümüş renginde bir kar çevrintisi oluşur, jandarma polisinin, denetleme görevlisinin ve kızağın üzerini kaplayarak onları görünmez hale getirirdi. En çok da kır at görünmez olurdu, çünkü neredeyse kar kadar beyazdı. Şu bizim denetleme görevlimiz Anselm Eibenschütz son derece heybetli bir adamdı. Eski bir askerdi. On iki yılını on birinci topçu birliğinde daimi astsubay olarak geçirmişti. Eibenschütz, deyim yerindeyse, bu meslekte çekirdekten yetişmişti. Her zaman dürüst bir asker olmuştu.

Eğer karısı katı, hatta ödün vermez bir tavırla onu zorlamış olmasaydı, Eibenschütz ordudan asla ayrılmazdı. Neredeyse tüm daimi astsubayların yaptığı gibi o da evlenmişti. Ah ne de yalnızdır bu astsubaylar. Yalnızca erkekleri görürler, sırf erkekleri. Karşılarına çıkan kadınlar, tıpkı kırlangıçlar gibi, yanlarından hızla kaçıp gider. Onlar, astsubaylar yani, deyiş yerindeyse, en azından tek bir kırlangıcı olsun alıkoymak için evlenir. 

Aynı şekilde, topçu birliği daimi başçavuşu Eibenschütz de evlenmişti; herkesin karşısına çıkabilecek sıradan bir kadındı karısı. Üniformasından ayrılmak Eibenschütz’ü o kadar üzmüştü ki! Sivil kıyafetler giymekten hoşlanmıyordu. Kendini tıpkı, yaşamının dötte biri boyunca uğraşarak kendi salgısından, yani kendi etinden ve kanından yapmış olduğu evini .terk etmeye zorlanan bir salyangoz gibi hissediyordu. Ama diğer arkadaşları açısından da durum neredeyse aynıydı. Birçoğunun karısı vardı: yanılgıdan, yalnızlıktan, sevgiden dolayı, kim bilir! Her biri kendi kadınına itaat ederdi: endişeden ve şövalyelikten, alışkanlıktan ve yalnızlık korkusundan dolayı, kim bilir! Sözün kısası, Eibenschütz, ordudan ayrıldı. 

Üniformasını, o çok sevdiği üniformasını çıkardı; kışladan, o çok sevdiği kışlasından ayrıldı. Tüm daimi astsubayların bir memuriyet hakkı vardı. Küçük bir Moravya şehri olan Nikolsburglu Eibenschütz karısı yüzünden ikinci, belki de asıl Nikolsburg’u olan orduyu terk etmek zorunda kaldığında, yediemin ya da .noter olarak memleketine dönmek için çok uzun bir süre uğraştı. Ancak o dönemde Moravya’da ne bir yediemine ne de notere ihtiyaç vardı. Eibenschütz’ün verdiği bütün . dilekçeler reddedildi. İşte o zaman Eibenschütz karısına karşı ilk kez gerçekten öfke duydu. Bunca manevra ve komutana karşı koyabilmiş bir topçu sınıfı başçavuşu olan Eibenschütz, o. andan itibaren karısına karşı güçlü olacağına ant içti; Regina’ydı karısının adı.

 Bir zamanlar Eibenschütz’ün üniformasına aşık olmuştu Regina – olsa olsa beş yıl geçmişti bunun üzerinden, ama şimdi, yani Eibenschütz’ü pek çok gece boyunca çıplak ve üniformasız gördükten, ele geçirdikten sonra, ondan sivil kıyafetler, mevki, iş, ev, çocuklar, torunlar ve daha kim bilir neler istiyordu. Ancak Zlotogrod’da bir denetleme görevlisi kadrosunun boş olduğu haberini aldıktan sonra, duyduğu öfkenin Anselm Eibenschütz’e hiç yararı olmadı. Silahlarını bıraktı. Kışladan, üniformasından, dostları ve arkadaşlarından ayrıldı. Zlotogrod’a doğru yola çıktı. II Zlotogrod bölgesi krallığın doğu uçundaydı. Bu yörede daha önce tembel bir denetleme görevlisi çalışmıştı. Ölçü ve ağırlıkların olduğu zamanlar ne kadar da eskilerde kalmıştı – yaşlılar o zamanları hâlâ anımsıyordu.

Yalnızca teraziler vardı; teraziler vardı yalnızca. Kumaşların ölçüsü kollar kullanılarak alınırdı ve yumruğunu sıkmış bir erkeğin kolunun elinden dirseğine kadar olan kısmının, ne daha fazla ne daha az, tam bir endaze kadar olduğunu bütün dünya bilirdi. Ayrıca gümüşten bir şamdanın bir libre yirmi gram, pirinçten bir şamdanın ise yaklaşık iki libre ağırlığında olduğunu da herkes bilirdi. İşte bu yüzden, bu bölgede tartmaya ve ölçmeye asla güvenmeyen pek çok insan vardı. 

Onlar elleriyle tartar, gözleriyle ölçerdi. Burası, devlete bağlı bir denetleme görevlisi için hiç de uygun bir yer değildi. Dediğimiz gibi, topçu birliği başçavuşu Anselm Eibenschütz’ten önce Zlotogrod bölgesinde başka bir denetleme görevlisi daha çalışmıştı. Ama bilseniz nasıl bir denetleme görevlisiydi o! Yaşlı ve güçsüzdü, kendini alkole vermişti ve bırakın köylerdeki, pazar yerlerindeki ölçü ve ağırlıkları, küçük Zlotogrod şehrindekileri bile bir kez olsun denetlememişti. Bu nedenle, toprağa verilirken onun için olağanüstü güzel bir cenaze töreni hazırlanmıştı. Satıcıların hepsi naaşının ardı sıra yürümüştü: sahte ağırlıklarla, yani gümüş ve pirinç şamdanlarla tartanlar, şahsen tek bir ölçü aletine bile sahip olmayan bir ağırlık denetçisinin ölüp gitmiş olmasına, ondan hiçbir kişisel çıkar sağlayamadıkları için, yalnızca usulen üzülen birçok başka kişi katılmıştı cenaze törenine.

 Çünkü bu yörede yaşayan insanlar hukukun, yasaların, adaletin ve hükümetin taleplerini ödün vermez bir tavırla savunan herkesi doğuştan düşmanları olarak görürdü. Dükkânlarda önceden belirlenmiş ölçü ve ağırlıklar bulundurmak, kişinin kendi vicdanına karşı bile hesabını veremeyeceği bir konuydu. Peki bu yeni, görevine düşkün denetleme görevlisinin gelmesi ne anlama geliyordu! Eski denetleme görevlisi ne denli büyük bir üzüntüyle toprağa verilmişse, Anselm Eibenschütz de Zlotogrod’da o denli’ büyük bir kuşkuyla karşılanmıştı.

23 Kasım 2021 Salı

Lawrence Durrell – İskenderiye Dörtlüsü 4 – Clea Kitabını PDF İndir

 


O yıl portakallar her zamankinden daha boldu. Parlak, yeşil yapraklı kameriyelerin içinde fener gibi parlıyor, yukarıdaki güneşli korunun arasından göz kırpıyorlardı. Sanki bu küçük adadan ayrılışımızı kutlamak istemişlerdi – çünkü çoktandır Nessim’den beklenen haber sonunda geldi. Yeraltı dünyasına bir çağrı gibi. Benim için, sürekli olarak, düşle gerçeklik arasında gidip gelmiş, salt adının uyandırdığı şiirsel imgeler ve madde arasında sallanıp durmuş olan o kente beni acımasızca geri çeken bir haber. Bir anı, dedim kendi kendime, kâğıt üzerinde henüz yarı yarıya gerçekleştirilmiş arzuların, sezgilerin yalanladığı bir anı. İskenderiye, belleğin başkenti! Bütün bu yazdığım şeyler yaşayanlardan, ölülerden ödünç alınmıştı, sanki sonunda ben de, hiçbir zaman bitmemiş, postalanmamış bir mektubun ek notu olmuştum… Oradan ayrılalı ne kadar oluyor? Hiç hesaplamıyordum, oysa bir ben’i bir başka ben’den, bir günü ötekinden ayıran sonsuzluklar konusunda takvim zamanı yeterince ipucu veriyordu, ben bu süre içinde hep orada yaşamıştım, gerçekten, yüreğimdeki, beynimdeki İskenderiye’de. Bir zamanlar hepimiz onun ayrılmaz birer parçasıydık, orada utkular yaşamış, yenilmiştik; yazdığım her satırla, yüreğimin her atışıyla kendimi o tuhaf varlığın eline bırakmıştım. Anlamı kuşatmaya almış düşüncelerin fırça dokunuşlarıyla değişen, kimlik için gürültü koparan kadim bir kent; orada, Afrika’nın kara, dikenli, dağlık burunlarında, üzerinde yaşanan yerin hoş kokulu gerçeği, geçmişin çiğnenmesi olanaksız acı otu, belleğin özü. Tümüyle yitip gitmeden önce geçmişi bir kez daha yakalamak, düzenlemek, ona notlar düşmek için kolları sıvamıştım – hiç değilse bu işe girişmiştim. Başaramadım (belki de başarmak olanaksızdı?) – çünkü tam sözcüklerle bir yüzünü mumyaladığım sırada yeni bilgiler işin içine karışıyor, ilişkilerin çerçevesi kırılıyor, her şey darmadağın oluyor, ancak hiç umulmadık, önceden kestirilemeyecek biçimlerde yeniden bir araya geliyordu… “Gerçeği yeniden biçimlemek, ” …bir yere böyle yazmışım; gerçekten de, küstahça, haddini bilmezce sözler bunlar – çünkü ağır ağır dönen çarkının üzerinde bizi biçimleyen, bozup yeniden yapan gerçekliktir. Bu perde arası ada deneyimimden kazancım olduysa belki de kentin gizli doğrusunu yazmakta tam bir başarısızlığa uğradığım için olmuştur. Şimdi de zamanın doğasıyla yüz yüze gelmiştim, insan ruhunun o hastalığıyla. Kâğıt üzerinde yenilgiyi kabul etmek zorundaydım. Ama yazmak beni, bir anlamda, şaşılacak bir biçimde çoğaltmıştı; imgelemin dipsiz mağaralarına birer birer gömülüp yok olan sözcüklerin başarısızlığı.

Çok pahalı bir yaşamayabaşlama biçimi, evet; ama zaten, kendini yakalamaya çalışmanın bu garip teknikleriyle beslenmiş özel yaşamlar çeker biz sanatçıları. Peki ama… ben değiştiysem, ya dostlarım – Balthazar, Nessim, Justine, Clea – ne durumdalar acaba? Böyle bir zaman aralığından sonra onların ne gibi yönlerini fark edeceğim acaba, yeni bir kentin, şu anda bir savaşın içinde yüzen bir kentin havasına yeniden girdiğim zaman? İşte güçlük buradaydı. Bir şey söyleyemezdim. Kaygılarım, içimde Çoban-yıldızı gibi titreşiyordu. Yeni imgeler, yeni kentler, yeni durumlar, yeni aşklar adına, düşlerimin bin bir güçlükle kazanılmış topraklarından vazgeçmem kolay değildi. O yerle ilgili düşlerime saplantılı biri gibi sarılır olmuştum… Bulunduğum yerde kalmak, diye düşünüyordum, acaba daha akıllıca olmaz mıydı? Belki. Ama gitmem gerektiğini biliyorum. Gerçekten de hemen bu gece gitmeliydim! Bu düşünceyi kavramak behim için çok güçtü, o yüzden kendi kendime yüksek sesle fısıldamak zorunluğunu duydum. Ulak geldikten sonraki on günü altın bir bekleyiş suskunluğu içinde geçirdik; hava da buna uydu, birbirini izleyen masmavi günler, rüzgârsız denizler yüzümüze güldü. İki doğa görünümünün ortasında duruyorduk, birinden ayrılmaya gönülsüz, ama ötekiyle karşılaşmak için sabırsızlanarak. Bir kayalığın kıyısındaki martılar gibi dengelenmiş. Başka başka imgeler, daha şimdiden düşlerimde birbirlerine karışmaya, birbirlerinin önüne dikilmeye başladı. Bu ada evi, örneğin, puslu gümüş rengi zeytin ağaçları, kırmızı ayaklı kekliklerin dolaştığı badem ağaçları… Pan’ın keçi yüzüne benzer yüzünden başka hiçbir şey göremeyeceğiniz sessiz orman açıklıkları. Buranın basit biçimleri, parlak renkleri bizi sıkboğaz eden öteki önsezilerle karışamazdı. (Yıldız yağmurlu bir gökyüzü, ıssız kumsallarda dalgaların zümrüt renkli gelgiti, güneyin beyaz yollarında martı haykırışları.

Bu Yunan dünyası daha şimdiden unutulmuş kentin kokularının saldırısına uğruyordu – terleyen gemi kaptanlarının doyasıya içki içtikleri, çatlayıncaya kadar yemek yedikleri, uysal bakışlı Arap cariyelerin kolları arasında fıçı gibi gövdelerinin bütün kösnüsünü boşaltırken halsiz düştükleri dağlık burunlar. (Aynalar, gözleri kör edilmiş kanaryaların yürek paralayıcı tatlı sesleri, nargilelerin gülsuyu kâselerinde hava kabarcıkları, tefarikotu ve tütsü kokuları.) Birbirlerini kerttiriyorlardı, bu uzlaşmaz düşler. Dostlarımı tekrar görüyordum (artık ad olarak değil), bu ayrılığın bilgisinin ışığıyla yeniden aydınlanmış olarak. Benim yazdıklarımdan türemiş gölgeler değildiler artık, yeniden canlanmışlardı – ölüler bile. Geceleri gene Melissa’yla (pişmanlıkların ötesindeydi artık, çünkü düşlerimde bile onun ölü olduğunu biliyordum) o büklüm büklüm sokaklarda, kol kola mutluluk içinde yürüyordum; makas gibi dar bacaklarıyla sallantılı bir yürüyüşü vardı. Her adımda kalçasını benimkine yapıştırma alışkanlığı. Şimdi her şey gözüme sevimli görünüyordu – hatta tatil günleri giydiği ucuz ayakkabıları, eski pamuklu entarisi bile. Boynundaki aşk ısırığının hafif morluğunu pudrayla kapatamamıştı… Sonra gözden kayboldu, üzüntülü bir feryada uyandım. Zeytin ağaçlarının arasından gün ağarıyor, kımıltısız yaprakları gümüşlüyordu. Sonra, bir noktada ruh huzuruma yeniden kavuştum. Bundan ayrılmadan önceki şu bir avuççuk mavi günler – onların değerini bildim, basitliklerinin tadını bol bol çıkardım: Eski ocakta yanan zeytin odunları, ocağın rafında duran, en son kaldırılacak olan Justine portresi, kullanılmaktan eskimiş masanın, iskemlenin, yeni açan kuzukulaklarıyla dolu mavi emaye tasın üstünde oynaşan alevler. Kentin bununla ne ilişkisi vardı – yeni açmış top top badem çiçekleriyle kış arasında sarkan bir ipin ucunda sallanan bu Ege ilkyazıyla? Bir sözcükten başka bir şey değildi, fazla bir anlam taşımıyordu, bir düşün kıyılarına çiziktirilmiş ya da yürek atışlarının yansıttığı istekten başka bir şey olmayan zamanın alışılmış müziğinin ahengine uyarak zihinde yinelenen bir sözcük. Gerçekten de çok sevmeme karşın orada kalacak gücü kendimde bulamıyordum; artık nefret ettiğimi bildiğim o kent bana değişik bir şey sunuyordu- damgasını taşıdığım yaşam deneyiminin yeni bir değerlendirmesi. Bir daha dönmemecesine ayrılabilmek, oradan kurtulmak için oraya bir kez daha dönmek zorundaydım.

Zamandan söz ettiysem, zamanın elinden kurtulan o ıssız alanlarda oturmayı sonunda öğrenmeye başlayan bir yazar olarak söz ettim – deyim yerindeyse, saatin tik takları arasında yaşamaya başlayan. Ortak öykümüzün gerçek tarihi olan sürekli şimdi, yani insan zihni; geçmiş öldüğü, geleceği yalnızca arzu ve korku temsil ettiği zaman, ölçülmeyen, geçip gitmesine seyirci kalınamayan o geçici an ne olacak? Çoğumuz için Şimdi denen şey, perilerin o büyülü şölen sofrası gibidir – daha ağzımıza bir lokma bir şey koyamadan önümüzden kaçırılır. Olen Pursewarden gibi ben de çok yakında bütün yüreğimle şunu söyleyebilmeyi umuyordum: “Kendi kendine, ‘Gerçek yaşam hangi noktada başlar?’ sorusunu hiç sormamış olan insanlar için yazmıyorum ben.”

Lawrence Durrell – İskenderiye Dörtlüsü 3 – Mountolive Kitabını PDF İndir

 


Geleceği son derece parlak küçük bir görevli olarak Arapça’sını ilerletmek üzere bir yıllığına Mısır’a gönderilmişti; orada ilk diplomatik görevine atanmayı beklerken kendisini bir tür yazıcı sıfatıyla Yüksek Komisyon’da çalışırken buldu; ama ilerideki görevinin tam anlamıyla ayırdında, sanki elçiliğin genç bir sekreteriymiş gibi davranıyordu. Ancak şu sıralar sakıngan durmak her zamankinden daha zordu, çünkü balık avı çok heyecanlı olmaya başlamıştı. Zaten kırışmış olan tenis pantolonunun, kolejli ceketinin daha da kırışmasına, taban tahtalarının arasından taşan sintine suyunun bembeyaz lastik ayakkabılarının burnunu kara bir yama gibi lekelemesine gerçekten de hiç aldırdığı yoktu. İnsan Mısır’da hep böyle kendisini koyuverirdi. Onu İskenderiye yakınlarındaki Hosnani topraklarına, göller ağının üstüne kurulmuş, dört yöne düzensizce yayılan eski zaman evine getiren o rasgele tanıtma mektubuna bin teşekkür ediyordu. Evet. Şu anda içinde bulunduğu altı düz sandal, dalyanın kara kamış çubuklarla işaretlenmiş av bölgesini giderek çember içine alan sandalların büyük yarı dairesinde yerini almak üzere küçük küçük dürtüklemelerle çamurlu suda burnunu doğuya veriyordu. Küçük sırık hareketleriyle daire olurlarken hava kararmıştı — birden her şey altın-menekşe rengi zemin üzerinde yarı kabartma gibi görünmeye başladı. Leylâk rengi son aydınlıkta, toprak duvar halısı gibi koyulaştı, gölden yükselen nem dolayısıyla sağda solda su serapları titreşiyordu. İnsan, yok olmanın eşiğinde titreyen bir sabun köpüğünde bütün dünyanın yansıdığı sanısına kapılırdı. Suyun ötelerinden gelen sesler de öyle, bir yükseliyor, bir alçalıyor, saydamlaşıyordu. Kendi öksürüğü hızlı kanat çırpışlarıyla çabucak uzaklaştı. Akşam karanlığı basmıştı, ama hala sıcaktı, gömleği sırtına yapışıyordu. Onlara kadar ulaşan karanlığın parmakları, dev iğnedenlikler gibi, hayvan pençeleri gibi, küçük yastıklar gibi suda benek benek duran, kıyıları sazlarla çevrili adacıkların sınırlarını koyultmuştu yalnızca. Sandallar ağır ağır, dua ya da tefekküre dalış hızıyla ilerleyerek büyük çemberi yavaş yavaş daraltıyorlardı, ama aynı hızla toprak ve su da eridiği için ona hep Mareotis’in alüvyonlu sularında değil de gökyüzünde yolculuk ediyorlarmış gibi geliyordu.

Görünmeyen kazların şapırtıları duyuluyordu, acı acı bağırarak, ayaklarını halicin sularında sürükleyerek deniz uçakları filosunu andıran bir kuş filosu, havalanmış, suyla göğü bir köşeden ikiye bölmüştü. Mountolive içini çekti, çenesi avucunda, bakışlarını kahverengi suya dikti. Böylesine mutlu olmaya hiç alışkın değildi. Gençlik umutsuzluk yaşıdır. Sırığı suya her daldırışta hırıldayan tavşan dudaklı küçük kardeş Naruz’un sesi arkadan geliyor, sandalın sarsıntısı böğründe yankılanıyordu. Melas gibi koyu çamur flo p flop suya damlıyor, sırık iştahla ağız şapırdatıyordu. Çok güzeldi, ama öyle kötü kokuyordu ki: Gene de halicin leş gibi kokularından hoşlandığını görmek çok tuhafına gitti. Ötelerden, deniz kıyısından esen rüzgârın hava akımları zaman zaman çevrelerinde dolanıp geri çekiliyor, zihinlere tazelik veriyordu. Yukarıda, güneşin sönen gözünde gümüş rengi yağmur gibi duran sivrisinek korosu vızıldamaktaydı. Değişmekte olan ışık ağı zihnini tutuşturmuştu. Yüreğinin acelesiz atışlarını dinlerken, «Naruz, öyle mutluyum ki,» dedi. Genç oğlan utangaç, ıslıklı bir kahkahayla güldükten sonra, «Çok iyi, çok iyi,» diyerek başını önüne eğdi: «Bu daha bir şey değil. Bekle. Çemberi daraltıyoruz.» Mountolive gülümsedi.

Kendi kendine bir kadının adını yinelermiş gibi, «Mısır,» dedi. «Mısır.» Naruz, kısık, tatlı sesiyle, «Şuradaki ördekler rusé 2 değil, biliyor musun?» dedi. İngilizcesi kötü ve tumturaklıydı. «Onları kaçak avlamanın en kolay yolu, (‘Kaçak avlamak’ denir değil mi?) altlarına dalıp bacaklarından yakalamaktır. Tüfekle vurmaktan daha kolay, öyle değil mi? İstersen yarın gideriz.» Sırığı sallarken yine hırıldamış, içini çekmişti. «Peki ya yılanlar?» Mountolive o gün öğleden sonra suda kocaman yılanların yüzdüğünü görmüştü. Naruz iri omuzlarını kaldırıp kıkırdadı, «Yılan yok,» dedikten sonra bir kez daha güldü. Mountolive yanağını sandalın pruva tahtasına dayamak için başını yan döndürdü. Göz ucuyla ayakta sırık sallayan yol arkadaşını görebiliyor, onun kıllı kollarını, ellerini, güçlü, sıkı bacaklarını inceleyebiliyordu. Arapça olarak, «Biraz da ben kullanayım mı?» diye sordu. Ev sahiplerine kendi dillerinde bir şeyler söylediği zaman onları ne kadar sevindirdiğini biliyordu. Gülümseyerek verilen yanıtları kucaklama gibi bir şeydi. «Kullanayım mı, ha?» Naruz olağanüstü güzel gözlerinin, kalın koyu sesinin kapattığı çirkin gülümsemesiyle, «Olur mu hiç,» karşılığını verdi.

Alnına dökülmüş kara buklelerinden terler damlıyordu. Olumsuz yanıtının kaba kaçmış olabileceği korkusuyla hemen ardından şöyle ekledi: «Karanlık basar basmaz sürek avı başlayacak. Ben neler yapmam gerektiğini biliyorum. Sen izle, balıklara bak.» Dudağının sökük yerinin iki kıyısındaki iki küçük pembe et parçası tükürükten ıslanmıştı. İngiliz gencine sevgiyle göz kırptı. Karanlık hızla üstlerine çöküyor, ışık ölüyordu. Naruz birden haykırdı: «Tam zamanı şimdi. Şuraya bak… Ellerini büyük bir gürültüyle çarparak suyun karşısına doğru haykırmış, başını kaldırıp parmağının gösterdiği yere bakan yol arkadaşını ürkütmüştü. «Nereye?» En uzak sandaldan atılan tüfeğin donuk patlama sesi havada yankılandı, apansız havalanan bir kuş ufuk çizgisini ikiye bölmüştü. Öncekilerden daha ağır yükselen bu kuş — tıpkı kabuğundaki çatlaktan hafifçe görülen nar taneleri gibi — pembe bir yara halinde ilerleyerek toprakla havayı birbirinden ayırıyordu. Daha sonra pembeden ala dönüşüp birden aklaştı, suya değer değmez eriyen bir kar sağanağı halinde gölün yüzeyine indi. İkisi birden «Flamingo,» diye bağırıp gülmeye başladılar. Karanlık çökmüş, görünür dünyayı silmişti. Uzun süre derin, soluklar alıp vererek gözlerinin karanlığa alışmasını beklediler.

Uzaktaki sandallardan gelen sesler, gülüşmeler ta onlara kadar ulaşıyordu. Birisi, «Ya Naruz,» diye seslendi, bir kez daha yineledi: «Ya Naruz,» Naruz kıkırdamakla yetinmişti. Sonra kısa bağlamalı vuruşlarla çalınan bir darbukanın sesi duyuldu. Müziğin ritimlerini, aynı anda Mountolive’in zihni yankılıyordu. Az sonra kendi parmaklarının da tahtaya vurmaya başladığını gördü. Artık göl dipsizleşmiş, sarı çamur — tarih öncesi göl çatlaklarının yumuşak çamuru ya da denize dökmek üzere Nil’in önüne katıp sürüklediği kara katran gibi çamur — görünmez olmuştu. Bütün karanlık hâlâ çamur kokuyordu. «Ya Naruz,» diye bir kez daha bağırıldı. Mountolive aralarını aça aça şu sözcükleri söyleyen büyük kardeş Nessim’in deniz rüzgârıyla taşınan sesini tanımıştı: «Işıkları… yakma… zamanı… geldi.» Naruz kısa, sert bir bağırışla karşılık verdi. El yordamıyla kibriti bulmaya çalışırken keyiften hırıltılar çıkarıyordu. Gururla. «Şimdi göreceksin.» dedi.

20 Kasım 2021 Cumartesi

Lawrence Durrell – İskenderiye Dörtlüsü 1 – Justine Kitabını PDF İndir

 


Deniz bugün yine kabardı; coşturucu bir rüzgâr. Kış ortasında ilkbahar belirtileri görülüyor. Öğleye değin sıcak, soyulmuş inci benzeri bir gökyüzü, köşe bucak gizlenmiş cırcırböcekleri, şimdi de büyük düzlüklerin içini deşen, yağmalayan bir rüzgâr… Yanımda birkaç kitap ve çocukla bu adaya sığındım 

— Melissa’nın çocuğu. «Sığınmak» sözcüğünü neden kullandım bilmiyorum. Buralılar, yarı şaka yarı ciddi, böylesine ıssız bir yeri ancak hasta bir adamın seçeceğini söylüyorlar, sağlığına yeniden kavuşmak için. Eh, dedikleri gibi olsun, ben de buraya iyileşmeye geldim… Geceleri rüzgârın uğultusunu yankılayan ocağın yanındaki tahta yatağında çocuk sessizce uyurken bir lamba yakar, dostlarımı — Justine’i, Nessim’i, Melissa’yı, Balthazar’ı 

— düşünerek gezinirim. Belleğin demir zincirini halka halka geriye doğru izleyerek çok kısa bir süre birlikte oturduğumuz o kente dönerim, bizi kendine bitki örtüsü yapmış, ruhumuza, kendimizin sandığımız çatışmalarını ekmiş olan kente. Sevgili İskenderiye! Onu anlamak için ondan bunca uzaklaşmam gerekiyormuş demek! Sığırtmaç yıldızının her gece karanlıktan kurtardığı, yaz öğle sonlarının o kireçli tozundan uzak bu kıraç dağlık burunda yaşarken geçmişte olanlardan hiçbirimizin sorumlu tutulamayacağımızı yavaş yavaş anlıyorum. Bedelini ödemek biz çocuklarına düşse de yargılanması gereken bu kentin kendisidir. Peki, nedir bizim dediğimiz bu kent? 

Neler gizlidir İskenderiye sözcüğünde? Tozların savrulduğu binlerce sokak birden aydınlanıyor zihnimde. Sinekler ve dilenciler, onların elinde kent bugün  bir de bu ikisi arasında bir yerde varlıklarını sürdürenlerin. Beş insan soyu, beş dil, bir düzine din; liman ağzındaki setin gerisinde kendi yağlı yansımaları arasından sefere çıkan beş filo. Beşten fazla cinsellik var ama galiba bunları birbirinden ayırt eden sözcüklere yalnızca halkın konuştuğu, demotik Yunancada rastlanıyor. Burada bulunabilecek cinsel azığın çeşitliliği, bolluğu insanı şaşırtır. Ama hiç kimse buranın doygun bir yer olduğunu sanma yanılgısına düşmez.

Helen dünyasının simgesel âşıklarının yerini burada başka bir şey almıştır, çok güç anlaşılır bir çifteşeylilik, kendine dönük bir şey. Doğu dünyası gövdenin tatlı anarşisinden tat almaz, çünkü o, gövdeyi aşmıştır. Bir keresinde Nessim, İskenderiye’nin şarap cenderesi gibi, büyük bir aşk cenderesi olduğunu, cenderenin öte ucundan çıkanların ya hasta ya yalnız insanlar ya da peygamberler  yani cinsellikleri çokça yaralanmış kişiler  olduklarını söylemişti, belki de bir yerden alıntı yapmıştı. 

Doğa görünümü renkleri üzerine notlar… Uzayıp giden renk uyumları. Limon kokuları arasından süzülen ışık. Tuğla tozuyla, hoş kokulu tuğla tozuyla dolu bir hava, suyla söndürülmüş kızgın kaldırımların kokusuyla. Hafif, ıslak bulutlar, sonları toprak, ama yağmur ummayın pek. Bu fon üzerine, toz-kırmızısı, toz-yeşili, tebeşir-moru ve sulandırılmış fesrengi fışkırtın. Yazın denizin nemi hafifçe verniklerdi havayı. 

Bir zamk örtüsü altındaydı her şey. Ve sonra güzün kuru titrek havası, elektrikli, biber gibi yakıcı, hafif giysilere karşın gövdeyi alev alev tutuşturan. Dirilen et, kendi hapishanesinin parmaklıklarını sınayan. Sarhoş bir orospu geceleyin karanlık bir sokakta yürür, taç yaprağı gibi dökülür küçük ezgiler ağzından. Antuan’ı bu sevdiği kente sonsuza dek teslim olmaya razı eden büyük senfoninin baş döndürücü nağmeleri bunlar mıydı? Genç, ekşi gövdeler kendilerine bir çıplaklık ortağı aramaya başlarlar, kentin yaşlı ozanıyla 1 birlikte Balthazar’ın sık sık gittiği kahvelerde oğlanlar gaz lâmbalarının altında tavla oynarken öfkelenir — böylesine romantiklikten uzak, böylesine güvenilmez — bu kuru çöl rüzgârından rahatsız olarak huzursuzlanır, içeriye giren her yabancıya dönüp bakarlar. Soluk almakta güçlük çeker, her bir yaz öpücüğünde sönmemiş kireç tadı bulurlar.

Bu kenti zihnimde yeni baştan kurmak için buraya gelmem gerekiyordu — yaşlı adamın 2 yaşamının «kara yıkıntıları»yla dolu gördüğü bu yürek karartıcı taşraya. İyot renkli Mazarita meidan’ını delip geçerken metal rayları titreten tramvayların takırtısı. Altın renkli fosforlu magnezyum kâğıdı. Sık sık onunla burada buluşurduk. Yazın burada renkli, küçük bir tezgâh olurdu, üstünde de, onun çok sevdiği karpuz dilimleri, renk renk su dondurmaları. 

Her zaman çok doğal olarak birkaç dakika geç kalırdı  belki de, kafamdan uzaklaştırmaya çalıştığım karartılmış bir odadaki buluşmanın tazeliğiyle gelirdi ama dudaklarıma susuz bir yaz gibi kapanan ağzının açılmış taç yaprakları öylesine diri, öylesine körpeydi ki. Yanından geldiği adam belki de hâlâ onu düşünüyor, anısını yineliyor olabilirdi: Gövdesi o adamın öpücüklerinin çiçek tozlarıyla kaplı olabilirdi. Ama bunun pek önemi kalmıyordu, giz diye bir şey tanımayanların o kötülüksüz gülümseyişiyle koluma yaslanan yaratığın yumuşak ağırlığını duyunca. 

Orada olmak güzeldi, acemi, biraz da sıkılgan, birbirimizden ne istediğimizi bildiğimiz için hızlı hızlı soluyarak. Vicdanda oyalanmadan dosdoğru et dudaklardan, gözlerden, su dondurmalarından, renkli tezgâhtan geçen iletiler. Küçük parmaklarımız birbirine kenetli, kentin bir parçası, kâfuru kokulu öğle sonrasını içerek orada kaygısızca dikilmek… Bu gece kâğıtlarıma göz atıyordum. Kimileri mutfakta kullanılmış, kimilerini de çocuk parçalamış. Normal dünyanın sanat yapılarına karşı gösterdiği kayıtsızlıktan doğan böyle bir sansür hoşuma gidiyor  bende de başlamış bir kayıtsızlık bu. 

Sonuçta karanlık bir halicin sıcak kumlarında bir mumya gibi gömülü yatan Melissa’ya bir iğretilemenin ne yararı dokunur? Ancak özenle sakladığım kâğıtlar Justine’in o üç çiltlik günlüğü, bir de Nessim’in çılgınlıklarının yazılı olduğu defter. Ben ayrılırken Nessim onları görmüş, başını sallayarak şöyle demişti:  Al, al oku.

Onlarda bizimle ilgili pek çok şey bulacaksın. Benim yapmak zorunda olduğum gibi senin de hiç çekinmeden Justine’in imgesini yaşatmana yararları dokunur. Bu konuşma Justine’in ölümünden sonra Yazlık Saray’da geçmişti, o zamanlar Nessim hâlâ onun kendisine döneceğine inanıyordu. Sık sık, hem de hiç korku duymadan Nessim’in Justine’e olan aşkını düşünüyordum. 

Bundan, daha kavrayıcı, kendi içinde bundan daha sağlam temellere dayanan bir şey olamazdı. Âşıklardan çok ermişlerde rastlanabilecek o tatlı yaralar, onun mutsuzluğunu bir tür esrimeyle renklendiriyordu. Oysa bir nebze mizah onu bu korkunç derin acıdan kurtarabilirdi, Eleştirmek kolaydır, biliyorum. Biliyorum. Bu kış gecelerinin derin sessizliğinde bir tek saat var: Deniz. Onun zihinde süren bulanık salımımının fügü üzerine yazıldı bu satırlar. 

Kendi yaralarını yalayan, delta ağızlarında somurtan, o ıssız plajlarda fokurdayan deniz suyunun boş ahengi  boşuna, martıların altında her zaman boşuna: Gri üzerine ak yazı, bulutların ağızlarında çiğnenen. Buralara bir yelkenimin yolu düşse kara onu gölgesiyle korumadan önce yok olur gider. Kötü havanın kemirdiği suların mavi karnına çakılı en son kabuk, adaların girişlerine denizin yığdığı döküntüler… gitmiş! Her gün evi temizlemek için katırla köyden geten buruşuk suratlı yaşlı köylü de olmasa çocukla ben çok yalnızız. Tanımadığı bir çevrede çocuk çok mutlu, çok canlı. Henüz adını koymadım.

Ama Justine olacak elbette  başka ne olabilir? Bana gelince, ne mutluyum ne de mutsuz; anıların puslu karışımının içinde bir saç teli ya da bir tüy gibi uzanmış yatıyorum. Sanatın yararsızlığından söz ettim ama avundurucu yönleri, üstüne doğru bir şey eklemedim. Beynim ve yüreğimle yaptığım bu işin avuntusu da şu: Ancak orada, ressamın ya da yazarın sessizliklerinde gerçeklik, yeniden düzenlenebilir, yeniden yoğurulup önemli yanıyla sergilenebilir.

 Aslında gündelik eylemlerimiz, altın sırmalı ipek üzerine giyilmiş çuval bezinden bir giysi gibidir  derindeki anlamı gizler. Bir sanatçı, sanatı aracılığıyla gündelik yaşamda kendisini yaralamış, yenilgiye uğratmış şeylerle mutlu bir uzlaşmaya varabilir; sıradan insanların yapmaya çalıştıkları gibi alın yazısından kaçmak için değil, imgelem aracılığıyla, onu daha tam ve daha uygun biçimde gerçekleştirmek için. Yoksa neden incitelim birbirimizi? 

Hayır benim aradığım ve belki de bir gün bana bağışlanacak olan mağfiret ne Melissa’nın parlak dost gözlerinde ne de Justine’in kara, koyu bakışlarında bulacağım bir şeydir. Hepimizin yolları ayrıldı artık; ama olgunluk dönemimde uğradığım bu ilk büyük yıkımda yaşamımın ve sanatımın sınırlarının onların anısıyla ölçüsüz derecede derinleştiğini duyumsuyorum. Düşüncemde yeniden ulaşıyorum onlara; sanki yalnızca burada, denize tepeden bakan şu zeytin ağacının altındaki tahta masada hak ettiklerince zenginleştirebilirim onları. 

Bu satırlar, kendilerine canlı örneklik etmiş kişilerden  onları insan belleğinin yumuşak dokularının içine ören soluklarından, tenlerinden, seslerinden bir şeyler almış olsun. Acının sanata dönüşeceği ana kadar yeniden yaşamalarını istiyorum… Belki de boşuna bir girişimdir böylesi, bilemem. Ama denemeliyim. Bugün çocukla birlikte ocağın taşlarını ördük, çalışırken alçak sesle konuşarak. Sanki yalnızmışım, kendi kendimle konuşuyormuşum gibi konuşuyorum onunla. Bana kendisinin uydurduğu görkemli bir dille yanıtlar veriyor. Bu adadaki geleneğe uyup Cohen ‘in Melissa’ya aldığı yüzükleri ocağın tabanına gömdük.

Evde yaşayanlara şans getirirmiş. Justine’e rastladığım zaman hemen hemen mutlu bir insandım. Melissa’yla aramda ansızın bir kapı açılmıştı — umulmadık, hiç hak edilmemiş olduğu için daha az olağanüstü olmayan bir yakınlık başladı. Bütün benciller gibi ben de yalnız yaşayamam; gerçekten de bekârlığın son yılı beni hasta etmişti — ev işlerindeki beceriksizliğim, yiyecek, giyecek, para konularındaki onulmazlığım, büsbütün umut kırıcıydı. Beni hasta eden bir şey daha varsa, o da o tarihlerde oturduğum evin, hamamböceklerinin uğrağı olmuş odalarıydı. Berberi hizmetçi tek gözlü Hamid uğraşıyordu onlarla.

Dino Buzzati – Öylesine Bir Aşk Kitabını PDF İndir

 


O uzun kış mevsiminin bir şubat gününde kırk dokuz yaşındaki mimar Antonio Dorigo, Milano kentinde Sinyora Ermelina’ya telefon açtı: “Ben Tonino,” dedi. “Günaydın, sinyo—” “Oo! Uzun süredir ne sesini duyduk, ne soluğunu. Nerelerdeydin? Nasılsın?” “Iyǚ iyim, sağ ol. Çok işim vardı. Bu nedenle… Dinle, bu öğleden sonra senin oraya gelebilir miyim?” “Bu öğleden sonra mı? Dur bir bakayım. Kaçta?” “Bilmem ki!. Üç, üç buçukta falan…” “Oldu. Üç buçuk iyi.” “Yalnız, sinyora…” “Evet?” “Şey diyecektim… Geçen defa bana verdiğin mal… Aklındaysa, yani açık konuşmak gerekirse, benim istediğim gibi değildi. Ben isterdim ki—” “Biliyorum. Ne yapayım, bazen ben bile—“ “Yani, daha güncel bir şey olmalı, ne demek istediğimi anlıyorsun.” “Anlıyorum. Aslında bu sabah bana telefon açman çok iyi oldu. Tam istediğin gibi bir mal var elimde… Diyeceğim, düş kırıklığına uğramayacağın konusunda güvence verebilirim.

Kara bir kumaş tercihimdir. “Kara, kara, kara. Evet, anlıyorum. Kapkara, zindan gibi.” “Öyleyse daha sonra görüşmek üzere. Ayrıca da teşekkürler.” Telefonu yerine bıraktı. Stüdyoda yalnızdı. Yandaki odayı kullanan ortağı Geatano Maroni bu sabah dışarı çıkmıştı. Sıradan bir günün sıradan bir sabah saatleriydi. Işǚ ler yolunda gidiyordu. Sekizinci kattaki büyük pencereden karşıda yükselen kapıyı görebiliyordu: Dorigo’nun da içinde bulunduğu çevredeki tüm binalar gibi çağdaş bir yapı. Zaten bir site kompleksi olarak aynı kooperatiϐin ürünleri olan Moskova caddesindekilerin hepsi, önlerinde uzanan geniş otopark yerleriyle birbirinin eşiydi. Sisli puslu Milano günlerinden biriydi. Yağmur yağmıyordu ama, insan bu kararsız gökyüzüne bakınca bunun bulut mu ya da çevreyi kuşatmış fabrikaların bacalarından yayılan dumanların oluşturduğu bir sis tabakası mı olduğunu saptamakta güçlük çekiyordu. Udžçüncü sigarasını yaktı.

On bire çeyrek vardı. Ben Tonino. Günaydın, sinyo“Ooo! Uzun süredir ne sesini duyduk, ne soluğunu, Karşı duvardaki elektrikli saatten gözlerini ayırdı. Yandaki odadan Sinyorina Maria Torri’nin radyosundan yayılan müziğin sesi geliyordu. Küçük bir Japon el radyosu… Masasında da, çantasında da, kucağında da dursa toplantılarda bile hiç susmazdı radyo. Dorigo da bunu kapatmasını söyleme cesaretini kendinde bulamazdı. Bir süre, önce o da karaborsadan on bin lirete küçük bir cep radyosu satın almıştı. Ancak, iki gün sonra Giorgina bunu kendisinden tırtıklamıştı. Yo, Giorgina’ya tutkun falan değildi. Ne var ki, birbirlerini uzun süredir tanıyorlardı. Bir gün Corso sıra kemerlerinin altında kıza rastlamıştı. Pardösüsünün cebinden sevimli Viyana valslerinden birinin melodileri yayılıyordu. “Aman, şuna bir bakayım,” demişti kız. “Ah, ne güzel! Bunu bana verir misin?” İşte böyle! Küçücük bir radyonun ne değeri vardı?

17 Kasım 2021 Çarşamba

Julia Quinn – Şahane Bir Kadının Gizli Günlüğü Kitabını PDF İndir

 


Bayan Miranda Cheever, on yaşındayken o Muhteşem Güzellikten tek bir iz bile taşımıyordu. Saçları kahverengiydi – üzücü bir şekilde – gözleri de öyle. Aşırı uzun bacakları, zarafetten çok uzaktı. Annesi hep, o uzun bacaklarıyla evin etrafını arşınlayıp durduğunu söylerdi. Ne yazık ki, Miranda’nın doğduğu toplumda bayanların görünüşüne çok önem verilirdi. Daha on yaşında olduğu halde, mahalledeki diğer küçük kızların çoğuna kıyasla çirkin kabul edildiğini biliyordu. Çocuklar genellikle böyle şeyleri öteki çocuklardan bir şekilde öğrenirdi. Bu konu hakkında, Rudland Kontu ve Kontesi’nin ikiz çocukları, Leydi Olivia ile Bay Winston Bevelstoke’un on birinci doğum gününde, hiç hoş olmayan bir olay yaşanmıştı. Mirandalar’ın evi, Rudlandlar’ın Cumberland Göller Bölgesi, Ambleside dolaylarındaki, atadan kalma evlerinin bulunduğu Haverbreaks’e çok yakındı. Olivia ile Winston malikânedeyken, Miranda hep onlarla birlikte ders çalışırdı. Birbirlerinden neredeyse hiç ayrılmayan bir üçlü olmuşlardı. Aynı bölgede, birçoğu yaklaşık bir saatlik mesafede oturan öteki çocuklarla oyun oynamaya pek zaman ayırmazlardı. Civardaki soyluların tüm çocukları, yılda yaklaşık on iki kez kadar, özellikle de doğum günü kutlamalarında, bir araya gelirlerdi. Leydi Rudland, bir keresinde bir leydiye hiç yakışmayacak bir çığlık atmıştı; çünkü ikizlerin bahçedeki doğum günü kutlaması yağmur yüzünden yarıda kesilince, on sekiz afacan, çamurlu ayaklarıyla oturma odasına dalmışlardı. “Yanağın çamur olmuş, Livvy,” dedi Miranda, silmek için uzanırken.

Olivia derin bir iç çekerek, “En iyisi ben banyoya gideyim. Annem beni böyle görsün istemem. Çamurdan nefret eder, ben de onun çamurdan ne çok nefret ettiğini dinlemekten nefret ederim,” dedi. “Halının her tarafı çamura bulanmışken senin yüzündeki birazcık çamuru sorun edeceğini sanmıyorum,” dedi Miranda ve bakışını, bir savaş narası ile kendini gülle gibi kanepenin üzerine fırlatan William Evans’a çevirdi. Dudaklarını bükmese, gülümsediği anlaşılacaktı. “Mobilyalar da öyle.” “Bence de, en iyisi gidip bu konuda bir şeyler yapayım.” Miranda’yı kapı aralığında bırakarak odadan dışarı çıktı. Miranda gözlemci olarak, her zamanki bulunduğu noktada bulunmaktan hoşnut bir halde bir süre olanları izledi. Sonra göz ucuyla birinin yaklaştığını gördü. “Doğum günü için Olivia’ya ne getirdin, Miranda?” Miranda dönünce, önünde Fiona Bennet’in durduğunu gördü. Pembe kuşaklı beyaz bir elbise giymişti. “Bir kitap,” diye yanıtladı Miranda. “Olivia okumayı sever. Sen ne getirdin?” Fiona, cicili bicili boyanmış, gümüş şeritle bağlı bir kutuyu havaya kaldırdı.

“Bir kurdele koleksiyonu, ipek, saten ve hatta kadife. Görmek ister misin?” “Evet, ama ambalajı bozmak istemem.” Fiona omuzlarını silkti. “Tek yapacağın şeridi dikkatlice çıkarmak. Noel zamanı bunu hep yaparım.” Şeridi kaydırarak çıkardı ve kapağı kaldırdı. Miranda nefesini tuttu. Siyah kadife kaplı kutunun içinde en az iki düzine kurdele vardı, her biri yay biçiminde kusursuzca bağlanmıştı. “Çok güzeller Fiona. Bir tanesine bakabilir miyim?” Fiona gözlerini kıstı. “Ellerimde hiç çamur yok. Gördün mü?” Miranda ellerini göstermek için havaya kaldırdı. “Tamam, peki.” Miranda uzandı ve menekşe renkli bir kurdele aldı. Saten, ellerinde baştan çıkarıcı bir yumuşaklık hissi bırakmıştı.

Kurdeleyi işveyle saçlarına götürdü. “Nasıl oldu?” Fiona gözlerini çevirdi. “Menekşe rengi sana yakışmadı, Miranda. Onun sarışınlar için olduğunu herkes bilir. Bu renk kahverenginin üzerinde neredeyse kayboluyor. Sen böyle renkleri kesinlikle kullanmamalısın.” Miranda kurdeleyi ona geri verdi. “Kahverengi saça hangi renk uyar? Yeşil mi? Annemin saçları kahverengi, ben onun yeşil kurdele taktığını görmüştüm.” “Sanırım yeşil kabul edilebilir ama o da sarı saçta daha iyi durur. Sarı saçta her şey daha iyi görünür.” Miranda, içinde bir öfke kıvılcımının yükselmekte olduğunu hissetti. “Tamam, ama Fiona, bu durumda sen ne yapacaksın bilmiyorum çünkü senin saçların da en az benimki kadar kahverengi.” Fiona öfkeyle geri çekildi. “Hayır, değil.” “Evet öyle!” “Değil işte!” Miranda öne doğru eğildi, gözlerini tehdit edercesine kısarak, “Eve gidince aynaya bir baksan iyi olur Fiona çünkü senin saçların sarı değil,” dedi.

Fiona, menekşe renkli kurdeleyi kutuya geri koydu. Kutunun kapağını çat diye kapattı. “Ama bir zamanlar sarıydı, oysa seninki hiç olmadı. En azından, benim saçlarım açık kahverengi. Herkes açık kahverenginin seninki gibi koyu kahverengiden daha iyi olduğunu bilir.” “Koyu kahverengi saçın hiçbir kötü tarafı yok!” diyerek itiraz etti Miranda. Ancak, İngiltere’nin büyük bir kısmının onunla aynı fikirde olmadığını biliyordu. “Bir de,” diye ekledi Fiona, haince, “Senin dudakların çok büyük.” Miranda’nın eli uçarcasına dudaklarına gitti. Çok güzel olmadığını, şirin bile sayılmadığını biliyordu. Yine de daha önceden kimse dudaklarıyla ilgili bir şey söylememişti. Başını kaldırıp, yılışık yılışık sırıtan kıza bakarken, “Sen de çillisin işte!” diye patladı. Fiona tokat yemiş gibi geri çekildi. “Çiller solar gider. Benimkiler de on sekizime girmeden kaybolacak.

Annem her gece onlara limon suyu sürüyor.” Küçümseyerek burnunu kıvırdı. “Ama senin ilacın yok, Miranda. Sen çirkinsin!” “Hayır, o çirkin değil!” Her iki kız da sesin geldiği tarafa dönünce Olivia’yı gördüler, banyoda işini bitirip gelmişti. “Ya Olivia,” dedi Fiona. “Yakın oturup, birlikte ders çalıştığınız için Miranda ile iyi arkadaş olduğunuzu biliyorum ama onun çok güzel olmadığını kabul etmelisin. Annem onun asla bir koca bulamayacağını söylüyor.” Olivia’nın mavi gözlerinde adeta tehlikeli bir şimşek çaktı. Rudland Kontu’nun tek kızı her zaman vefalı biri olmuştu ve Miranda onun en iyi dostuydu. “Miranda senden daha iyi bir koca bulacak, Fiona Bennet! Onun babası bir baron, seninki ise sadece bir bay.” “Güzelliği veya parası olmayan birinin, baron kızı olması fazla bir şey değiştirmez,” dedi Fiona, evde birçok kez duyduğu anlaşılan sözleri tekrar edercesine. “Miranda’da ikisi de yok.” “Sussana sen, aptal bunak inek!” diye bağırdı Olivia, ayağını yere vurarak. “Bu benim doğum günü kutlamam ve eğer kibar olamıyorsan, bırakıp gidebilirsin.”

Julian Barnes – Aşk Vesaire Kitabını PDF İndir

 


Stuart Merhaba! Daha önce karşılaşmıştık. Stuart. Stuart Hughes. Evet, ben eminim. Kesinlikle eminim. On yıl kadar önce. Önemli değil -olur böyle şeyler. Anımsamış gibi görünmeniz gerekmez. Ama mesele şu k i ben sizi anımsıyorum. S i z i anımsıyorum. Nasıl unutabilirdim, öyle değil mi? Şimdi düşünüyorum da aradan on yıldan biraz fazla zaman geçmiş. Şey, değiştim ben. Bu kesin. Bir kere hepsi bembeyaz oldu. Artık saçlarıma kır düştü bile diyemem, öyle değil mi? Aa, aklıma gelmişken söyleyeyim, siz de değişmişsiniz.

Herhalde siz o zamanlar ne idiyseniz şimdi de aynen öyle olduğunuzu düşünüyorsunuz. İnanın, aynı değilsiniz. Oliver Bitişikteki otuzbir yuvasından gelen şu hoş nağme, duvarları deri kaplı ahır bölmesinden gelen şu burun çekme ve tepişme sesleri de ne ola ki? Acaba benim sevgili, benim eski -sabık anlamında eski- dostum Stuart olabilir mi? “Sizi anımsıyorum.” Nasıl da Stuart’a özgü bir ifade bu! Stuart öylesine eski kafalı, öylesine naftalin duyarlıklıdır ki, dedelerden kalma boktan şarkılardan bile hoşlanır aslında. Demek istiyorum ki, cinsel organlarınıza ilk kez kan dolmasıyla eş zamanlı ucuz müziğe kafayı takmak, ister Randy Newman ister Luigi Nono söz konusu olsun, üzerinde durulması gereken bir şeydir. Gelgelelim, önceki kuşağın şu eşlik halinde söylenen tatil şarkılarına kafayı takmak-işte bu, öylesine Stuart’a özgü bir şey ki son derece dokunaklı, siz de öyle düşünmüyor musunuz? Yüzünüzdeki şu şaşkınlık ifadesini bir silin hele. Frank Ifield. “I Remember You.” Ya da daha doğrusu, I remember yoo-oo,/ You’re the one that made my dreams come troo-oo. Çaktınız mı? 1962. Koyun postekisinden kıyafetlere bürünmüş, şarkılarını İsviçre dağcıları gibi uzata uzata söyleyen şu Avustralyalı şarkıcı değil mi? Gerçekten de o. Gerçekten de o-o-o. Ne denli büyük bir sosyolojik paradoksu temsil etmiş olmalı. Yeryüzünün öbür ucundaki bronzlaşmış kuzenlerimize saygısızlık etmek gibi bir şey söz konusu değil, elbette. Kültürel her alt-grup karşısında yaltakça bir itaatin var olduğu bir dünyada, Avustralyalı bir şarkıcıya karşı per se 1 bir duygum olduğum falan sanılmasın ha.

Siz de bunlardan biri olabilirdiniz. Şayet teşvik edecek olsam, siz de böyle heceleri uzata uzata şarkılar söylemez miydiniz? Eğer söyleyecek olsanız, sizinle dürüstçe bir göz temasında bulunur ve elinizi hak yemeden sıkardım. İnsanın kardeşliğine hoşgeldiniz derdim size. İsviçreli kriketçiyle birlikte. Ve şayet -mutlu bir raslantı sonucu- gerçekten de İsviçreli bir kriketçi, Bernese Oberland ekibinden bir top atıcısıysanız, o zaman sadece şunu söylemekle yetineyim: 1962, Beatles’ın kırk beşlik plaklarda devrim yaptığı yıldı ve bizim Stuart şimdi Frank Ifield şarkıları söylüyor. Argümanımı buna dayandırıyorum. Ha unutmadan söyleyeyim, ben Oliver. Evet, bildiğinizi biliyorum. Beni anımsadığınız anlaşılıyor. Gillian Gillian. Beni belki anımsıyorsunuz, belki anımsamıyorsunuz? Bir sorun mu var? Anlamanız gereken şey Stuart’ın sizden, kendisinden hoşlanmanızı istemesi, kendisinden hoşlanmanıza ihtiyaç duyması, oysa Oliver hoşlanmayacağınızı düşünmekte biraz güçlük çekiyor. Bana kuşkucu kuşkucu bakıyorsunuz. Ama şu bir gerçek ki bütün bu yıllar boyunca ben insanların Oliver’a hem gıcık olup, hem de onun büyüsüne kapıldıklarını gözlemledim. Elbette, bazı istisnai durumlar oldu. Yine de, sizi uyarmış olayım.

Peki ben mi? Şey ben, benden hoşlanmanızı yeğlerdim, tersini değil, ama normal bir şey bu, öyle değil mi? Kim olduğunuza bağlı, elbette. Stuart Aslında hiç de o şarkıdan söz ediyor değildim. Gillian Bakın, gerçekten de vaktim yok. Sophie’nin bugün müzik dersi var. Ama ben Stuart’la Oliver’ı hep bir şeyin… belki de, olgunluk denen şeyin karşıt kutupları olarak düşünmüşümdür. Stuart olgunluğun bir şeylere uyum sağlamak, insanların hoşuna gitmek, toplumun bir üyesi olmak olduğuna inanmıştır. Oliver’ın öyle bir problemi yoktu, onun kendine güveni her zaman daha fazlaydı. Güneşin yönüne göre hareket eden şu bitkiler için kullanılan sözcük neydi? Gün’lü bir şey olacak. İşte Stuart tam öyleydi. Oysa Oliver… Oliver -le roi soleil’di, öyle değil mi? Uzun zamandır aldığım en güzel karıkocalık iltifatı. Yaşam denilen bu küçücük âlemde bana bazı adlar verildi ama, Güneş Kral yeni bir ad. Phoebus. Pho-Phi-Pho-Phumbus… Gillian – bakan. Günebakan, aklıma gelmeyen sözcük buydu. Oliver Gillian’daki şu değişiklik dikkatinizi çekti mi? İnsanları kategorilere ayırma alışkanlığı edinmiş olması.

Herhalde Fransız kanı taşıdığından olacak. Yarı yarıya Fransız o -bunu anımsıyorsunuz değil mi? “Anne tarafından yarı Fransız”: Mantıksal olarak, çeyrek Fransız anlamına geliyor bu, öyle değil mi? Ancak, bütün büyük ahlâkçılarla filozofların belirttikleri gibi, mantığın yaşamla ne ilgisi var? Demek oluyor ki, Stuart yarı kan Fransız olsaydı. 1962’de Johnny Hallyday’in “Let’s Twist Again”den yaptığı Fransızca yorumu ıslıkla söylüyor olacaktı. Eğlenceli bir düşünce, öyle değil mi? Acılı bir pensee. 2 Ama size bir düşünce daha: Hallyday yarı Belçikalıydı. Baba tarafından. Stuart 1962’de dört yaşımdaydım. Sırf her şey aydınlığa çıksın diye söylüyorum. Gillian Aslında, insanları kategorilere ayırdığımı sanmıyorum. Sadece demek istiyorum ki eğer dünyada anladığım iki kişi varsa, bunlar Stuart ile Oliver’dır. Ne de olsa her ikisiyle de evlendim. Stuart Mantık. Birisi mantık sözcüğünü mü kullandı? Size bir mantık örneği vereceğim. Çekip uzaklara gidiyorsunuz, insanlar aynı kaldığınızı düşünüyorlar. Yıllardır karşılaştığım en kötü mantık örneği bu.

Oliver Aklıma geldi de söylüyorum, les Belges konusunda beni yanlış anlamış olmayın. Kibirli bir akşam sofrası yurtseveri “Bana ünlü altı Belçikalının adını söyleyin, ” diyecek olsa, elini havaya ilk kaldıran ben olurum. “Ama Simenon dışında, ” diye eklense de cesaretim kırılmaz. Mesele Gillian’ın Fransız oluşuyla hiç ilgili olmayabilir. Orta yaştan kaynaklanabilir. Zorunlu olarak, hepimizin değilse de, bazılarının başına gelen bir süreç bu. Gill’le birlikte tren gara aşağı yukarı vaktinde giriyor, buhar trenin sevgili düdüğünü harekete geçiriyor ve kazan biraz sıcak ve sıkıntılı. Ama kendinize, Stuart’ın ne zaman orta yaşlı biri olduğunu hele bir sorun bakalım. Tartışılacak tek konu, testislerinin erbezi torbalarına inmesinden önce mi, yoksa sonra mı olduğudur. Bebek arabasındaki şu fotoğrafını gördünüz mü onun, hani üstünde üç parçadan oluşan elbisesi ve ince çizgili kundak bezi varken?

8 Kasım 2021 Pazartesi

Julian Barnes – Benimle Tanışmadan Önce Kitabını PDF İndir

 


Graham Hendrick, karısının zina yapışını ilk seyredişinde hiç aldırış etmedi. Hatta kıkır kıkır gülmekte olduğunu fark etti. Perdeleme amacıyla elini kızının gözlerine doğru uzatmak aklına bile gelmedi. Elbette, Barbara vardı bunun arkasında. Barbara, ilk karısı;- zina yapmakta olan ikinci karısı Ann’e cephe alan Barbara. Gerçi, tabiatıyla, o zamanlar bunu bir zina olarak görmüyordu. Bu yüzden pas devant 2 yanıtı uygun bir yanıt değildi. Ve zaten, Graham’ın cicim ayları diye adlandırdığı zamanlardı hâlâ. Cicim ayları 22 Nisan 1977’de, Jack Lupton’ın onu paraşütçü bir kızla tanıştırdığı Repton Gardens’da başlamıştı. Partide üçüncü içkisini içiyordu. Ne var ki gevşemesine hiç faydası olmamıştı alkolün. Jack kızı tanıştırır tanıştırmaz, beyninde bir şeyler kıvılcımlandı ve otomatik olarak onun adını beyninden sildi. Partilerde böyle oluyordu. Birkaç yıl önce, deney olsun diye, tanıştırıldığı kişilerin adlarını el sıkışırlarken yinelemeyi denemişti. “Merhaba Rachel, ” diyordu ve, “Merhaba Lionel, ” “İyi akşamlar Marion.

” Ama böyle yapınca erkekler sizin eşcinsel olduğunuzu filan sanıyor, size sakınarak bakıyorlardı; kadınlarsa, sizin bir Bostonlu ya da belki de, bir Pozitif Düşünür olup olmadığınızı soruyorlardı nazikçe. Graham bu tekniği bırakmış ve kendi beyninden utanma duygusuna geri dönmüştü. O ılık nisan gecesi Graham, Jack’in kitap raflarına yaslanmış, sigara içip gevezelik edenlerin patırtısından uzakta, adını hâlâ bilmediği, ve sarı saçlarını özenle biçimlendirmiş çok renkli çizgili ve anladığı kadarıyla ipek bir gömlek giymiş kadına kibarca bakıp durmuştu. “İlginç bir yaşam olmalı.” “Evet, öyle.” “Çok… yolculuk ediyor olmalısınız.” “Evet, ediyorum.” “Gösteriler yapıyorsunuz, sanırım.” Kadının, ayak bileğine bağlı bir kutudan kızıl dumanlar yükselirken havada taklalar attığını hayal ediyordu Graham. “Şey, gerçekte o öteki bölüm.” (Hangi bölümdü o?) “Tehlikeli olmalı, gerçi.” “Nasıl – uçağa binmek mi demek istiyorsunuz?” Şaşırtıcı, diye düşündü Ann, erkekler uçaklardan ne kadar da çok korkuyorlardı. Uçaklar ona hiç rahatsızlık vermiyordu. “Hayır, uçmak değil, ötekisi. Atlama.

” Ann soru sorarcasına başını yana eğdi. “Atlama.” Graham bardağını bir rafın üzerine koydu ve kollarını yukarı aşağı kanat gibi çırptı. Ann başını daha da yana eğdi. Graham ceketinin orta düğmesini kavradı ve aşağı doğru keskin, askerce bir hareketle çekti. “Şey, ” dedi sonunda, “ben sizin bir paraşütçü olduğunuzu sanıyordum.” Ann’in yüzünün alt kısmını bir gülümseme kapladı, sonra, gözleri kuşkucu bir acıma ifadesinden eğlenme ifadesine doğru yavaş yavaş değişti. “Jack sizin bir paraşütçü olduğunuzu söyledi, ” diye yineledi Graham; yinelemesi ve sözlerini bir otoriteye maletmesi sanki doğru olmasını daha olası kılıyordu. Tabii, durum tam tersiydi; Jack’in pis şakalarından biriydi bu da. “Bu durumda, ” diye yanıtladı Ann, “siz de tarihçi değilsiniz ve Londra Üniversitesi’nde ders vermiyorsunuz.” “Aman Tanrım, daha neler!” dedi Graham. “Akademisyene mi benziyorum ben?” “Neye benzediklerini bilmiyorum. Başkalarına benzemiyorlar mı?” “Hayır benzemezler.” dedi Graham, bayağı sertçe. “Gözlük takarlar, kahverengi tüvit ceketler giyerler, sırtlarında kamburları vardır, cimri ve kıskançtırlar ve hepsi de Old Spice kullanır.

” Ann ona baktı. Gözlüğü ve fitilli kadifeden, kahverengi bir ceketi vardı. “Ben beyin cerrahıyım, ” dedi Graham. “Şey, aslında tam değil. Kendimi yavaş yavaş geliştiriyorum. İnsanın önce vücudun öteki parçaları üzerinde pratik yapması gerek: Apaçık ortada bu. Şu anda omuzlar ve boyunlar üzerinde çalışıyorum.” “İlginç olmalı.” dedi Ann, ona ne dereceye kadar inanmak gerektiğinden emin olamadan. “Güç olmalı, ” diye ekledi. ‘‘Güç.’“ Graham, gözlüğünü önce yana doğru hareket ettirip sonra yeniden eski yerine getirerek burnunun üstünde yer değiştirdi. Uzun boyluydu; uzunca köşeli bir yüzü ve sanki birisi üzerine tıkalı bir biberlikten biber serpmişçesine şurada burada kırlaşmış teller bulunan, koyu kahverengi saçları vardı. “Aynı zamanda tehlikeli.” “Herhalde öyledir.

” Tevekkeli değil, saçları böyleydi. “En tehlikeli yanı da, ” diye açıkladı Graham, “uçmak.’’ Ann gülümsedi; Graham gülümsedi. Ann sadece hoş değildi; aynı zamanda cana yakın biriydi. “Ben satın alına görevlisiyim, ” dedi Ann, “giysiler satın alıyorum.” “‘Ben akademisyenim, ” dedi Graham. “Londra Üniversitesi’nde tarih dersleri veriyorum.” ‘‘Ben büyücüyüm, ” dedi Jack Lupton, sohbetlerini işitebileceği bir uzaklıkta ortalıkta dolanırken; şimdi de elindeki şişeyi bardaklarına şarap koyacakmış gibi ortasından tutmuştu. “Ben Yaşam Üniversitesi’nde büyü öğretiyorum. Şarap mı, yoksa şarap mı?” “Çek arabanı Jack, ” dedi Graham kararlı bir tavırla. Ve Jack yanlarından uzaklaştı. Geriye bakınca, o günlerde yaşamının nasıl karaya oturmuş olduğunu şimdi apaçık görebiliyordu Graham. Tabii, bu kaçınılmaz açıklık her zaman geçmişe bakmanın aldatıcı bir işlevi olmadığı sürece. O zamanlar otuz sekiz yaşındaydı: on beş yıldır evliydi; on yıldır aynı işteydi; esnek ödemeli bir konut kredisi borcunu yarılamıştı. Yaşamını da yarıladığını düşünüyordu; ve yokuş aşağı inişi artık hissedebiliyordu.

Barbara elbette durumu böyle görmezdi. Ve elbette Graham ona durumu böyle ifade de edemezdi. Belki de sıkıntı, bir ölçüde bundan kaynaklanıyordu. O zamanlar Barbara’dan hâlâ hoşlanıyordu; gerçi en azından beş yıldır ona gerçekten âşık değildi, ilişkilerinden ötürü gurur, hatta ilgi gibi bir şey hissetmemişti. Kızları Alice’i severdi; gerçi biraz şaşırarak da görüyordu ki, kızı onda hiçbir zaman çok derin duygular uyandırmamıştı. Kızı okulda başarılı olduğunda memnunluk duyuyordu, ama bu memnunluğun, gerçekte başarısız olmamasından ötürü duyduğu iç rahatlığından ayırt edilebilir olup olmadığından kuşkusu vardı: İnsan bunu nasıl bilebilirdi? İşinden de negatif bir anlamda hoşlanıyordu; her yıl biraz daha az hoşlanıyordu ya neyse, çünkü ders verdiği öğrenciler daha toy, daha fütursuzca tembel, ama her zamankinden daha nazik bir şekilde erişilmez oluyorlardı.

5 Kasım 2021 Cuma

Julian Barnes – Seni Sevmiyorum Kitabını PDF İndir

 


Erkeğin, erkeğin ya da kadının, onların 1 Stuart Adım Stuart ve her şeyi anımsıyorum. Doğduğumda Stuart adı verilmiş; tam adım Stuart Hughes. Yani bütün adım bu. Göbek adım yok. Evlilikleri yirmi beş yıl süren annem ve babam bana Stuart adını vermişlerdi. Önceleri hiç hoşuma gitmiyordu bu ad -okulda sınıf arkadaşlarım beni Stew 2 ya da Stew-Pot 3 diye çağırıyorlardı- ama sonra bu ada alıştım. Artık canımı sıkmıyor. Bu acayip adın uzun sapından tutmayı beceriyorum. Özür dilerim, espri yapmakta pek yetenekli değilim. Bunu bana sık sık söylemiştir insanlar. Her neyse, Stuart Hughes işte adım -sanırım, bu kadarı yeterli. Adımın St John St John de Vere Knatchbull olması için hiçbir arzu duymuyorum. Anne ve babamın adları Hughes’dı. Onlar öldüler ve ben de şimdi onların adını taşıyorum. Ve ben de öldüğümde, bana yine Stuart Hughes diyecekler.

Bizim bu koskoca dünyamızda pek fazla kesin şey yok, ama bu kesin. Sözü nereye getirmek istediğimi anlıyor musunuz? Özür dilerim, bunu tahmin edebilmeniz için hiçbir sebep yok elbet. Söze daha şimdi başladım. Beni hiç tanımıyorsunuz. O zaman, yeniden başlayalım. Merhaba, ben Stuart Hughes, sizinle tanıştığıma memnun oldum. El sıkışalım mı? Tamam, pekâlâ. Size demek istediğim şu ki: burada benden başka herkes adlarını değiştirdi. İnsanı bayağı düşündürüyor bu. Hatta insanın tüylerini diken diken ediyor biraz. Ş e y , herkes’in ardından adlarını sözcüğünü nasıl çoğul olarak getirdiğime dikkat ettiniz mi? “Herkes adlarını değiştirdi, ” dedim. Bunu kasten yaptım, belki de sırf Oliver’ın canını sıkmak için. Oliver’la büyük bir ağız dalaşına girdik. Şey, daha doğrusu, bir tartışma geçti aramızda. Ya da, daha da doğrusu, anlaşmazlığa düştük.

Ukala dümbeleğinin teki, şu Oliver. En eski arkadaşım o, bu yüzden ona ukala dümbeleği dememde sakınca yok. Gill onunla tanışmasından -Gillian, benim karım- kısa bir süre sonra, şöyle dedi bana, “Biliyor musun, senin bu arkadaşın sözlük gibi konuşuyor.” Frinton’ın tam kuzeyinde, bir plajdaydık o sıralar ve Oliver, Gill’in bu sözünü işittiğinde her zaman yaptığı şu zevzekliklerine başlamıştı. Kendisi bunlara şaklabanlık diyor ama, benim kullanacağım sözcük bu değil. Konuşma tarzı hakkında size bir fikir veremem -onu kendiniz dinleseniz daha iyi olurdu – ancak diyebileceğim şu ki, sözcüğün gerçek anlamında şirazesinden çıkıyor konuştukça. O zaman da böyle yaptı. “Ne çeşit bir sözlüğüm ben, söyler misiniz? Parmak endeksim de var mı? İki dilli miyim?” İşte böyle şeyler deyip durdu. Bir hayli sürdü bu konuşması, sonunda bize kendisini kimin satın alacağını sordu. “Ya hiç kimse beni istemezse? Hiç kimseyi ilgilendirmiyorum ben. Üstü tozla kaplı zavallı bir kitapçığım ben. Ah hayır! Beni ucuz kitaplar rafına atacaklar, bunu şimdiden görebiliyorum, beni ucuza satacaklar.” Ve derken kumları yumruklamaya ve martılara ağlayıp sızlanmaya başladı -televizyon için harika bir komedi olurdu doğrusubu arada, rüzgâra karşı sığındıkları bir paravanın ardında radyo dinlemekte olan yaşlı bir çift, Oliver’ın bu halinden oldukça ürkmüş gözüktüler. Gillian ise yalnızca kıs kıs güldü. Her neyse, Oliver ukalanın biri.

Herkes sözcüğünün ardından onların sözcüğünün gelmesi konusunda ne düşündüğünüzü bilmiyorum. Muhtemelen çok şey düşünmüyorsunuzdur, düşünmeniz için hiçbir sebep yok. Ve bu konunun, ilk nasıl açıldığını da anımsayamıyorum, ama bu tartışmaya girdiğimiz bir gerçek. Oliver, Gillian ve benim aramda yani. Her birimizin farklı bir görüşü vardı. İzin verin de bu karşıt bakış açılarını ortaya koymaya çalışayım. Belki de, tıpkı bankalarda yapıldığı gibi bu toplantının tutanaklarını kaleme almayı başarırım. OLIVER herkes, bir kimse ve hiç kimse gibi sözcüklerin tekil kişi zamirleri olduklarını ve bu yüzden de, bunlardan sonra tekil mülkiyet zamiri olan onun sözcüğünün gelmesi gerektiğini söyledi. GILLIAN böyle bir genelleme yapılamayacağını, çünkü türünün yarısını dışarıda bırakmak olacağını, sözünü ettiğimiz bu bir kimse’nin kadın olma ihtimalinin yüzde elli olduğunu belirtti. Bu yüzden mantık ve hakkaniyet nedenlerinden ötürü erkeğin ya da kadının demek gerekiyordu. OLIVER bizim cinsel politika değil, gramer tartıştığımızı söyledi. GILLIAN bu ikisini birbirinden nasıl ayıracağımızı sordu, çünkü gramer sözcüğü gramercilerden gelmiyordu da nereden geliyordu ve hemen hemen bütün gramerciler -hatta bildiği kadarıyla tamamı- erkekti, bu yüzen başka ne bekleyebilirdik? Ne yandan bakarsak bakalım, Gillian’ın görüşünde sağduyu vardı. OLIVER gözlerini geriye doğru devirdi, bir sigara yaktı ve tam da sağduyu ifadesinin kendisinde bir çelişki olduğunu söyledi ve eğer İnsan – konuşmasının bu noktasında son derece zor bir durumda kalmış göründü ve bu kez Erkek ya da Kadın diyerek, konuşmasını sürdürdü. Erkek ya da Kadın geçmişteki binlerce yıl zarfında sadece sağduyuya bel bağlamış olsaydı, biz hâlâ çamurdan yapılma kulübelerde yaşar, berbat şeyler yer ve Del Shannon’ın plaklarını dinlerdik, dedi. STUART o zaman bir çözüm önerdi.

Erkeğin mülkiyet zamiri, ya gerçeği tamı tamına yansıtmadığından, ya hakaret dolu olduğundan ya da bunların her ikisi de olduğundan; erkeğin ya da kadının demek ise daha diplomatik olmakla birlikte son derece hantal olduğundan, bu sorunun en açık yanıtı onların demekti. Stuart getirdiği öneriden o denli emin gözüküyordu ki, çoğunluğu oluşturan ikisinin önerisini reddettiklerini görünce şaşırdı. OLIVER dedi ki, sözgelimi birisi kafalarını kapı aralığından uzattı, cümlesi Rusya’da yapılan korkunç bir bilimsel deneyde olduğu gibi, sanki bir vücut ve iki kafa varmış gibi oluyordu. Başkan (=ben) tarafından sözü kesilene değin, eski zaman panayırlarında görülen sakallı kadınlar, sakat koyun ceninleri ve benzeri hilkat garibelerinden söz edip durdu. GILLIAN onların sözcüğünün kendi görüşüne göre erkeğin ya da kadının sözcükleri kadar hantal ve besbelli ki en az onlar kadar da diplomatik olduğunu söyledi. Ama sanki ne diye bu konu üzerinde kılı kırk yarıyordu ki? Kadınlar yüzyıllardır tüm insan türünden söz ederken eril mülkiyet zamirini kullanmaya mecbur kaldıklarına göre, birkaç (erkek), gırtlağına yapışıp kalsa bile, gecikmeli bir düzeltme eylemine niye girişemeyeceklerdi ki? Stuart orta yolun temsilciliğini benimseyerek, onların demenin ne iyi çözüm olduğunda ısrar etti. TOPLANTI sine die 4 ertelendi. Bu konuşma hakkında daha sonra bir hayli düşündüm. Makul, zeki üç insan tutmuş, erkeğin, erkeğin ya da kadının, yahut onların demenin doğrulukları üzerinde tartışıyordu. Ufacık sözcüklerdi bunlar, ama yine de bir görüş birliğine varamıyorduk. Ve bizler arkadaştık. Yine de görüş birliğine varamıyorduk. Canımı sıkan bir şey vardı bunda. Bu anlaşmazlık nasıl çıkmıştı ortaya? Ah, evet, burada benden başka herkes adlarını değiştirdi. Doğru, insanı bayağı düşündürüyor bu cümle, değil mi? Sözgelimi, Gillian, benimle evlendiğinde adını değiştirdi.

Kızlık adı Wyatt’tı, ama şimdi Hughes adını taşıyor. Benim adımı almaya can atıyordu falan diyerek böbürlenecek değilim. Sanırım daha çok Wyatt’tan kurtulmak istediğinden böyle yaptı. Anlıyorsunuz işte, Wyatt babasının adıydı ve o, babasıyla anlaşamıyordu. Babası annesini terk etmişti ve annesi yıllar yılı kendisini terk etmiş olan bir adamın adını taşımıştı. Mrs Wyatt için ya da – Fransız kökenli olduğu için bazılarının ona hitap ettiği gibi Mme Wyau için hiç de hoş bir durum değildi bu. Ben, Gillian’ın Wyan adından kurtulmasını, babasıyla bağlarını koparmak (bu arada, şunu da belirteyim ki, evlenme törenimize gelmedi babası) ve annesine, yıllar önce, onun da koparmış olması gerektiğini anlatmak için yaptığından kuşkulanıyorum. Ama, Gillian’ın davranışında böyle bir ima vardıysa bile. Mme Wyatt bu imayı anlamadı.

Favorilere Ekle Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş Friendfeed'de Paylaş RSS



Yazarlar

A. Kadir (1) A.P.Martinich (1) Abdulhak Sinasi Cinar - Fehim Bey ve Biz.pdf (1) Abdullah Uçman (1) Abdullah Ziya Kozanoğlu (3) Abdülhak Şinasi Hisar (2) Abraham Galante (1) Adalet Ağaoğlu (2) ADEM GÜNEŞ (1) Adrian Goldsworthy (1) Agatha Christie (2) Agnes Michaux (1) Ahmed Ağaoğlu (1) Ahmed Arif (1) Ahmed Hulusi (1) Ahmet Aydın (1) Ahmet Batman (1) Ahmet Gülüm (1) Ahmet Hamdi Tanpınar (1) Ahmet İnam (1) Ahmet Nacar (2) Ahmet Rasim (2) Ahmet Semih Mümtaz (1) Ahmet Şerif İzgören (4) Ahmet Ümit (1) Ajit K. Mohanty (1) Akın Karagöz (1) Ala Sivas (1) Alaeddin Şenel (1) Alain Badiou (1) Alan Lightman (1) Alan Sokal (1) Alberto Manguel (2) Alejandro Guillermo Roemmers (1) Aleksandr Sergeyeviç Puşkin (1) Alfred Adler (1) Ali Çankırılı (1) Ali Jean Çorakçı (1) Ali Kuzu (1) Ali Smith (2) Amy A. Bartol (1) Amy Silver (1) Andre Maurois (1) Anna Todd (1) Anthony D. Smith (1) Antoine de Saint-Exupéry (1) Anton Çehov (1) Ara Avedisyan (1) Ashlee Vance (1) Ashton Lee (1) Aslı Erdoğan (2) Asuman Susam (1) Atilla Atalay (1) Aydın Büke (4) Ayfer Tunç (2) Ayhan Tekineş (1) Aykut Tanrıkulu (1) Ayn Rand (2) Ayşe Gouverneur (1) Ayşe Şasa (1) Aziz Nesin (2) B. Tolga Sasık (1) Bahaeddin Ögel (1) Barış Kılınç (1) Barry Norman (1) Başak Yaman Yeroğlu (1) Bear Grylls (1) Bernard Shaw (2) Berrin TÜRKOĞLU (1) Bibi Dumon Tak (1) Bilge Karasu (1) Brian McClellan (1) Bryan Sykes (2) Burak Göral (1) Burak Turna (1) Burçe Bahadır (1) Burçin Ş. Yalçın (1) Bülent Diken (1) Bülent Güven (1) Cahit Irgat (2) Cahit Uçuk (1) Caitlin Moran (2) Camille Bordas (1) Can Başkent (7) Can Dündar (6) Canan Efendigil Karatay (1) Cante Jondo Şiiri (1) Carl Gustav Jung (2) Carl Sagan (3) Cem Altınsaray (1) Cemal Süreya (2) Cemal Yıldırım (1) Cemil Meriç (4) Cenk Durmuşkahya (2) Cevat Abbas Gürer (1) Charles Darwin (1) Christiane F. (1) Christie Golden (1) Christina Daniels (2) Chuck Palahniuk (1) Claude Levi-Strauss (1) Colette Estin (1) Connie Willis (1) Craig Fryhle (2) Cuma Bozkurt (1) Curtis Sittenfeld (1) Çağlar Sunay (1) Çetin Baytekin (1) Daniel Goleman (1) Daniel Kahneman (1) Darhan Hıdıraliyev (1) David Almond (2) David Eagleman (1) David Henry Wilson (1) David S. Kidder (1) Dean Burnett (1) Dean Koontz (3) Demir Özlü (1) Didar Çelikkanat (1) Dimitrios Katsikas (1) Doğan Hasol (1) Doğan Yurdakul (1) Doris Lessing (2) Doris Pilkington (1) Dostoyevski (2) Dr. Jekyll ve Mr. Hyde PDF İndir (1) E. L. James (1) Edmondo De Amicis (1) Eduardo Galeano (5) Eduardo Galeno (1) Ekrem Acar (1) Eleanor H. Porter (1) Eleanor Wood (1) Elif Ayla (1) Elif Şafak (1) Elisabeth Craven (1) Elisabeth M. Dodge (1) Eloise James (1) Emin Akif Ersoy (1) Emin Çölaşan (1) Emin Ergen (1) Emine Sevgi Özdamar (1) Emre Kongar (1) Emrullah Erdinç Kitapları (1) Encore Kitap (1) Engin Altelli (1) Enid Blyton (1) Ercan Kumcu (1) Erdal Demirkıran (1) Erdal Sarızeybek (1) Erhan Ateş (1) Eric Ries (1) Erich Von Daniken (2) Ernesto Che Guevara (2) Erol Manisalı (1) Erol Mütercimler (2) Evrim Çalkavur (1) Faruk Duman (2) Faruk Tuncer (2) Fatih Bayhan (1) Fatih Korkmazlar (1) Federico Garcia Lorca (1) Feraye Sünev Çokgürses (1) Ferdinand Von Schirach (1) Ferhan Şensoy (2) Fethiye Çetin (1) Fevzi Çakmak (1) Franz Kafka (3) Frida Nilsson e kitap indir (1) Fuat Sezgin (1) G. H. Hardy (1) Gabriel Garcia Marquez Kitabını İndir (1) Gary Small (1) Gennifer Albin e kitap indir (1) George Orwell (3) Giovanni Guareschi (2) Graham Greene (1) Graham Solomons (2) Gregory Dart (1) Greil Marcus (1) Grigory Petrov (1) Gülden Şen (1) Güler Kazmacı (1) Gülten Dayıoğlu (1) Hagop Mıntzuri (1) Hakan Evrensel (1) Hakan Yaman (1) Hal Edward Runkel (1) Halid Ziya Uşaklıgil (1) Halide Edib Adıvar (10) Halit Ertugrul (1) Haluk Yavuzer (1) Handan Kılıç (1) Haruki Murakami (1) Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi (1) Hasan Basri Efendi (1) Hasan Tuncay (1) Henri Loevenbruck (3) Henry David Thoreau (1) Holly Black e kitap indir (1) Homo Deus (1) Homo sapiens (1) Honore De Balzac (1) Hüseyin Cöntürk (1) Hüseyin Namık Orkun (1) Hüseyin Nihal Atsız (1) HypnoBirthing (1) Igor Stravinsky (1) Ivan Illich (1) İbn Battuta (1) İbrahim Canan (1) İbrahim Sertkaya (2) İhsan Latif (1) İlber Ortaylı (3) İlhan Uçkan (1) İlona Andrews (2) İshak Sunguroğlu (1) İskender Pala (3) İsmet Demir (1) İzzet Bozkurt (1) J. R. R. Tolkien (1) J.G. Sandom (1) Jaap Ter Haar (1) Jack London (1) Jacob Ludwig Carl Grimm (1) James Greer (1) Jane Casey (1) Jean Bricmont (1) Jean Dominique Bauby (1) Jean-Jacques Rousseau (1) Jeff Kinney (1) Jeff Sutherland (1) Jenny Lawson Lawson (1) Jenny Lawson Lawson e kitap indir (1) Jeremy Bernstein (1) Jesse Bering (1) Jheni Osman (1) Joan Aiken (3) Joan D. Vinge (1) Johan Harstad (1) Johann Wolfgang von Goethe (1) John Berger (1) John Coleman (1) John Fowles (2) John Gray (1) John Gribbin (1) John Grisham (2) John Katzenbach (1) John Lloyd (1) John Mitchinson (1) John R. Searle (1) John Scalzi (2) John Steinbeck (2) Jolan Chang (1) Jonathan Safran Foer (1) Jose Rodrigues Dos Santos (1) Jose Saramago (1) Joseph Conrad (1) Jules Verne (2) Juli Zeh (1) Julian Assange (1) Julian Stallabrass (1) Julie Kenner Kitabını PDF İndir (1) K. Beck e kitap indir (1) Kaan Arer E kitap indir (1) Karl Marx (2) Katarina Mazetti (1) Kazım Karabekir (3) Kemal Beydilli (1) Kemal Ekin Aysel (1) Kemal H. Karpat (1) Kemal Sülker (1) Kemalettin Tuğcu Kitapları (40) Kevin Hogan (1) Kevin Mitnick (1) Kiyohiro Miura (1) Kurt Vonnegut (1) Kürşat Başar (1) Laura S. Matthews (1) Leigh Bardugo (1) Leo Panitch Chibber (1) Leyla Azzam (1) Leyla Erbil (1) Leyla Erbil'e Mektuplar (1) Leyla Sabah (1) Lord Jim (1) Lucy Vincent (2) M. Âkif Ersoy (1) M. İlin & E. Segal (1) M. Scott Peck (1) M. Şükrü Hanioğlu (1) Mahfi Eğilmez (1) Mahlon B. Hoagland (1) Mahmut Makal (2) Marcel Ayme (1) Marcel Proust (1) Marcus Thompson (1) Margaret Atwood (1) Maria Montessori (1) Marie Mongan (1) Marlo Morgan (2) Martin Pistorius (2) Mehmet Altan (1) Mehmet Barlas (1) Mehmet Emin Ay (1) Mehmet Kara (2) Mehmet Kartal (1) Mehmet Önder (1) Mehmet Rauf (2) Mehmet Reşit Öztoprak (1) Melik Duyar (1) Melisa Gürpınar (1) Melissa Panarello (1) Memduh Şevket Esendal (1) Mert Altınkaynak (1) Metin And (1) Metin Üstündağ (1) Mıgırdiç Margosyan (1) Michael Brooks (1) Michael Connelly (1) Michael Grant (2) Michael Kohlmeier (1) Michael Korz (1) Michael Löwy (1) Michel Foucault (1) Michio Kaku (2) Mikita Brottman (1) Mim Kemal Öke (1) Mina Urgan (4) Minati Panda (1) Morris Rossabi (1) Muammer Taşçıkan (1) Muhsin Batur (1) Murat Özer (1) Musaffer Kılıç (1) Mustafa Çokay: Hayatı (1) Mustafa Kemal (2) Mustafa Ziyalan (1) Mutlu Dinçer (1) Müjdat Gezen (1) N. G. Çernışevskiy (1) Nalân Mahsereci (1) Namık Kemal (1) Nasır-ı Husrev (1) Nasiruddin Tusi (1) Nazif Ekzen (1) Necati Aydın (1) Necati başaran (1) Necati Demiroğlu (1) Necdet Sakaoğlu (2) Necip Fazıl Kısakürek (2) Necmeddin Sahir Sılan (1) Neda Olsoy (1) Nejat Bozkurt (1) Nicholas Carr (1) Nick Sandberg (1) Nicole Blake (1) Nihat Erim (1) Nil Peri Gökçe (2) Nilgün Marmara (1) Niyazi Berkes (1) Noah D. Oppenheim (1) Nurer Uğurlu (1) Nursel Duruel (2) Olcay Yılmaz (1) Oliver Sacks (2) Onur Ataoğlu (2) Orhan Boran (1) Orhan Gökdemir (1) Orhan Karaveli (2) Orhan Kurmuş (1) Orhan Pamuk (3) Osman Evcan (2) Osmanzade Hüseyin Vassaf (1) Ömer Asım Aksoy (1) Ömer Seyfettin (4) Öner Ünalan (1) Özcan Köknel (1) Özcan Yılmaz (1) Özgür Bacaksız (1) Özgür Bolat (1) Özgür Topyıldız (1) Pablo Neruda (1) Patricia Highsmith (1) Patti Smith (1) Paul Auster (1) Paul Berna (1) Paul Davies (1) Peyami Safa (5) Philip K. Dick (1) Philippe Sollers (1) R.I. Page (1) Rachel Hawkins e kitap indir (1) Rachel Walker (1) Ramazan Balcı (1) Ramazan Şeşen (1) Ray Bradbury (1) Rebecca Solnit (1) Recaizade Mahmut Ekrem (1) Reha Ülkü (1) Reinhold Hartmann (2) Rene Girard (1) Rene Jean Dupuy (1) Reşad Ekrem Koçu (1) Reşat Nuri Güntekin (6) Ricardo Coler (1) Richard Dawkins (3) Richard Feynman (1) Richard Tillinghast (1) Robert Ludlum (1) Robert Philipson (1) Robin Cook (1) Robin Wasserman (1) Roger Garaudy (1) Roger Penrose (2) Rosi Braidotti (1) ry Dart (1) Sabahattin Ali (1) Sadık Hidayet (2) Sait Aytemur (1) Savaş Çoban (1) Scott Maxwell (1) Sefa Saygılı (1) Sefer Turan (1) Selçuk Aydemir (1) Selçuk ÖZTÜRK (1) Selim Yeniçeri (1) Selin Ongun (1) Semih Gümüş (1) Senail Özkan (1) Sergey Lukyanenko (1) Serkan Özel (2) Seth Godin (1) Sevan Nişanyan (2) Seyyid Muradi (1) Sibel Özbudun (1) Sidney Finkelstein (1) Simon Crittle (1) Simone De Beauvoir (2) Sinan Meydan (1) Soner Yalçın (1) Stefan Zweig (5) Stephen King (6) Stephen Lundin (1) Steve Silverman (1) Steve Stewart-Williams (2) Steve Tesich (1) Steven Spielberg (1) Suat Yağmuroğlu (1) Susan Sontag (1) Suzy Favor Hamilton (1) Svagito R. Liebermeister (1) Sylvia Nasar e kitap indir (1) Şahin Uruk (1) Şermin Çarkacı (1) Talat Aydemir (1) Talip Apaydın (1) Tamer Korugan (1) Tami Hoag (1) Tanıl Bora (1) Tarık Akan (1) Tarık Buğra (2) Tekin Ertuğ (2) Terry Eagleton (1) Tess Gerritsen (1) Tevfik Taş (1) Tezer Özlü (2) Theodor Herzl (1) Thomas Bernhard (2) Thomas Hobbes (1) Tom Knox PDF indir (1) Tove Skutnabb-Kangas (1) Tuba Ezici (1) Tuğçe Işınsu (1) Tunca Arslan (1) Turgut Uzer (1) Uğur Canpolat (1) Uğur Mumcu (1) Umay Umay (1) Ursula K. Le Guin (2) Ümit Zileli Kitabını İndir (1) Vedacarya David Frawley (1) Vefa Zat (1) Vera Tulyakova Hikmet (2) Viktor E. Frankl (1) Virginia Woolf (3) Vladimir Arsenyev (2) W. B. Yeats (1) W. R. Reinfeld (1) Wassily Kandinsky (1) Werner Herzog (2) Wilbur Smith (1) Wilhelm Carl Grimm (1) Wilhelm Reich (1) William Gibson (1) William Hope Hodgson (1) William Saroyan (1) Wolfgang Smith (1) Woody Allen (2) Yakup Kadri Karaosmanoğlu (2) Yalçın Küçük (1) Yaşar Ayaşlı (2) Yaşar Kemal (1) Yılmaz Erdoğan (1) Yılmaz Özdil (3) Yılmaz Öztuna (4) Yolande Mukagasana (1) Yuri Bondarev (1) Yusuf Akçura (1) Yusuf Halaçoğlu (1) Yuval Noah Harari (4) Zafer Okur (1) Zafer Toprak (1) Zecharia Sitchin (2) Zeki Kayahan Coşkun (1) Zeki Tez (2) Zeynep Cemali (1) Zeynep Selvili Çarmıklı (1) Ziya Gökalp (4) Zubritski Mitropolski Kerov (1)

Yayın Evleri

ABM Yayınevi (1) Adam Yayıncılık (1) Alfa Yayıncılık (7) Alkım Kitabevi (1) Alter Yayınları (4) Altıkırkbeş Yayınları (5) Altın Kitaplar (13) Ankara Okulu Yayınları (1) Anonim Yayınları (3) Ant Yayınları (1) Arkadya Yayınları (1) Artemis Yayınları (2) Artshop Yayıncılık (1) Arya Yayınları (2) Aşk Kitapları (61) Ataç Yayınları (1) Aykırı Yayınları (2) Ayrıntı Yayınları (7) Babıali Kültür Yayıncılığı (3) Bağlam Yayıncılık (1) Berikan Yayınevi (1) Bilgi Yayınları (2) Bilim ve Gelecek Yayınları (2) Birey Yayıncılık (1) Bordo Siyah Yayınları (1) Butik Yayınları (1) Buzdağı Yayınları (1) Can Yayınları (45) Cinius Yayınları (1) Cumhuriyet Yayınları (1) Çığır Kitabevi (1) Çınar Yayınları (2) Çitlembik Yayınları (1) DBY Yayınları (2) Dergah Yayınları (1) Destek Yayınları (3) Dharma Yayınları (1) Doğan Kitap (8) Doğu Batı Yayınları (1) Domingo Yayınevi (3) Düşünbil Yayınları (1) E Yayınları (1) Eğitim Sen Yayınları (1) Eksik Parça Yayınları (1) Elit Kültür Yayınları (1) Elma Yayınevi (3) Epsilon Yayınları (3) Etkileşim Yayınları (1) Everest Yayınları (10) Evrensel Basım Yayın (7) Genç Destek Yayınları (1) Geyik Yayınları (1) Gün Yayıncılık (3) Hayy Kitap (6) Islık Yayınları (1) Işık Yayınları (2) İleri Yayınları (1) İletişim Yayınları (23) İmge Kitabevi (1) İnkılap Kitabevi (11) İnsan Yayınları (1) İnter Yayınları (1) İş Bankası Kültür Yayınları (9) İşaret Yayınları (1) İthaki Yayınları (4) İz Yayıncılık (2) İzgören Yayınları (1) Kapı Yayınları (1) Kavram Yayınları (1) Kaynak Yayınları (1) Kırmızı Kedi Yayınevi (9) Kitap Zamanı Yayınları (1) Kitsan Yayınevi (1) Koç Üniversitesi Yayınları (1) Kodlab Yayınları (1) Kolektif Kitap (4) Koridor Yayıncılık (2) Köxüz Yayınları (1) Kuraldışı Yayınları (1) Kurtuba Kitap (2) Kurtuba Yayınları (1) Kuzey Yayınları (2) Kültür Bakanlığı Yayınları (1) Kültür Kitapları (8) Litera Yayıncılık (1) Literatür Yayıncılık (5) Martı Yayınları (6) Maya Kitap (2) MediaCat Yayınları (4) Meta Yayınları (1) Metis Yayıncılık (2) Metis Yayınları (6) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları (2) Milliyet Yayınları (5) Mobidik Yayınları (1) Nemesis Kitap (2) Nesil Yayınları (4) Nesin Yayınevi (1) Nobel Akademik Yayıncılık (1) Nokta Yayıncılık (1) Notos Kitap (3) Oda Yayınları (1) ODTÜ Yayıncılık (3) Oğlak Yayıncılık (1) Okuyan Us Yayınları (2) Okyanus Yayıncılık (1) Olimpos Yayınları (1) Optimist Yayınları (1) Ortaoyuncular Yayınları (1) Overteam Yayınları (1) Ötüken Neşriyat (7) Ötüken Neşriyat Yayınları (4) Özgür Yayınları (1) Pan Yayınları (2) Panama Yayıncılık (1) Paradoks Kitap (1) Parola Yayınları (1) Payel Yayınevi (1) Pegasus Yayınları (4) Phoenix Yayınları (2) Pinhan Yayıncılık (1) Plato Film Yayınları (2) Polat Kitapçılık (1) Portakal Yayınları (1) Pozitif Yayınları (2) Profil Yayıncılık (2) Propaganda Yayınları (8) Purnam Yayınları (1) Remzi Kitabevi (5) Ruh ve Madde Yayınları (2) Sanat A.Ş (1) Say Yayınları (5) Sel Yayıncılık (6) Siren Yayınları (2) Sis Yayınları (2) Sokak Yayınları (1) Sol Yayınları (2) Sözcükler Yayınları (1) Su Yayınevi (1) Sümer Yayınevi (1) Şule Yayınları (1) Tarih Vakfı Yurt Yayınları (1) Tekhne Yayınları (1) Tercüman Yayınları (2) Timaş Yayınları (10) Toker Yayınları (2) Truva Yayınları (1) Tudem Yayınları (3) Tübitak Yayınları (12) Türk Dil Kurumu Yayınları (1) Uğur Mumcu Vakfı Yayınları (1) Ütopya Yayınevi (1) Varlık Yayınları (4) Yabancı Yayınevi (2) Yağmur Yayınları (2) Yakamoz Yayınları (3) Yapı Kredi Yayınları (38) Yeditepe Yayınevi (1) Yediveren Yayınları (1) Yeni Akademi Yayınları (2) Yeni Avrasya Yayınları (1) Yitik Hazine Yayınları (2) Yol Yayınları (1) Yurt Kitap Yayın (3) Zafer Yayınları (1)