Efsane
ve Yıkım: Sultanın Gölgesi
Bölüm
1: Kudretin Gölgesi
Alaca karanlık, Erciyes'in heybetli
siluetini yutmaya başlarken, Kayseri Kalesi'nin surları üzerinde nöbet tutan
akıncıların solukları, ayazın keskin bıçağına takılıyordu. Anadolu'nun geniş
bozkırlarına yayılan sessizliği, uzaktan gelen kurt ulumaları bozuyor, bazen de
bir atın kişnemesi yarıyordu. Ama o geceki sessizlik, her zamankinden ağırdı.
Sanki tüm topraklar, yaklaşan büyük bir değişimin nefesini tutmuştu.
Sultan Alparslan... Nam-ı diğer
"Arslan Alp", kılıcının gölgesinde Selçuklu İmparatorluğu'nu
doruklara taşımış, Malazgirt'te Bizans'ın mağrur ordularını dize getirmiş,
Anadolu'nun kapılarını ardına kadar
Türklere açmıştı. Onun adı, efsanelerle anılıyordu. Lakin şimdi, bu kudretli
sultanın son nefesini verdiği haberi, bir fısıltı rüzgarı gibi sarayın
dehlizlerinde dolaşıyordu.
Önce kulaktan kulağa, sonra
dudaktan dudağa yayılan bu haber, tüm saray erkanını, hatta Anadolu'nun en ücra
köşesindeki çobanları bile derin bir yasa boğmuştu. Kudretli çınar devrilmiş,
gölgesi ansızın çekilmişti.
Aslıhan, penceresinin önünde, soğuk
mermer pervaza yaslanmış, akşam namazına çağıran ezanın yankısını dinliyordu.
Yüzünde tarifsiz bir keder, gözlerinde ise tuhaf bir parıltı vardı. Sultan'ın
vefat haberi, onu da derinden sarsmıştı elbette.
Alparslan, onun babasının dostu,
halkının yüce hükümdarıydı. Ama bu ölüm, aynı zamanda sarayda dengeleri altüst
edecek, herkesin kaderini yeniden yazacak bir tufanın başlangıcıydı. Ve
Aslıhan, bu tufanın ortasında kalacağını hissediyordu.
Yirmi baharı henüz geride bırakmış
olan Aslıhan, Kayseri'nin en soylu ailelerinden birine mensuptu. Soylu kanı
damarlarında dolaşıyor, güzelliği ise Kayseri'nin her köşesinde dilden dile
dolaşıyordu. Uzun, gür, gece karası saçları beline kadar uzanır, kehribar rengi
gözleri ise zekanın ve derin bir ruhun aynasıydı.
O, saraydaki diğer genç kızlar gibi
işlemelerle, dantellerle ve dedikodularla vakit geçirmek yerine, kütüphanesinde
saatler geçirir, eski el yazmalarını inceler, Farsça şiirler okurdu. Babasının
vefatından sonra geriye kalan o büyük kütüphane,
Aslıhan'ın en büyük sığınağı olmuştu.
Geleneksel Selçuklu kadınının aksine, onun zihni, kafese kapatılamayacak kadar
özgürdü.
"Aslıhan Hanım," ince,
titrek bir ses yankılandı kapıdan. Fatma Ana'ydı. Yıllardır Aslıhan'ın
babaannesi, sırdaşı, yeri geldiğinde annesi olmuştu. Saçları kar beyazına
dönmüş, yüzü nice hayat tecrübelerinin izleriyle doluydu. "Hava soğudu.
İçeri gelin, üşüteceksiniz."
Aslıhan yavaşça pencereden ayrıldı.
"İçimdeki yangın, dışarıdaki ayazdan daha şiddetli, Fatma Ana." Sesi
fısıltı gibiydi. "Sultan'ın vefatı... Ne olacak şimdi? Saraydaki
fısıltıları duydunuz mu?"
Fatma Ana, titreyen elleriyle
Aslıhan'ın omzuna dokundu. "Duymaz mıyım kızım? Tahtın varisi genç
Melikşah. Ama Şehzade Ayaz da boş durmaz. O gözleri hep tahtta olmuştur."
Şehzade Ayaz. Bu isim, Aslıhan'ın
zihninde bir gölge gibi belirdi. Sultan Alparslan'ın yeğeniydi. Yakışıklı,
karizmatik ama aynı zamanda hırslı ve acımasız olduğu söylenen bir adamdı.
Ayaz, Aslıhan'a olan ilgisini hiç
gizlememişti. Birkaç kez sarayda düzenlenen şölenlerde gözlerini Aslıhan'dan
ayırmamış, ona özel iltifatlarda bulunmuştu. Aslıhan, bu iltifatlardan
rahatsızlık duyardı. Ayaz'ın bakışlarında sadece bir iltifat değil, aynı
zamanda bir sahiplenme arzusu vardı.
"Ayaz, tahtı kolay kolay
bırakmaz," dedi Aslıhan, sesindeki endişeyi gizleyemeyerek. "Kılıç
Arslan nerede bu karmaşanın ortasında?"
Emir Kılıç Arslan. Bu isim,
Aslıhan'ın kalbinde farklı bir tını uyandırdı. Çocukluk arkadaşı, gençliğinin
ilk aşkı. Yiğit, dürüst ve gözü pek bir komutandı. Sultan Alparslan'ın en
güvendiği akıncılardandı. Babası da Kılıç Arslan'ın babasıyla çok iyi dosttu.
Savaş meydanlarındaki cesareti
dillere destandı. Ama Kılıç Arslan, yıllardır saraydan uzakta, uç beyliklerinde
görev yapıyordu. En son duyduğuna göre Doğu'da, Bizans sınırlarında önemli bir
kaleyi fethetmişti.
Fatma Ana iç geçirdi. "O yiğit
delikanlı şimdi Kayseri'ye dönüyordur herhalde. Sultan'ın ona son bir emri
olduğunu duydum. Melikşah'ın tahta geçişinde ona yardımcı olmasını
istemiş."
Bu haber, Aslıhan'ın yüreğine hem
bir umut hem de bir korku saldı. Kılıç Arslan'ın dönmesi demek, onunla
yüzleşmesi demekti. Aralarındaki o derin, bastırılmış duygu, yıllardır bir sır
gibi saklı kalmıştı. Onların aşkı, masum çocukluk oyunlarından filizlenmiş,
gençlik yıllarında gizli bakışlarla, kaçamak gülüşlerle büyümüştü.
Ama soyluluk ve saray kuralları,
onların bir araya gelmesini engellemişti. Kılıç Arslan'ın asker kişiliği,
Aslıhan'ın özgür ruhuyla ne kadar örtüşürdü ki?
O gece, Kayseri'nin üzerinde sadece
ay değil, bir belirsizlik bulutu da asılıydı. Sultan'ın vefatı, imparatorluğun
dört bir yanına yayılan bir dalgalanma yaratmıştı. Melikşah'ın tahta çıkması,
Nizamülmülk'ün siyasi dehasıyla gerçekleşecek gibi görünse de, Ayaz gibi hırslı
şehzadeler ve iç karışıklıklar, Selçuklu'nun kudretli kalesini sarsmaya
hazırdı.
Ertesi sabah, Kayseri'nin büyük
kapıları, Sultan Alparslan'ın cenazesine katılmak için başkente akın eden
beyleri, emirlikleri ve tüccarları ağırlıyordu. Sarayın avlusu, siyah giysili
insanlar ve acılı yüzlerle doluydu. Hava, ağıt sesleriyle doluydu. Ama bu
ağıtların arasında, yeni bir düzenin ilk tohumları da ekiliyordu.
Aslıhan, babaannesiyle birlikte
cenaze törenine katılmıştı. Uzaktan, genç Melikşah'ın kederli yüzünü gördü.
Henüz çok gençti ve omuzlarına yüklenen yük, gözlerinde okunuyordu. Nizamülmülk
ise Melikşah'ın hemen yanında, tüm heybetiyle duruyordu. Vezirin yüzünde,
acının yanı sıra, ülkenin geleceğine dair derin düşünceler okunuyordu.
Törenin ardından, saraydaki
atmosfer daha da gerginleşti. Herkes, taht kavgasının nasıl sonuçlanacağını,
yeni sultanın kim olacağını merak ediyordu. Fısıltılar, komplolar,
dedikodular... Saray, bir anda entrikaların ağına dönüşmüştü.
Tam o sırada, avlunun girişinde bir
hareketlenme oldu. Zırhları topraklı, yüzü yorgun ama gözleri keskin bir grup
akıncı belirmişti. Grubun en önündeki adam, uzun boylu, geniş omuzlu ve adeta
çelikten oyulmuş gibiydi. Saçları dağınık, yüzünde birkaç günlük sakal vardı
ama bakışları kararlı ve mağrurdu. Üzerindeki Selçuklu zırhı, ona ayrı bir
ağırlık katıyordu.
Bu, Emir Kılıç Arslan'dan başkası
değildi.
Sultan Alparslan'ın son emrini
yerine getirmek için, dinlenmeden, soluklanmadan yedi gündür at sırtındaydı.
Gözleri avludaki kalabalığın üzerinde gezindi, ta ki o kehribar rengi gözlere
takılana dek. Aslıhan da onu fark etmişti.
Bir an için, aralarındaki tüm
kalabalık silindi, zaman durdu. Yılların ayrılığı, anlık bir bakışla eridi
gitti. Kılıç Arslan'ın dudaklarında acı bir tebessüm belirdi, Aslıhan'ın
gözlerinde ise hem şaşkınlık hem de bastırılamayan bir özlem parladı.
Ama bu an, uzun sürmedi. Kılıç
Arslan, başını çevirerek Nizamülmülk'e doğru ilerlemeye başladı. Bakışları
artık tamamen görevine odaklanmıştı. Onun gelişi, saraydaki fısıltıları
durdurdu, herkesin dikkatini üzerine çekti. O, sadece bir komutan değil, aynı
zamanda Sultan'ın son vasiyetinin taşıyıcısıydı.
Biraz sonra, Şehzade Ayaz da Kılıç
Arslan'ı fark etti. Yüzündeki kibirli gülümseme dondu, yerini keskin bir
ifadeye bıraktı. Gözlerinde yanan hırs ateşi, Kılıç Arslan'a yönelmişti. Ayaz,
Kılıç Arslan'ın Melikşah'ın en büyük destekçisi olacağını biliyordu ve bu, onun
taht hayallerini suya düşürebilirdi.
Aslıhan, bu iki adamın
bakışmalarını izlerken, buz gibi bir ürperti hissetti. Saraydaki fısıltılar,
şimdi daha da şiddetli bir hal almıştı. Bu iki yiğit Selçuklu'nun arasındaki
gerilim, adeta havada asılı kalmıştı.
Ve Aslıhan biliyordu ki, kendisi de
bu büyük mücadelenin, bu "Efsane ve Yıkım" destanının bir parçası
olacaktı. Gönlünün bir tarafında Kılıç Arslan'ın aşkı, diğer tarafında ise
Ayaz'ın tehditkar gölgesi. Kaderi, bu iki adamın ve taht kavgasının ortasında
şekillenecekti.
Kılıç Arslan, avlunun buz kesen
havasında adımlarını Nizamülmülk'e doğru yöneltirken, bakışları bir an olsun
Aslıhan'dan ayrılmıyordu. O kehribar rengi gözler, yıllardır zihninin en kuytu
köşesinde sakladığı bir efsane gibiydi. Aslıhan da ona bakıyordu; merak, özlem
ve gizli bir korkuyla harmanlanmış bu bakışlar, kalbinin atışını
hızlandırıyordu.
Etraflarındaki saray erkanının ve
kederli halkın fısıltıları, bu anlık büyünün içinde kaybolmuştu. Sadece onlar
vardı, bir de aralarındaki görünmez, kadim bağ.
Ama zaman, bu tür kişisel anlara
izin vermeyecek kadar acımasızdı. Kılıç Arslan, duty'sinin ağırlığı altında
ezildiğini hissederek, başını çevirdi ve Nizamülmülk'e doğru kararlı adımlarını
sürdürdü.
Nizamülmülk, Selçuklu'nun bu
kudretli veziri, Kılıç Arslan'ı görmekten memnuniyet duyan bir ifadeyle, ancak
yüzündeki endişe ve yorgunluğu gizleyemeyerek karşıladı. "Emir Kılıç
Arslan," dedi sesi tok ve buyurgandı, "Hoş geldin. Tam da sana
ihtiyacımız vardı."
Kılıç Arslan, vezirin önünde
saygıyla eğildi. "Sultan Alparslan'ın son emrini yerine getirmek için
geldim, Vezirim. Genç Melikşah'ın tahta geçişini sağlamak boynumuzun
borcudur."
Ayaz'ın keskin bakışları, bu
sözlerin üzerine Kılıç Arslan'ın sırtına saplandı. Şehzade, Nizamülmülk'ün
yanında duran genç Melikşah'ın ürkek ama kararlı duruşuna baktı.
Gözlerinde yanan hırs ateşi, Kılıç
Arslan'ın varlığıyla daha da alevlenmişti. Melikşah'ın tahta geçişi, Ayaz'ın
tüm planlarını bozabilirdi. Oysa Ayaz, Sultan'ın vefat haberini alır almaz,
tahtı ele geçirmek için gizlice Kayseri'ye gelmiş, saraydaki kendine bağlı
beyleri ve komutanları etrafında toplamaya başlamıştı.
Kılıç Arslan, Nizamülmülk ve
Melikşah ile birlikte özel bir odaya çekildi. İçeride, loş ışıkta haritalar
serilmiş, devlet meseleleri konuşuluyordu. Kılıç Arslan, Sultan Alparslan'ın
son nefesinde bile Melikşah'ın tahta geçmesini vasiyet ettiğini anlattı.
"Sultanım, Malazgirt'in yiğit
komutanı, son anlarında bile devletin bekasını düşündü. Melikşah'ın gençliğini
ve tecrübesizliğini biliyordu. Bu yüzden benim gibi sadık kullarına, onun
yanında durmamızı emretti."
Nizamülmülk, Kılıç Arslan'ın
sözlerini onayladı. "Doğrudur, Emir. Melikşah gençtir, ama zekası ve
adalete olan inancıyla babasına layık bir veliahttır. Lakin şu anki durum
hassastır. Şehzade Ayaz boş durmayacak. Onun sarayda ve ordu içinde destekçileri
var."
Melikşah, yüzündeki kederli
ifadeyle Kılıç Arslan'a baktı. "Emir Kılıç Arslan, babam sana çok güvenir,
ben de öyle. Senin gibi yiğit bir komutanın yanımda olması, gücüme güç
katar."
Kılıç Arslan, genç Sultan'ın bu
samimi sözlerinden etkilendi. "Başım gözüm üstüne Sultanım. Canım pahasına
da olsa, tahtınızı ve devletinizi koruyacağım."
Bu sırada, Aslıhan ve Fatma Ana da
törenden sonra konaklarına dönmüştü. Aslıhan'ın zihni, Kılıç Arslan'ın
beklenmedik gelişiyle çalkalanıyordu. O anki bakışma... Sanki yıllar hiç
geçmemişti. İçindeki çocuksu aşk, şimdi genç bir kadının yüreğinde yeniden filizlenmeye
başlamıştı.
"Fatma Ana," dedi
Aslıhan, mermer zeminde volta atarak. "Kılıç Arslan değişmiş. Yorgun ama
daha kararlı bir hali vardı. Bir komutan olmuş..."
Fatma Ana, tezgâhta iplik sararken
gülümsedi. "Yıllar geçer kızım. İnsanlar da değişir. Ama özlerindeki
cevher aynı kalır. Kılıç Arslan, Sultan Alparslan'ın gözde komutanıydı. Şimdi
de genç Sultan'ın yanında duracak. Bu, Ayaz'ın hiç hoşuna gitmez."
Aslıhan derin bir nefes aldı.
"Ayaz... Onun gözlerindeki ihtirası görmemek mümkün değil. Bana olan
ilgisini de biliyorum. Sanki bu saray, bir anda bir tuzak halini aldı."
Fatma Ana, başını salladı. "Bu
saray her zaman böyle olmuştur kızım. Tahtın gölgesi, bazen sevginin, bazen
dostluğun, bazen de hayatın üzerine düşer ve her şeyi karartır. Dikkatli
olmalısın."
Fatma Ana'nın sözleri, Aslıhan'ın
aklına Kılıç Arslan'ı getirdi. Onunla konuşması gerekiyordu. Yıllardır
birikenleri, sarayın bu çalkantılı atmosferinde bile olsa, bir nebze de olsa
dindirmesi gerekiyordu.
Akşam yemeği için sarayın büyük
yemek salonu hazırlanırken, saray erkanı, beyler ve ileri gelenler bir araya
geldi. Bu, Melikşah'ın yeni sultan olarak ilk resmi görünüşlerinden biriydi.
Ancak atmosfer, kutlamadan çok, gerginlikle doluydu. Şehzade Ayaz, masanın bir
ucunda, etrafındaki yandaşlarıyla kısık sesle konuşuyordu. Gözleri sürekli
Melikşah'ın ve Nizamülmülk'ün üzerinde geziniyordu.
Kılıç Arslan, Melikşah'ın hemen
yanında oturuyordu. Aslıhan, karşı masada babaannesiyle birlikte yerini
almıştı. Bakışları yine kesişti. Bu seferki bakışmada, geçmişin hatıraları daha
belirgindi. Çocukken oynadıkları oyunlar, bahçedeki gizli buluşmaları,
birbirlerine fısıldadıkları hayaller... Tüm bunlar, şimdi sarayın acımasız
gerçekliğiyle çarpışıyordu.
Yemek devam ederken, Ayaz'ın sesi
birden yükseldi. "Sayın Vezirim, Sultan Alparslan'ın ani vefatı hepimizi
yasa boğdu. Ancak devletin bekası için acilen bir karara varılması
gerekmektedir. Melikşah gençtir. Bu kadar büyük bir imparatorluğun yükünü
omuzlaması için tecrübesi yetersiz olabilir."
Sözleri, yemek salonunda bir
uğultuya neden oldu. Herkes, nefesini tutmuş, olacakları bekliyordu. Ayaz,
meydan okuyordu.
Nizamülmülk, Ayaz'a döndü,
yüzündeki ifade çelik gibi sertti. "Şehzade Ayaz, Sultan'ın vasiyeti
bellidir. Melikşah, babasının izinden gidecektir ve bu devletin yeni
sultanıdır. Onun gençliği, bizim gibi tecrübeli devlet adamlarının ve yiğit
komutanların rehberliğiyle aşılacaktır."
Ayaz alaycı bir şekilde gülümsedi.
"Elbette Vezirim. Ancak biliyoruz ki, Sultan Alparslan'ın başka oğulları
da vardı. Neden sadece Melikşah? Adil olmak gerekmez mi?"
Bu sözler, Kılıç Arslan'ın sabrını
taşırdı. Sandalyesinden kalktı. "Şehzade Ayaz," dedi sesi tok ve
gürdü, salonun dört bir yanına yayıldı. "Sultan Alparslan'ın vasiyetini
yerine getirmek, hepimizin boynunun borcudur. Benim görevim, Melikşah'ın tahta
geçişini sağlamaktır. Bu konuda yapılacak her türlü girişim, devlete karşı
gelmek demektir!"
Ayaz'ın gözleri öfkeyle parladı.
"Emir Kılıç Arslan! Sen kim oluyorsun da bana ahkam kesiyorsun? Ben bir
şehzadeyim! Sen ise sadece bir emirsiz!"
Kılıç Arslan, bir adım ileri attı.
"Ben, Sultan Alparslan'ın kılıcıyım, Şehzade! Onun son emrini yerine
getirmek için buradayım. Ve o emir, Melikşah'ın tahta geçmesidir. Bu devlette
tek bir sultan olur, o da Melikşah'tır!"
Gerilim tavan yapmıştı. Salondaki
beyler ve komutanlar, kimi Ayaz'a, kimi Kılıç Arslan'a bakıyordu. Aslıhan,
yerinden kalkmaya yeltendi ama Fatma Ana kolundan tuttu. "Dur kızım,
karışma!" diye fısıldadı.
Melikşah, oturduğu yerden ayağa
kalktı. Yüzünde gençliğin verdiği toyluk gitmiş, yerine bir sultanın
kararlılığı gelmişti. "Yeter!" diye gürledi sesi, beklenmedik bir
tonda.
"Bu sarayda, benim huzurumda
bu tür tartışmalara yer yoktur! Sultan Alparslan'ın vasiyeti yerine
getirilecektir! Ben, Melikşah, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun yeni
sultanıyım!"
Melikşah'ın bu kararlı çıkışı,
Ayaz'ı bir an için şaşırttı. Ayaz'ın yüzündeki öfke, yerini soğuk bir intikam
arzusuna bıraktı. Kılıç Arslan'a kinle baktı, ardından yavaşça yerine oturdu.
Ama salondaki herkes biliyordu ki bu, sadece bir başlangıçtı.
Yemek dağıldığında, Kılıç Arslan,
Aslıhan'ın masasının yanından geçerken duraksadı. Aslıhan, gözlerini ondan
kaçıramadı.
"Aslıhan," dedi Kılıç
Arslan, sesi alçaktı ama kararlıydı. "Kayseri'ye döndüğümü duyduğuna
sevindim. Seni tekrar görmek..."
Aslıhan, sözünü tamamlamasına
fırsat vermeden konuştu. "Sen de öyle, Kılıç Arslan. Ama sarayın durumu
ortada. Dikkatli olmalısın."
Kılıç Arslan, hafifçe gülümsedi.
"Ben her zaman dikkatli olmuşumdur, Aslıhan. Sen de öyle ol. Bu sarayda
fırtınalar kopacak. Kendini koru." Bakışları bir an için Ayaz'ın oturduğu
yere kaydı, sonra yeniden Aslıhan'ın gözlerine döndü. "Konuşmalıyız. Her
şeyi."
Aslıhan başını salladı. "Evet.
Konuşmalıyız."
Bu kısa konuşma, saraydaki diğer
gözlerden kaçmadı. Özellikle Ayaz'ın casuslarının gözünden. Aslıhan ve Kılıç
Arslan arasındaki bu açık bağ, Ayaz'ın hırs ve kıskançlık ateşini daha da
körüklemişti.
Gece çöktüğünde, Kayseri Kalesi'nin
surları yine sessizliğe büründü. Ancak bu sessizlik, fırtına öncesi bir
sessizlikti. Sarayın içinde, aşkın, ihanetin, ihtirasın ve savaşın tohumları
atılmış, büyümeye başlamıştı. Ve Aslıhan, Kılıç Arslan ve Ayaz, bu fırtınanın
en merkezinde yer alacaklarını, henüz tam olarak farkında değillerdi. Kaderin
rüzgarları, Selçuklu topraklarında yeni bir destanı yazmaya başlamıştı bile.
Bölüm 2: Gölgelerin Dansı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder