Altın
Kafes
BÖLÜM 1
Pompei, M.S.
79
Pompei'nin her
köşesinde canlı bir nefes vardı. Pazarların gürültüsü, esnafların çığlıkları,
sokak aralarından yükselen şarap kokusu, tapınaklardan gelen ilahi sesleri ve
amfi tiyatronun kalabalık fısıltıları...
Şehir,
Vezüv'ün yamacında, dünyanın tüm ihtişamını ve sefahatini barındıran bir inci
gibi parlıyordu. Ancak bu ışıltının altında, gözlerden uzak, sessiz çığlıkların
yankılandığı yerler de vardı. Livia, kendini işte böyle bir çığlığın ortasında
bulmuştu.
Gözleri hâlâ
babasının ölüm döşeğini, imparatorluk vergi memurlarının hırsız bakışlarını ve
evlerinin kapısına vurulan mühürü görüyordu. Bir zamanlar saygın bir tüccar
ailesinin kızı olan Livia, artık sadece bir yüktü. Borçlar, iflas ve kurban
seçilen genç bir kadın.
Köle pazarının soğuk taşları, bedenini o
günden beri terk etmeyen o tiksintiyle doluydu. Kulağında hâlâ köle tüccarının
yağlı sesi yankılanıyordu: "Taze et! Genç, sağlıklı, hiç kullanılmamış!
Pompei'nin en iyi genelevlerinden biri için biçilmiş kaftan!"
Şimdi
buradaydı. Vicus Lupanar'ın dar, taş döşeli sokağında, dışarıdan gelen uğultulu
şehir seslerinin içeri sızdığı, ancak içinden hiçbir sesin dışarı çıkmadığı o
binanın içindeydi.
Burası,
Pompei'nin en bilinen genelevlerinden biriydi, "Altın Kafes"
lakabıyla anılıyordu. Ama Livia için burası, altından bir kafes değil, ruhunu
yavaşça boğan, soğuk, taş bir mezardı.
Girişin hemen
ardındaki dar koridor, ağır, tatlımsı bir tütsü ve ter kokusuyla doluydu.
Duvarlar, erotik sahnelerle bezenmiş fresklerle kaplıydı; Livia her baktığında
mözmidesi bulanıyor, gözlerini kaçırıyordu. Bu resimler, burada yaşayacağı
kaderin acımasız birer habercisiydi.
Livia içeri
sürüklendiğinde, Domina, yani evin sahibi, onu bekliyordu. Geniş kalçalı,
yüzünde yılların ve acımasızlığın izleri olan, kırk yaşlarında bir kadındı.
Giydiği koyu renkli, işlemeli stola, onun otoritesini yansıtıyordu.
Domina'nın
gözleri, Livia'yı tepeden tırnağa süzdü. Bakışlarında ne şefkat ne de öfke
vardı; sadece hesaplayıcı, soğuk bir bakış. Sanki bir hayvanı
değerlendiriyordu.
"Demek
yeni mal sensin," dedi Domina, sesi boğuk ve sertti. "Adın ne?"
Livia'nın
boğazı kurumuştu. Zar zor yutkundu. "Livia," diye fısıldadı.
"Livia,"
diye tekrarladı Domina, adı ağzında tuhaf bir tat bırakmış gibiydi.
"Bundan sonra burada, benim kurallarıma göre yaşayacaksın. İtaat
edeceksin, şikayet etmeyeceksin ve her zaman Domina'na karşı saygılı olacaksın.
Anlaşıldı mı?"
Livia başını
salladı. Sesini çıkarmaya cesaret edemiyordu.
Domina, elini
uzatıp Livia'nın çenesini kavradı, parmakları soğuk ve sertti.
"Güzelsin," dedi, sanki bir malı inceliyormuş gibi. "Bu işe
yarar. Ama güzellik yetmez. İtaat ve zeka da gerekir. Yoksa bu kafeste çürür
gidersin. Unutma, burası senin için bir şans. Dışarıdaki dünya daha
acımasız."
Bu sözler,
Livia'nın içindeki son umut kırıntılarını da ezdi. Şans mıydı? Bir köle, bir
fahişe olmak... Bu nasıl bir şans olabilirdi?
Domina,
Livia'yı başka bir kadına devretti. Bu kadın, yirmili yaşlarının sonlarında,
uzun, kıvırcık siyah saçları ve yorgun ama bilge gözleri olan bir kadındı.
Üzerindeki basit tunik, onun da Livia gibi bir genelev kölesi olduğunu
gösteriyordu.
"Ben
Aurelia," dedi kadın, sesi yumuşak, Livia'nın beklediğinden daha sıcak.
"Gel, sana yerini göstereyim."
Aurelia,
Livia'yı dar, taş basamaklardan aşağıya, genelevin alt katına indirdi. Burası,
daha da loştu. Hava daha ağır, daha sıkışıktı. Birbirine bitişik, küçük,
penceresiz odalar vardı. Her biri, bir yatağa, küçük bir masaya ve duvarda bir
lambaya zar zor yetecek kadar alana sahipti. Birer hücreydi adeta.
"Burası
senin odan olacak," dedi Aurelia, kapılardan birini işaret ederek.
"İlk günler zor olacak, biliyorum. Ama alışırsın. Herkes alışır."
Livia, odaya
girdi. Soğuk, nemli, küçük bir boşluktu. Yatağın üzerine bırakılmış, kaba, yün
bir örtü vardı. Duvarlar çıplaktı, herhangi bir süsleme yoktu. Burası, bir
mezar gibiydi.
"Buradaki
kurallar basit," diye devam etti Aurelia, Livia'nın yanına çökerken.
"Müşteri geldiğinde, her zaman hazır olmalısın. İtiraz etmeyeceksin. Her
zaman temiz olacaksın. Domina'ya itaatsizlik etmeyeceksin. Eğer
edersen..." Aurelia'nın sesi kısıldı. "...bedelini ağır
ödersin."
Livia'nın
gözleri dolmuştu. "Ben... Ben bunu yapamam," diye fısıldadı.
"Benim ailem vardı. Ben... ben Livia'ydım."
Aurelia'nın
yüzünde acı bir gülümseme belirdi. "Burada kimse eski adını hatırlamaz,
Livia," dedi. "Burada hepimiz aynıyız. Hayatta kalmaya çalışan
gölgeler. Ama unutma, insan ne olursa olsun, bir yolunu bulur. Direnmek için,
ayakta kalmak için."
Livia,
Aurelia'nın sözlerindeki bilgeliği hissetti. Bu kadın, burada uzun süredir
yaşıyor olmalıydı. Gözlerindeki yorgunluk, yaşadığı acıların kanıtıydı. Ama
aynı zamanda, içindeki bir direnç de okunuyordu.
İlk günler,
Livia için bir kâbustu. Her an, bir aşağılanma, bir iğrenme duygusuyla doluydu.
Yemekler basit ve tatsızdı. Su, bazen az bulunurdu.
Diğer
kadınlar, Livia'ya karşı ne düşmandı ne de arkadaş; sadece kendi dünyalarına
kapanmış, hayatta kalma mücadelesi veren ruhlardı. Çoğu yorgun, çoğu sessizdi.
Bazıları ise, bu duruma alışmış gibiydi, yüzlerinde boş bir ifade vardı.
Aurelia,
Livia'ya yardım etmeye çalışıyordu. Ona, "nasıl davranması
gerektiğini", "nelerden kaçınması gerektiğini" anlatıyordu.
Genelevin günlük ritmini öğretiyordu: Sabahları erkenden kalkmak, temizlenmek,
saçlarını yapmak, Domina'nın talimatlarını dinlemek. Akşamları ise... Akşamları
ise kapılar açılır, müşteriler gelmeye başlardı.
Livia,
duvarlardaki fresklere bakarak, bu sahnelerin kendi gerçekliği haline
geleceğini düşünmekten kendini alamıyordu. İçindeki çığlık, artık o kadar
güçlüydü ki, dışarıdan kimse duyamıyordu.
"Zamanla,
hissetmemeyi öğrenirsin," demişti Aurelia bir keresinde. "Bedenin
burada olabilir, ama ruhun başka yerde olabilir. Önemli olan, ruhunu
kirletmemektir."
Livia,
Aurelia'nın sözlerini anlamaya çalışıyordu. Bu, bu hayatta kalma oyununda
kazanabileceği tek şey miydi? Ruhunu korumak?
Dışarıdan
gelen şehir sesleri, genelevin kapalı pencerelerinden içeri süzülüyordu.
Pompei, yaşayan, nefes alan bir şehirdi. Ama Livia için, bu sesler artık
dışarıdaki özgürlüğün, kaybettiği yaşamın birer alaycı yankısıydı. Bir gün, bu
kapılardan dışarı çıkabilecek miydi? Bir gün, gerçek anlamda özgür olabilecek
miydi?
Bazen, şehirde
garip bir sessizlik olurdu. Özellikle Vezüv'ün hareketlendiği zamanlarda.
Uzaktan duyulan boğuk gürültüler, yerin hafifçe titremesi... Domina, bu
durumlarda kadınları azarlar, işlerine bakmalarını söylerdi.
Ama herkesin gözlerinde, bu doğaüstü gücün
ürkütücü bir korkusu gizliydi. Kimse yüksek sesle söylemiyordu, ama Vezüv'ün
üzerinde asılı duran o sessiz tehdidi herkes hissediyordu.
Livia, bir
gece odasında, uyuyamadan yatarken, yerin hafifçe titrediğini hissetti. Bir
kâbus mu görüyordu? Yoksa gerçek miydi? Bir süre sonra titreme durdu. Ama
Livia'nın içi rahatlamamıştı. Bu şehir, bu altın kafes, üzerinde asılı duran
devasa bir gölgeyle yaşıyordu. Ve o gölge, her an üzerlerine çökmeye hazırdı.
Livia'nın bu
yeni hayatındaki ilk haftaları, korku ve utançla doluydu. Ama her geçen gün,
Aurelia'nın öğütleri sayesinde, etrafını daha dikkatli gözlemlemeye başlamıştı.
Kimin güvenilir olduğunu, kimden uzak durması
gerektiğini, hatta bazı müşterilerin yüzündeki çizgilerde gizlenen hikayeleri
okumayı öğreniyordu. Bu, onun hayatta kalma sanatıydı. Bir fahişe olarak değil,
bir insan olarak, ruhunu bu kirli dünyaya bulaştırmadan hayatta kalma sanatı.
Livia'nın
acımasız yeni gerçekliğine girişini, genelev ortamının genel atmosferini ve
Aurelia gibi destekleyici karakterlerle ilk etkileşimlerini vurgular. Hikaye,
karakterin iç mücadelesine ve gözlemlerine odaklanarak, dönemin sosyal
zorluklarını ve kişisel dayanıklılığı işlemeyi amaçlar.
Livia'nın
Altın Kafes'teki ilk haftaları, ruhuna işleyen bir soğuklukla geçmişti. Her
sabah aynı saatte uyanıyor, aynı rutinleri uyguluyor, aynı odada, duvarlardaki
erotik fresklerin alaycı bakışları altında geceleri uykusuz geçiriyordu.
Dışarıdaki
Pompei'nin cıvıl cıvıl hayatı, buranın kalın taş duvarları ardında boğuk bir
uğultuya dönüşüyor, adeta Livia'nın kaybolmuş özgürlüğünü alaycı bir şekilde
hatırlatıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder