Gölgedeki Aşk
Kayseri
semalarına usulca çöken akşamın kızıl ışıkları, Pervane
Medresesi'nin taştan avlusunu
son bir kez okşuyordu. Taş işçiliğinin her bir detayında Selçuklu nakkaşlarının
duası gizliydi sanki; mihraplardaki geometrik desenler, kubbelere uzanan çini
motifleri, her biri bir hikaye fısıldıyordu sessizce.
Genç Mihrişah, avludaki
çeşmenin serin mermerine sırtını yaslamış, elindeki ceylan derisine yazılmış İbn-i Sina'nın
El-Kanun fi't-Tıb'ının sayfalarına gömülmüştü. Babası, döneminin en saygın alimlerinden
biri olan Üstad Nizamüddin'in derslerinin yankısı hâlâ duvarlarda asılıydı.
Mihrişah, sadece
güzelliğiyle değil, ilme olan derin tutkusu ve keskin zekasıyla da adından söz
ettiriyordu. Diğer soylu kızların ipek kumaşlar, gümüş takılar ya da saray
dedikodularıyla meşgul olduğu bir çağda, o, parşömenlerin kokusunda ve kadim
bilginin derinliklerinde kaybolmayı yeğliyordu. İçinde tarifsiz bir arayış,
dünyayı sadece sarayın duvarları arasından değil, bilginin ışığıyla görmek
isteyen bir ruh taşıyordu.
Avluya aniden
yayılan ayak sesleri ve kılıç şakırtılarıyla Mihrişah başını kaldırdı.
Medresenin görkemli kapısından içeri süzülen suret, tanıdıktı. Prens Gıyaseddin, yanındaki az
sayıda muhafızla birlikte, sanki halktan biriymiş gibi mütevazı bir edayla
avluya girdi. Üzerinde işlemeli kaftanlar yerine sade bir giysi vardı, sarık
bile daha basitti.
Gıyaseddin, taht
kavgalarından ve sarayın gösterişinden uzak, ilim meclislerinde huzur bulan bir
ruha sahipti. Gözleri, medresenin her köşesini tararken Mihrişah'a takıldı.
Genç kızın elindeki kitaba odaklanmış, düşünceli yüz ifadesi ve o derin
bakışlar, Prens'i büyüledi. Gıyaseddin'in gözleri
Mihrişah'ın
gözleriyle buluştuğunda, zaman sanki bir anlığına durdu. Kısa ama anlam dolu
bir bakışmaydı bu; sessiz bir selamlaşma, iki ruh arasında kurulan görünmez bir
köprü. Prens, hafifçe başını eğerek Mihrişah'ı selamladı, genç kız da aynı
zarafetle karşılık verdi. Bir an için, bu bakışların taşıdığı gizli umut,
medresenin huzurlu avlusunu kapladı.
Gıyaseddin,
avlunun bir köşesine çekilip sessizce dersleri dinlemeye koyulmuştu ki,
medresenin kapısından bu kez bambaşka bir hava esmeye başladı. Adeta medresenin
manevi huzurunu delen bir gölge gibi, Vezir Behram heybetli cüssesi
ve keskin bakışlarıyla içeri girdi.
Behram, hırsı ve
entrikalarıyla nam salmış, gücünü babadan oğula geçen makamından alan, Prens
Gıyaseddin'in amcasıydı. Gözleri zehirli bir yılan gibi etrafı süzerken, sözde
medresenin düzenini teftiş ediyordu. Ancak asıl amacı, Prens Gıyaseddin'i takip
etmek ve onun her adımından haberdar olmaktı.
Mihrişah'ın babası Üstad Nizamüddin ile kısa,
gergin bir selamlaşma yaşandı. Behram'ın kibirle harmanlanmış alaycı tavrı,
Üstad'ın bilge duruşuyla keskin bir tezat oluşturuyordu. Behram'ın bakışları
Mihrişah'a kaydı. Genç kızı süzüşündeki küçümseme, yerini anlık bir hırsa
bıraktı.
Bu bakış,
Mihrişah'ın iliklerine kadar işleyen bir rahatsızlık yarattı. Behram,
Gıyaseddin'i fark etti ve aralarında buz gibi, kısa bir selamlaşma geçti.
Vezir'in varlığıyla, medresedeki o gizli gerilim, adeta gözle görülür bir hale
geldi.
Güneş tamamen
ufukta kaybolmuş, yerini gökyüzünde belirmeye başlayan yıldızlara bırakmıştı.
Medresenin kandilleri birer birer yanmaya başladı, avluyu loş bir ışıkla
aydınlatırken gölgeler dans ediyordu.
Mihrişah, Prens
Gıyaseddin'e son bir kez baktı. Prens'in gözlerindeki o masum merak ve umut,
genç kızın zihnine kazındı. Vezir Behram ise, karanlıkta bir gölge gibi
medreseden ayrılırken, yüzünde beliren sinsi bir ifadeyle, geleceğe dair
kötücül bir planın ilk tohumlarını atmış oluyordu. Bu üç farklı karakterin
kaderleri, Kayseri'nin kadim duvarları arasında, "Gölgedeki Aşk"ın
ilk perdesini aralıyordu.
Akşamın koyu lacivert örtüsü Kayseri'yi sarıp
sarmalarken, Pervane Medresesi'nin loş koridorlarından sarayın ışıklı
avlularına doğru bir hüzün rüzgarı esiyordu. Mihrişah, babası Üstad Nizamüddin
ile birlikte medreseden ayrılırken, zihni hâlâ Prens Gıyaseddin'in gözlerindeki
o masum merakın esiriydi. Gıyaseddin, diğer şehzadeler gibi şatafatlı elbiseler
içinde, etrafı dalkavuklarla çevrili bir figür değildi.
Medresenin
serinliğinde, ilmin ve derin sohbetlerin peşinden koşan, sade bir genç adam
suretindeydi. Bu sadelik, Mihrişah'ın ruhunda daha önce hiç tatmadığı bir yankı
uyandırmıştı. Onun gözlerinde gördüğü o gizli umut, genç kızın yüreğine düşen
bir kıvılcım gibiydi. Ancak bu kıvılcımın, bir yangına dönüşüp dönüşmeyeceği,
sarayın duvarları ardındaki sinsi fısıltılara ve gözlerden uzak entrikalara
bağlıydı.
Sarayın mermer avlusuna ulaştıklarında, havanın
değiştiğini hissetti Mihrişah. Medresenin huzur dolu dinginliği, burada yerini
soğuk bir ihtişama bırakmıştı. Yüksek duvarlar, nakış nakış işlenmiş kemerler,
her köşede bekleyen muhafızlar…
Burası, bir zamanlar büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun
kalbiydi, şimdi ise Anadolu Selçuklularının taht kavgalarının, siyasi
çekişmelerin ve gizli hırsların sahnesiydi. Her taşın, her oymanın bir sır
sakladığı, her fısıltının bir kılıç kadar keskin olabileceği bir yerdi burası.
Mihrişah, babasıyla ayrılıp kendi dairesine
yönelirken, koridorların loşluğunda bir gölge siluet belirdi. Vezir Behram’dı
bu. Geniş omuzları, sivri burunlu yüzü ve alaycı tebessümüyle Mihrişah’ın
yolunu kesti.
“Üstad’ın kızı,
yine ilim meclislerinden mi geliyorsun?” dedi, sesi tatlı bir zehir gibiydi.
“Oysa genç bir kızın vakti, saraydaki diğer hanımlar gibi nakış işlemeyi, şiir
ezberlemeyi öğrenmekle geçmeli. Bu kadar çok okumak… bir hanımefendiye yakışır
mı dersin?”
Mihrişah, Behram'ın bu sözlerinin ardındaki imayı
anladı. Onun babasının ilmi gücünden, dolayısıyla kendisinin de eğitiminden
rahatsızdı. Behram, kendi cehaletini başkalarının bilgisiyle kapatmaya çalışan,
karanlık bir ruhtu. “İlim, efendim, bir hanımefendinin zihnine de yakışır,
ruhuna da.
Zira ilim, cehaletin karanlığında yanıp sönen bir
ışıktır,” diye karşılık verdi Mihrişah, sesi yumuşak ama kararlıydı.
Behram'ın yüzündeki tebessüm dondu. Mihrişah'ın bu
beklenmedik cesareti onu şaşırtmıştı. “Keskin dilliymişsin de…” dedi, gözleri
Mihrişah’ın güzel yüzünde gezindi. “Prens Gıyaseddin de pek severmiş ilim
meclislerini.
Medresede onunla karşılaştınız mı bari?” Behram’ın
sesi imalıydı, gözlerinde sinsi bir kıvılcım parlamıştı. Bu, bir uyarıydı;
Prens’e olan yakınlığı fark edilmişti. Mihrişah’ın kalbi hızla çarpmaya
başladı. Saraydaki fısıltıların ne denli hızlı yayıldığını çok iyi biliyordu.
“Prens hazretleri, Üstad’ın derslerini dinlemeye
gelmişlerdi,” dedi Mihrişah, sesindeki titremeyi gizlemeye çalışarak. “Herkesin
ilme olan saygısı kendine göre tecelli eder, Vezirim.”
Behram, alaycı bir kahkaha attı. “Öyle olsun bakalım,
Üstad’ın kızı. Ama unutma ki, sarayın gölgesi uzundur. Bazen, güneş ışığına
çıkanlar, gölgelerin arasında kaybolur gider.” Bu sözler, açık bir tehditti.
Behram, Mihrişah’ın yanında durmakla kalmayıp, genç kızın zihnine ve ruhuna da
ulaşmaya çalışıyordu. Gözlerinde yanan o hırs, sadece makam hırsı değil, aynı
zamanda başkalarının sahip olduğu her şeye duyulan bir kıskançlıktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder