Bu Blogda Ara

Translate

11 Ekim 2021 Pazartesi

Debbie Macomber – Küçük Mucizeler Dükkanı Kitabını PDF İndir

 

                               Karen Alfke LYDIA HOFFMAN 

Blossom Sokağı’ndaki boş dükkânı görünce aklıma hemen babam geldi, Babamın çocukluk yıllarımda işlettiği bisikletçiyi anımsamıştım. Rengârenk çizgileri olan tentenin gölgesindeki büyük camlar bile anılarımıdakilerin aynısıydı. Kapının önünü annemin elleriyle diktiği camgüzelleriyle dolu saksılar süslerdi, ilkbahar ve yazda camgüzelleri, sonbaharda kasımpatılar, Noel’de de parlak yeşil ökseotları vitrinimizin önünü renklendirirdi.

 Ben de dükkânımın önüne çiçekler dikecektim. Babamın işleri gün geçtikçe artmış ve dükkânımız çok daha büyük bir yere taşınmıştı ama ben en çok ilk işyerimizi seviyordum. Bana dükkânı gösteren emlakçıyı çok şaşırttım galiba. Kadın kapıyı açmaya çalışırken, “Tutuyorum,” dedim. Emlakçı hemen yüzüme bakmak için arkasını döndü. Beni yanlış anlamış olabileceğini düşündüğünden dolayı yüzüme boş boş baktı. “İçeriye bir bakmak istemez misiniz? 

Dükkânla birlikte üstündeki küçük apartman dairesini de kiraladığınızdan haberdarsınız, öyle değil mi?” “Evet, söylemiştiniz.” Ev tam istediğim gibiydi. Kedim Whiskers Ta birlikte böyle bir eve ihtiyacımız vardı. Kadın, “Kontratı imzalamadan önce içeriye bir bakmak istersiniz, öyle değil mi?” diye ısrar etti. Gülümseyip başımı salladım. Ama böyle bir şeye gerçekten de gerek yoktu.

Buranın hem açacağım tuhafiye hem de benim için bulunabilecek en iyi yer olduğunu biliyordum. Tek sıkıntım, Seattle’daki bu mahallenin büyük çaplı bir yenilikten geçmesiydi. İnşaatların yarattığı karmaşadan dolayı Blossom Sokağı’nın bir ucu kapatılmıştı. Sokağa sadece iş makinelerinin girmesine izin veriliyordu. Bir zamanlar üç katlı tuğla bir bina olan sokağın karşısındaki banka şimdi son derece lüks bir apartmana dönüştürülüyordu. 

Eski bir deponun da içinde olduğu birkaç yapı ise yerini gösterişli evlere bırakacaktı. Mimar her nasılsa binaların geleneksel dokusunu korumayı başarmış bu da benim çok hoşuma gitti. İnşaat aylarca devam edecekti ama bu da ödeyeceğim kiranın en azından şimdilik çok yüksek olmayacağı anlamına geliyordu.

10 Ekim 2021 Pazar

D. H. Lawrence – Lady Chatterley’in Sevgilisi Kitabını PDF İndir

 


Çağımız ister istemez içler acısı bir çağolduğundan, onu acıklı görmekten kaçınıyoruz. Büyük yıkım gelip geçti, kalıntılar ortasındayız şimdi, küçücük yeni evler kurmaya, küçücük umutlar beslemeye başlıyoruz. Oldukça güç bir iş bu: geleceğe uzanan düz bir yol yok, ama engellerin çevresinde dönüp duruyoruz ya da üzerlerinden atlıyoruz. Yaşamamız gerek; yer gök yıkılmış olsa bile. Constance Chatterley’in durumu da buydu aşağı yukarı. 

Savaş, evini başına yıkmıştı. Inǚ sanın yaşayıp öğrenmek zorunda olduğunu anlamıştı böylece. 1917’de Clifford Chatterley bir ay izinle yurda döndüğünde evlenmişlerdi. Balaylarının bitiminde kocası, altı ay sonra hemen hemen parçalanmış bir durumda Inǚ giltere’ye getirilmek üzere, Flanders’a dönmüştü. 

O sıralar karısı Constance yirmi üç, kendisi de yirmi dokuz yaşındaydı. Clifford, olağanüstü bir yaşama tutkusu gösterdi. Odžlmedi, gövdesinin darmadağın üyeleri yeniden birleşti. Ikǚ i yıl doktorların elinde kaldı. Sonunda iyileştiğini; gövdesinin yarısı, yarı belinden aşağısı, ölünceye değin inmeli kalmak üzere, gene yaşayabileceğini söylediler. Bu 1920’deydi.

Karı koca, Clifford’un evine, aile yurtluğu olan Wragby Hall’e döndüler. Babası ölmüştü, baronluğu alan Clifford, Sir. Clifford olmuştu şimdi, Constance de, Leydi Chatterley. Chatterleylerin oldukça ıssız kalmış yurtluğunda, az buçuk bir gelirle ev geçindirmeye, birlikte yaşamaya başladılar. Clifford’un bir kız kardeşi vardı, ama o da gitmişti. Bunun dışında hiçbir yakın akrabası yoktu. Ağabeysi savaşta ölmüştü. 

Odžlünceye değin kötürüm kalmaya yazgılı Clifford, artık hiçbir zaman çocuğu olmayacağını bile bile, ailesinin adını elinden geldiğince sürdürmek üzere, gelip dumanlı orta İngiltere’ye yerleşti. Gene de pek yıkılmış değildi. Tekerlekli sandalyesiyle kendi kendini istediği yere taşıyabiliyor, küçük bir motoru bulunan hasta–arabasını yavaş yavaş sürerek bahçenin dört bir yanında, gerçekte sahip olmakla övündüğü, bununla birlikte sözünü ederken pek önemsemezmiş gibi göründüğü güzel, üzgün havalı park içinde dolaşabiliyordu.

 Bunca acı çekmiş olmakla, acı çekme yeteneği bir yerden sonra tükenmişti artık. Gene de garip, canlı, şen kalmıştı, sapasağlam görünen kırmızı yüzüyle, büyüleyici, parlak, soluk mavi gözleriyle cıvıl cıvıldı nerdeyse. Omuzları geniş, güçlü, elleri ise çok güçlüydü. Gösterişli giyinirdi, Bond Street’den alınma göz alıcı boyunbağları takardı. Bütün bunlarla birlikte, yüzünde sakat bir adamın sakıngan bakışı, hafif boşluğu sezdirdi.

D. H. Lawrence – Ölen Adam Kitabını PDF İndir

 


Mezopotamya – Mtsır – Yunaneli üçgeni içinde yüzyıllarca gidip gelen efsanelerin düğüm noktası Anadolu – Suriye – Lübnan, üçgenin üç köşesinde unutulmağa başlayan şeyleri, yüzyıllarca, yaşamlarının bir parçası olarak taze tuttular  , tutmakla kalmayıp Roma’ya öğrettiler, aşıladılar. Eski mysterion’lar, mythos’lar, do ğa ile yeniden bir bağ kurmağa, unutulmuş heyecanları tazelemeğe götürüyordu. Doğu gizemciliği yeniden bir kaynak oluyordu Batı’ya. En yaygın, en geniş en önemli mythos’lardan biri olan “Ölüp Dirilen Tanrı” mythos’u  , mevsimlerin değişmesini, doğanın ölüp dirilişini, ölümün yası ile dirilişin sevincini bir araya getirerek anlatan bir mythos’du. 

Tanrıların tükenen gücü, ilkyazla birlikte yenilensin diye insanlar, ağladıktan ölümden sonra sevinç içinde dirilişi kutlar, bayram ederlerdi. Bu bayramlarda oynanan oyanlarla söylenen sözler, okunan dualar, anlatılan efsaneler yerden yere değişirdi ama ağıtlarla şenliklerin tarihi aşağı yukarı bir olur  , topraktan fışkıran yeşil ekinler, ölümüne ağlanan buğday yahut bolluk Tanrısının diriliş inancası sayılırdı. 

Rorna’da, Mısır’da, Babil’de Suriye’de Byblos’ta, Anadolu’da, Osiris, Tamımız (Aâonis) yahut Attis’in ölümüne ağlandığı günler  ilk Hıristiyanlarda da isa’nın ölümüne ağlandığı günler olmuştur. Bu günler, öteki Tanrıların dirilişine sevinilen günler olduğu gibi isa’nın da dirilişi ölüm tarihinden iki gün sonra şenliklerle kutlanır oldu. * * * Ter Tanrısı Seb (Keb, Geb} ile Gök Tanrıçası Nut’un oğlu Osiris doğduğu zaman, Tanrıların en büyüğünün, doğduğunu bildiren tür ses çınlamıştı havada .

 Osiris, kendinden üç gün sonra doğan kız kardeşi isis’le Mısır töresine uyarak evlenmişti isis, buğdayla arpayı bulmuş, ağaçlardan yemiş dermiş, bağ yetiştirmiş ilk varlıktı; Osiris, dünyayı dolaşıp bütün insanlara bunları öğretti.

 Ama bir gün, kardeşi Set’le yetmiş iki kişi daha birlik olup onu oyuna getirerek bir sandığa tıktılar, kurşun eriterek lehimledikleri bu sandığı suya attılar. Bunun üzerine isis, karalar bağlayarak Osi– ris’i aramaya çıktı. Osiris’i taşıyan sandık, bu arada, Byblos kıyılarına varmıştı  . Karaya vurduğu yerde bir “erika” ağacı bitmiş, sandığı gövdesine saklamıştı. Byblos kralının bu ulu ağacı kestirip sarayına direk yaptığını öğrenen isis, Byblos’a giderek kralın çocuğuna dadı oldu

Daha sonra, kendini tanıtan isis, kraldan istediği direğin içinden sandığı çıkardı, Osiris’in üzerine kapandı. Sonra da onu alarak oğlu Horus’un yanına döndü. Ama günün birinde Set, bu cesedi buldu, tanıdı, on dört parçaya bölerek dağıttı. İsis, gene papirüsten yapılı bir kayığa binip bu parçaları aramağa başladı. Eline geçen her parçayı, Set’in kötülüğünden korumak üzere, bulduğu yere gömüyordu. Ama bir tek parçayı bulamamıştı: Balıkların yediği erkeklik organını… Bunun üzerine isis, bu organın bir benzerini yaptı. Bu heykel, yüzyıllar boyunca Osiris bayramlarında kullanıldı…

John Cleland – Bir Kadının Zevk Anıları Kitabını PDF İndir

 


Bir Kadının Zevk Anıları, yani daha iyi bilinen ismiyle Fanny Hill, İngiliz edebiyatının en çok tartışılan metinlerindendir. On sekizinci yüzyılın ortasında şehvet edebiyatı popüler olmaya başlayınca dek John Cleland ahlaksız yakıştırmasından kurtulamamıştır ve seksüel zevk ayini olarak kabul edilen Fanny Hill en iyi satan romanlar kategorisine girmiştir. 

Hikâye Fanny’nin masum olarak bildiği Londra’ya gelişi ile başlar ve burada fahişeliğin tuzağına düşüşü ile o dönemin genelevlerindeki maceralıyla devam eder. Mektuplar bir tür itiraf niteliğinde olduğu kadar belirgin seksüel psikoloji detaylarıyla da doludur. Romanda çirkin, kaba ve adi bir anlatıma rastlamak mümkün değildir çünkü büyük bir tutkunun hikâyesi konu alınmaktadır. Cleland’ın romandaki genel tarzı ve kaba sözcüklerin yerine yumuşak bir anlatım tercih etmiş olması çalışmaya saygın bir hava kazandırmıştır. 

Paradoksal açıdan Fanny’nin anılarındaki en temel ayrım, kadın kahramanların kötü sonlarına ve yaşadıklarına karşı duyduğu pişmanlıkları konu alan İngiliz fahişe biyografilerine benzemeyişidir. Fanny, her romantik kadın kahramanın ulaşmak istediği bedensel ve psikolojik doyuma ulaşmıştır. Cleland’ın yazı didaktiği, seksüel aktiviteler için eğitici bir katkı niteliğindedir. John Cleland, (1710-89) 1729 ile 1740 tarihleri arasında Bombay’da çalışmıştır. 1730 senesinde ise Fanny Hill’i yazmaya başladığı düşünülür. Londra’ya 1741 ‘de döner ve döndükten sonra yaptığı borçlardan ötürü 1748’de tutuklanır. Fanny Hill’in 1748yılında yayınlanır. 

Kilisenin ve diğer kesimlerin tepkilerine rağmen Cleland aleyhinde bir dava açılmaz fakat Kraliyet danışma meclisi tarafından uyarı alarak yüz paund para cezasına çarptırılır. Cleland’ın diğer çalışmaları sırasıyla Züppenin Anıları (1751), Aşkın Sürprizleri (1764), Şerefli Kadın (1768) ve çeşitli dramlar, şiirler, dilbilim incelemeleri, gazetecilik denemeleri ile politik bildirilerdir fakat tüm bu çalışmalar Fanny Hill’in gölgesinde kalmıştır.

Dönemin tanınmış isimlerinden olan Boswell, Garrick, Pope ve Smollet’in öncülük ettiği edebiyat akımına borç problemleri, aykırı ve aksi karakteri nedeniyle katılmamıştır. Sevgili Madam; Tutkularınızı kaçınılmaz birer emir saydığımın kanıtı olarak bu mektubu kaleme alıyorum. Bu mektuplar her ne kadar tatsız kaçsa da, aralarından sıyrılıp en sonunda sevginin, sağlığın ve servetin gücünün sunabileceği her hediyenin tadını çıkarmaya eriştiğim yaşamımın o rezil sahnelerini toparlayıp göz önüne serecektir. 

Henüz gençliğin baharında, bunu nasıl başardığımı ve içine itildiğim başıboş zevkler girdabının ortasında bile insanların kişilikleri ve davranışları üzerine nasıl düşünüp, gözlemlerde bulunduğumu ifade edecektir. Uzun, gereksiz önsözlerden ölesiye nefret ettiğimden sizi de böyle bir girişi okuma zahmetine yöneltmeyecek ve yaşamının, aynen yaşadığım serbestlikte görmeye sizi hazırlamaktan öteye gitmeyeceğim. Burada anlatacaklarım tüm sertliği ve çıplaklığıyla gerçektir. Bizimki gibi özgür ilişkiler için asla geçerli olmayan erdemi çiğneme kaygısı duymadan tüm içtenliğimle, yaşadıklarımı gizlemeden, gerçekte başıma nasıl geldiyse ve nasıl yaşadıysam sizinle de o şekilde paylaşacağım. Sizin de bu özgürlüğü ahlaksızca bulup burun kıvırmayacağınızı umuyorum.

 O en seçkin ve mükemmel zevklere sahip şehvet düşkünü erkekler yatak odalarını çıplaklıkla donatmaktan hiçbir zaman vazgeçmezler fakat önyargılara bağlı kaldıkları için onların asla salonlarında sergilenmesine izin vermezler. Bu kadar ön ipucunun yettiğini düşündüğümden doğrudan öyküme geçmek istiyorum. Kızlık adım Frances Hill’dir. Liverpool yakınlarındaki Lancashire’da, son derece yoksul ve son derece dürüst bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. 

Babam bacaklarından sakatlanıp toprak işçiliğinin yorucu işlerini daha fazla sürdüremeyecek duruma gelince, ağ yapımıyla uğraşmaya başladı ve bu ancak geçinecek kadar para kazanmamıza yetiyordu. Mahallede kızlar için küçük bir okul işleten annemin katkıları da bu geliri pek fazla arttıramıyordu. Bir sürü çocukları olmuştu ama son derece sağlıklı bir bünyeye sahip olan benim dışımda hiçbiri yaşını bile dolduramamıştı.

Eğitimim on dört yaşıma dek vasatın üzerinde değildi sadece okumayı daha doğrusu hecelemeyi, kargacık, burgacık bir şekilde yazı yazmayı ve sıradan, basit matematik işlemleri yapmayı biliyordum. Erdemli olmamın tek nedeni ise hayattan uzak yaşıyor oluşumdu ve karşı cinse karşı bizi ürkütüp adeta dehşete düşürdükleri için yaşımın o duyarlı yıllarına rağmen erkekler benim için sadece utanç anlamına geliyordu. 

Ama zaman geç tikçe ve o masum küçükhanım erkekleri kendisini yiyecek birer yırtıcı hayvan gibi görmekten vazgeçtikçe, bu korku da, tüm o masumlukta silinip, kaybolmaya başladı. Zavallı annem tüm zamanını öğrencileri ve ufak tefek ev işleri arasında öyle bir bölüştürmüştü ki benim eğitimime çok az zaman ayırabiliyordu ve kendini hayatın tüm zevklerinden soyutlayan saflığı yüzünden beni de o güzelliklerin cilvelerinden korumayı aklının ucundan geçirmiyordu.

 On beşime basmak üzereyken annemi ve babamı ani bir çiçek hastalığı sebebiyle birer gün arayla kaybettim. Bu benim için dünyanın en büyük felaketi anlamına geliyordu. Önce babam ölmüştü ve bu annemin ölümünü daha da hızlandırdı. Artık mutsuz, kimsesiz bir öksüzdüm Aslen şehirli olan babamın Lancashire’a gelip yerleşmesi tamamen bir rastlantıydı ve bana bakabilecek bir akrabam yoktu. Ailemi kaybetmeme neden olan hastalık bana da bulaşmıştı ama gençliğimin de yardımıyla hastalığı hafif şekilde atlatmayı başardım.

 O zamanlar bunun değerini pek bilemediy-sem de hastalıktan geriye hiçbir iz kalmaması büyük şanstı. Size, onların yokluğunun bana verdiği keder ve hüznün tasvirini yapmayacağım çünkü acımı tarife kelimeler yetersiz kalıyor. Aradan biraz zaman geçince ve genç yaşın verdiği umutlarda eklenince, yeri doldurulmaz kaybın üzerimdeki derin etkisi silinmeye başladı. Bunun yanı sıra beni hayata bağlayan en önemli şey Londra’ya gidip iş bulmak ve her şeye yeniden başlamak üzerine kurduğum hayaller oldu. 

Planım için gerekli tüm yardım ve öğütleri, arkadaşlarını ziyaret için köye gelmiş, birkaç gün kalıp geri dönecek olan Esther Davis adında genç kadından alabileceğimi öğrenmiştim. Köyde bu tasarıya herhangi bir biçimde karşı çıkmak için başıma gelebilecekler hakkında yeterince kaygılanacak hiç kimse yaşamadığından ve ailemin ölümünden sonra benimle ilgilenen kadın da bu plana uymaya beni yüreklendirdiği için şansımı denemeye karar verdim.

Oysa tarihe bakıldığında taşradan büyük dünyaya giden her erkek ve kadın hayatı kavramak yerine hep hüsrana uğrayan taraf olmuştur.

John Fante – Büyük Açlık Kitabını PDF İndir

 


Dibber Lannon’un bir abisi var. Adı Pat Lannon. Dibber bana abisinin bir gün papa olacağını söylemişti. Neyse, fena halde yanıldı Dibber. Bana abisinin dünyanın gelmiş geçmiş en büyük papası olacağını söylemişti, büyük Papa Pius’dan bile daha büyük. Yuh olsun Dibber Lannon’a! Şu yüzden: Ben ve Dibber ilkokul üçteyken Pat Lannon sekizinci sınıftaydı. Hatırlıyorum onu. Ne abi! Peh! İspiyoncunun önde geleniydi. Dibber bunu bilmiyordu tabii ki. Nasıl bilebilirdi? Pat’in küçük kardeşiydi, abisinin ispiyoncunun teki olduğunu nasıl bilebilirdi? Kim söylerdi bunu ona? Kimse. Neyse, yuh olsun Dibber Lannon’a. Bir keresinde eski okul arkadaşlarının Pat Lannon hakkında konuşmalarına kulak misafiri oldum. Çok şey biliyorlardı. El İşi Atölyesi’ne gittikleri ama gitmedikleri günden söz ettiler, onun yerine okulu kırmışlardı. Pat Lannon hariç herkes.

Pat Lannon okul kırmayı kendine yakıştıramamıştı. Peki, ne yapmıştı? Bay Simmons’u alıp köprüye getirmişti. Herkes köprünün altında sigara içiyordu. Bay Simmons hepsini dersinden çaktırmıştı. Pat Lannon hariç. Öyle biriydi işte Dibber Lannon’un abisi. Bana bir gün papa olacağını söylediği abisi. Pat Lannon bizim okuldayken ben henüz üçüncü sınıfa gidiyordum. O sekizinci sınıf öğrencisiydi. Ama hatırlıyorum onu. Çok tuhaf bir tipti. Kafadan çatlak bir görünümü vardı. Gözlüklüydü. Gözleri bir yerde durmazdı. Bir şeye bakardı ve gözleri sapıtırdı.

Sandalet giyerdi. Ne abi! Sınıf arkadaşlarının dediğine göre birinci sınıftayken perçemi bile varmış Pat’in! Ve bir gün papa olacaktı, öyle mi? Ho ho. Her yıl okulumuzda bir piyes sahnelenir. Pat Lannon’u o piyeslerde oynarken hatırlıyorum. Piyesler bir şeye benzemezler zaten. Çok kötüdürler. Rahibeler yazar. Piyes bile denemez onlara. Müsamere. Budalalık. Oyuncular sahnede hareket etmezler bir kere, kimse ölmez, kimse gülünecek bir şey söylemez. Kızların bu piyeslerde rol olmasına izin verilmez. Erkekler çarşaftan bozma kaftanlar giyerler. Çılgınlık. Herkesin berbat bir rolü vardır.

Biri Günah’tır mesela. Bir sonraki İffet. Bir sonraki Kader. Bir sonraki Merhamet. Liste uzar gider böyle. Metnin tamamı kutsal dilde oynanır, İsa gibi. Günah girer sahneye. Kutsal dilde bir şey söyler. Sonra Kader girer. “Selam olsun sizlere! Kader derler bana! Size haber getirdim!” Sonra Umut girer sahneye. Seyirciye kim olduğunu ve ne yaptığını söyler. Ve sonra Yardımseverlik girer sahneye, ya da Tevazu, ya da bir o kadar aptalca başka biri. Hepsi sahnenin ortasında yan yana dizilip beklerler. Ve kimdir bekledikleri, sorarım size? Sevgi! Ve kimdir Sevgi? Pat Lannon! Her seferinde! “Selam sizlere! Sevgi derler bana! Dünyaya huzur ve iyilik getiririm!” Ön sırada oturanlar sözcüklerle tarif edilemeyecek kadar harikulade bulurlardı Pat Lannon’ı. Avuçları kızarıncaya kadar alkışlarlardı.

Papa’ymış! Pat Lannon’un rahibelere yalakalanmak için bir yöntemi vardı. Bir bisikleti vardı. Bisikletiyle onların işlerini görürdü. Geç saatlere kadar okulda kalıp çalışırdı. Silgileri temizler, karatahtaları yıkardı. Sınav kâğıtlarına bile bakardı. Sınıfın dayıları kötü not aldıkları taktirde burnunun üzerine yumruğu yemekle tehdit ederlerdi onu. Ama kuşku çekmemek için bazılarına kötü not vermek zorundaydı. Ne yapardı peki? Kızlara kötü not verirdi. Neden? Çünkü sınıfta dövebileceği öğrenciler sadece kızlardı da ondan! Ve Dibber onun papa olacağını söylüyordu! Yuh olsun ona! Russel Meskimen okulun kıdemli öğrencilerindendi. Pat’in bisiklet lastiklerinin havasını indirirdi. Bir keresinde Russel kaldırıma ahlaksız sözcükler yazdığı için okulda kalma cezasına çarptırılmıştı. Sınıfta Rahibe Cletus bekliyordu. Rahibe Cletus onun için bir şey yaparsa onu azat edeceğini söylemişti Russel’a. Russel da kolay kurtulacağını sanıp hemen kabul etmişti.

Bir sorun vardı ama. Rahibe Cletus ona Gales’e gidip yirmi rulo tuvalet kağıdı almasını ve Hayırsever Rahibeler’in hesabına yazdırmasını istemişti. Altından kolay kalkılacak iş değildi. Russel reddedemezdi ama. “Tamam,” dedi. Yapmak istemiyordu. Gales kentin tam merkezindedir. Herkes ne düşünecekti? Birkaç rulo önemli değildi -ama yirmi! Üstelik rahibeler için! İnsanlar nasıldır bilirsiniz. İnsanın yüzüne gülmek için bahane ararlar. Russel bisikletini almaya gitti. Bisikletlerin arasında Pat Lannon’ın bisikletini gördü. “Hey, Pat,” dedi Russel. “Sana bundan böyle bisikletinin lastiklerini söndürmeyeceğime dair söz vermemi ister misin?” “Harika olur,” dedi Pat. “Benim için kent merkezine gidip alışveriş yapacaksın ama,” dedi Russel. Pat Lannon bisikletine atlayıp Gales’e gitti.

Hiç sorun değildi onun için. İçeri girip yirmi rulo tuvalet kağıdı istedi. Ve Dibber onun bir gün papa olacağını iddia ediyordu. Ne papa! Yahu, yirmi rulo! Döndüğünde Russel ondan tuvalet kâğıtlarını alıp Rahibe Cletus’a teslim etmişti. Gitmek üzere dışarı çıktığında Pat’in bisikletine takılmıştı gözü. Bir herif bu kadar aptalsa lastiklerinde hava olmasa da olur deyip yine indirmişti lastiklerin havasını. Bu da bir şeyleri kanıtlar sanırım. Bob Armstrong bir başka kıdemli öğrencidir. O ve Pat ayinlerde birlikte servis yapıyorlardı. Bob şarap çalardı. Bir keresinde çok fazla çaldı ve Peder Walker farkına vardı. Bob’a onun çalıp çalmadığını sordu. “Hayır, Peder,” dedi Bob. “Yemin ederim.”

John Fowles – Büyücü Kitabını PDF İndir

 


1927’de doğdum, her ikisi de Inǚ giliz ve orta sınıfa mensup bir anne– babanın tek çocuğuydum, onlarsa berbat cüce Kraliçe Victoria’nın bitmek bilmeyen kasvetli döneminde doğmuş, hayatları boyunca da asla onun uzun gölgesinden sıyrılamamışlardı. Beni özel okula gönderdiler, iki yılımı askerlik yaparak harcadım, Oxford’a gittim ve işte orada olmak istediğim kişi olmadığımın farkına varmaya başladım. Ihǚ tiyacım olan anne–baba ve atalara sahip olmadığımı epey önceleri keşfetmiştim. 

Babam, mesleğinde müthiş yetenekli olduğundan değil de, doğru zamanda doğru yaşta oluşu sayesinde bir tuğgeneraldi; annemse tümgeneral olabilecek birinin eşi nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. Yani, babamla asla tartışmaz ve her zaman, o binlerce mil uzakta olsa dahi, sanki yan odadan dinliyormuş gibi davranırdı. Savaş süresince babamı çok az gördüm. 

Onun bu uzun süreli yokluklarında kafamda ona dair neredeyse bir doğuştan lekesiz {2} imajı yaratırdım, ki o da bunu çoğunlukla izinlerinin ilk kırk sekiz saati içinde –hoş olmasa da yerinde bir benzetmeyle– paramparça ederdi. Yaptığı işi gerçek anlamda omuzlayamayan tüm adamlar gibi o da görünüş ve ufak tefek işler konusunda çok titizdi; bilgisini artıracağı yerde, Disiplin, Gelenek ve Sorumluluk gibi büyük harϐli anahtar kelimelerden oluşan bir cephanelik oluşturmuştu.

 Eğer onunla tartışmaya yeltenecek olsam –ki çok nadir olurdu bu– hemen bu totem kelimelerden birini çekip, beni bununla coplamaya başlardı, hiç kuşkusuz astlarını da benzeri durumlarda böyle sindiriyordu. Eğer karşısındaki kişi hâlâteslim olmayı reddediyorsa ya öϐkeye kapılır ya da öϐkeye kapılmış gibi yapardı.

 Öfkesi azgın bir köpek gibiydi ve her an elinin altındaydı. Odžyle olmasını dilediğimiz aile geleneğine göre, Nantes Fermanı’nın Feshi’nin ardından Fransa’dan göç etmiştik – on yedinci yüzyılın en çok satan kitaplarından L’Astrée’nin {3} yazarı Honore d’urfe in uzaktan akrabası soylu Protestanlardık. Doğrusu –eğer II. Charles’ın o yazar bozuntusu arkadaşı 

Tom Durfey’le, en az diğeri kadar kesinliği olmayan bağımızı da saymazsak– atalarım arasında başka hiç kimse herhangi bir sanatsal eğilim göstermemişti: Nesiller boyu kaptanlar, rahipler, denizciler, küçük arazi sahipleri ve ortak özellikleri şereϐli tek bir şey yapmamış olmaları ile azımsanmayacak ölçüdeki kumar ve kaybetme tutkularıydı. Büyükbabamın dört oğlu vardı, ikisi Birinci Dünya Savaşı’nda ölmüş; üçüncüsüyse soyaçekimini (kumar borçlarını) ödemenin nahoş bir yolu olarak Amerika’ya kaçmıştı.

Büyük oğulların sahip olduğu varsayılan bütün özellikleri taşıyan en küçük oğul olan babam, onun hâlâ yaşadığına dair tek laf etmezdi; ve benim de onun hâlâ yaşayıp yaşamadığı, dahası Atlantik’in diğer yakasında kuzenlerimin olup olmadığı konusunda en ufak bir fikrim yok. Okuldaki son yıllarımda, ailemle aramızdaki sürtüşmenin asıl sebebinin benim sürmek istediğim yaşam tarzını tamamıyla hor görmelerinden başka bir şey olmadığını fark etmiştim. Inǚ gilizcem “iyiydi”, okul dergisinde takma isimle şiirlerim çıkardı, D.H. Lawrence’ın yüzyılın en büyük şahsiyeti olduğunu düşünürdüm; annemle babamın Lawrence’i hiç okumadıkları kesindi ve muhtemelen adını da, Lady Chatterley’s Lover [‘Leydi Chatterley’in Aƹşığı] ile anılmadıkça hiç duymamışlardı bile. 

Odžyle şeyler vardı ki, annemin o malum duygusal yumuşaklığı ya da babamın ara ara kapıldığı coşku nöbetleri gibi, daha fazla dayanabilirdim elbet, ama ben hep onların içindeki, o sevilmesini istemedikleri yanları sevdim. Ben on sekizime gelip de Hitler öldüğünde, onlar yalnızca bana bakan ve benim de sembolik bir minnettarlık sergilemem gereken kişiler haline gelmişlerdi, daha fazlası da gelmiyordu elimden zaten. 

Çifte bir yaşam sürüyordum. Okulda, bir savaş dönemi estetikçisi ve kinik olarak ufak çapta nam salmıştım. Ama askere gitmem gerekiyordu – Gelenek ve Kendini Feda beni buna zorluyordu. Sonrasında üniversiteye gitmeyi kafaya koymuştum, şansıma okul müdürü de arka çıktı. Orduda da bu çifte yaşamımı sürdürmeye devam ettim, herkesin yanında midem bulanarak “Blazer” Tuğgeneral Urfe’ün oğlu rolünü oynuyor, sonra bir köşeye çekilip bir heyecan Penguin New Writing {4} dergileri ve küçük şiir kitapları okuyordum. Yapabildiğim ilk anda kendimi terhis ettirdim. 1948’de Oxford’a girdim. Magdalen’deki ikinci yılımda, annemleri pek az gördüğüm o uzun tatilden hemen sonra babamın Hindistan’a gitmesi gerekti.

Beraberinde annemi de götürmüştü. Karaçi’nin kırk mil kadar doğusunda fırtınaya yakalanan uçakları, bir alev topu halinde düştü. Ilǚ k şoku atlattıktan neredeyse hemen sonra bir rahatlama ve özgürlük hissine kapılmıştım. Kalan tek yakın akrabam, dayım, Rodezya’da tarımla uğraşırdı, böylece gerçek kişiliğim olarak gördüğüm şeyi kısıtlayacak kimse kalmıyordu aileden geriye. Hayırsız bir evlattım belki, ama o dönem revaçta olan ilkeler konusunda pek sıkıydım.

 En azından Magdalen’deki o bir grup tuhaf arkadaşın yanındayken öyle olduğumu düşünürdüm. Les Homines Révokes {5} adında küçük bir kulüp kurmuştuk, çok sert şeriler içer, toplantılarımıza giderken (kırkların sonundaki o hırpani parkalıları protesto etmek adına) füme rengi takım elbiseler giyip, siyah kravatlar takardık. Orada varlık ve hiçliği tartışır, anlamsız birtakım davranışları “varoluşçu” olarak adlandırırdık.

 Daha az aydın olan tipler bunlara kaprisli veya açıkça bencil de diyebilirdi; ama bizler okuduğumuz o Fransız varoluşçu romanlardaki kahraman ya da antikahramanların gerçeğe uygun olmaları gerekmediğini akıl edemezdik. Duyguların karmaşık biçimlerine ait metaforları açık davranış modelleri sanarak, onları taklit etmeye çalışırdık. Derin ıstırapları gerektiği gibi çekiyorduk. Çoğumuz, Oxford’un o ezeli ve ebedi züppeliğine uygun olarak, yalnızca farklı görünmek istiyorduk. Kulübümüzde bunu başarıyorduk işte. Pahalı alışkanlıklar ve yapmacık tavırlar edinmiştim. Okuldaki derecem pek parlak değildi, ama birinci sınıf bir yanılsamaya sahiptim: Ben bir şairdim.

Ne var ki hiçbir şey genel anlamda yaşamın sıkıcılığına ve özellikle de geçim sağlamaya ilişkin çok bilmişliğimden daha az şiirsel olamazdı. Bütün o kinizmin, yaşamla başa çıkamamayı, kısaca bir güçsüzlüğü maskelediğini ve bütün çabaları küçümsemenin de hepsinden daha büyük bir çaba demek olduğunu bilemeyecek kadar toydum. Odžte yandan, her daim işe yarayacak bir şeyden, Oxford’un uygar hayata en büyük hediyesinden küçük bir doz nasiplenmiştim ben de: Sokrates dürüstlüğü. 

Kişinin geçmişine isyan etmesinin yeterli olmadığını böyle gıdım gıdım öğretmişti bana bu. Bir gün arkadaşlarlayken orduya epey bir sayıp sövdüydüm; sonradan odama döndüğümde birden fark ettim ki, o dokunulmaz halimle bile merhum babamın yüreğine indirecek şeyler söylediğime göre hâlâ onun etkisinden kurtulamamıştım ben. Doğru olan, doğuştan değil; yalnızca isyankârlıktan kinik olduğumdu. Nefret ettiğim şeyden kurtulmuş, ama sevdiğim yeri bulamamıştım ve böylece sevilecek hiçbir yer olmadığına inandırmıştım kendimi.

6 Ağustos 2021 Cuma

John Fowles – Mantissa Kitabını Pdf İndir

 



Göz kamaştırıcı, uçsuz bucaksız bir pusun bilincindeydi, sanki bir buhar denizinin üzerinde yüzerken, aşağıya bakan, Tanrısal alfayla omegaydı bu; derken, belli belirsiz bir zaman aralığının ardından, aynı keyiϐle olmasa da sınırsız uzay ve imparatorluk izlenimini son derece büzülmüş ve intibaksız bir şeye indirgeyen mırıltıları ve çevrede gezinen gölgeleri seçebildi. Odžlümcül bir düşüş hızıyla mırıtılar seslere, gölgeler yüzlere dönüştü. Ne olduğu anlaşılmayan yabancı ϐilmlerdeki gibi hiçbir şey tanıdık değildi; ne dil, ne yer, ne de oyuncular. Imǚ geler ve niteleme sözcükleri, gölcüğe doluşan amip sürüleri gibi, görünüşte bir iş yaparcasına, gerçekte amaçsızca, kâh bir araya gelerek, kâh dağılarak yüzmeye başladılar. Şekillerin ve duyguların, biçim ve sesbilimlerle çağrıştırıldığı bu benzetmeler, çok eskilere ait alışılmış bir yöntemi izleyerek, okul çağlarında belleğe yerleşip kalan cebir formülleri gibi birer birer geri geliyordu. Fakat bu formüllerin nerede kullanıldığı, neden var oldukları tamamen unutulmuştu. Bilincindeydi, evet, bu açıktı; ama ne bir zamiri, ne bir kişiyi diğerinden ayıran bir özelliği, ne şimdiki anı, ne geçmişi, ne de geleceği vardı bu bilincin. Bir süre için, yığınların tepesine çıkmayı başarmış ama yine de kişileştirilmemiş olmaktan doğan o keyiϐli üstünlük duygusunu duyabildi. Fakat bu bile o acımasız, şeytani gerçeklikle vahşice darmadağın ediliverdi. Bir tür beyin taklasıyla stratosferdeki o aziz uçuştan sıyrılarak beşli vezinle yazılmış bir ifade gibi indirildi ve yatakta, sırtüstü uzanır halde, o kaçınılmaz sonuca ulaşmaya zorlandı. Göz hizasının yukarısında bir aplik vardı, karşısında da dikdörtgen şeklinde, düzgün, beyaz plastik bir panel. Işık… Gece… Küçük gri bir oda, soluk gri renkte, martı kanadının grisi gibi. Ruhların ebediyete dek hapsedildiği bir zindan, en azından olaysız, dayanabilecek kadar hiçlik. Hiçliği bozan tek şey aşağı doğru bakmakta olan iki kadındı. Giderek yaklaşan ve bir şey istercesine bakan o surat yüzünden belli belirsiz bir sitemle isteksizce yeni bir çıkarım daha yaptı: Her nedense, gösterilen dikkatin odak noktası oydu, bir tür ben.

Kendisine bakan yüz gülümsüyor, ona doğru eğiliyordu, biraz meraklı, biraz kuşkulu; muhtemelen, istemeden iftira etme şüphesiyle lekelenen bir ilgiyle. “Sevgilim?” Acı veren bir hızla ve azalan bir sezgi gücüyle bunun yalnızca bir ben değil, bir erkek olduğunu da fark etti. Işǚ te birdenbire dolan o aşağılara inme, aciz olma hissinin geldiği yer de burası olmalıydı. O, ben, muhtemelen erkek olan ben, paraşütçü gibi aşağı doğru süzülerek alnına inen o ağzı izledi. Dokunma ve koku, bu ϐilm ya da düş olamazdı. Şimdiyse o yüz kendi yüzünün üzerinde asılı kalmıştı. Kırmızı delikten sözcükler dökülüyordu: “Sevgilim, benim kim olduğumu biliyor musun?” Adam bakıyordu. “Ben Claire.” Bir şey ifade etse bari. “Karın, sevgilim. Hatırlıyor musun?” “Karım mı?” Son derece tuhaf bir dehşet duygusu: Yalnızca sesin kaynağına yakın olma nedeniyle birinin konuştuğunu bilmek. Kahverengi gözler, evliliğe ihanetin şaşırtıcı derinliklerini gösteriyordu. Adam, sözcüğü kişiye, kişiyi benliğe iliştirmeye çalıştı; başaramadı ve sonunda yatağın öteki tarafında duran, daha mesafeli ve daha genç görünen kadına kaydı gözleri –o kadın da gülümsemekteydi ama daha profesyonelce ve kayıtsızca. Elleri cebinde, gözlem vaziyeti almış bu kişinin üzerinde beyaz doktor gömleği vardı. Artık onun ağzı da kelime yumurtlamaya başlamıştı.

“Bana isminizi söyleyebilir misiniz?” Tabii. Isǚ im! Isǚ im yok. Hiçbir şey yok. Ne geçmiş, ne gelinen yer ne de zaman biliniyor. Uçurumun algılanışı ve neredeyse aynı anda algılanan çaresizliği. Udžmitsizce gerildi, düşen bir adam, ama neye uzanırsa ya da neyi yakalamak isterse istesin o şey orada yoktu. Beyaz gömlekli kadının gözlerine yapıştı, ani ve yoğun bir korkuyla dolmuştu. Kadın bir iki adım yaklaştı. “Ben doktorum. Bu sizin karınız. Ona bakın lütfen. Onu hatırlıyor musunuz? Onu daha önce gördüğünüzü hatırlıyor musunuz? Onunla ilgili aklınıza gelen bir şeyler var mı?” Adam baktı. Karısının yüzünde bir şey beklediğini belirten bir ifade vardı, ama incinmişti de, neredeyse küs duruyordu, sanki bu yüzün sahibi hem bu işlemin aptallığına, hem de adamın sessiz bakışlarına kızıyor gibiydi. Her şeyden öte, kadın adamın veremediği bir şeyler talep ediyordu. Kadın isimler saymaya başladı, insan isimleri, sokak isimleri, yer isimleri, birbiriyle ilgisiz cümlecikler.

Bazıları tekrarlanıyordu. Adam bazı isimleri duymuştu belki, sözcük olarak; ama bunların neyle bağlantısı olabileceği ya da neden, işlemiş olduğu bir suçun kanıtları gibi söylenip durduğu hakkında en ufak bir ϐikri yoktu. Sonunda başını iki yana salladı. Gözlerini kapamak, yeniden unutmak için huzur bulmayı ne kadar isterdi; unutmuşluğun boş sayfasıyla yine bütünleşebilseydi. Ancak, kadın ona daha da yaklaşıyor, dikkatle kendisini inceliyordu. “Sevgilim, bir dene lütfen. Olur mu? Hatırım için?” Bir iki dakika bekledi, sonra bakışlarını uzaklaştırdı. “Korkarım bir faydası yok.” Şimdi de doktor ona doğru eğilmişti. Doktorun nazik parmaklarının göz kapaklarını kaldırdığını hissetti, gözbebekleriyle ilgili bir şeyleri inceliyordu. Karşısında bir çocuk varmış gibi ona bakarak gülümsedi. “Burası bir hastanenin özel odası. Burada güvenlikte sayılırsın.” “Hastane mi?” “Hastanenin ne olduğunu biliyor musun?” “Kaza mı oldu?” “Bir güç kesintisi.” Kuru bir ipucu siyah gözlerini parlattı, merhametli bir mizah kırıntısı.

“Sizi tekrar çalışır hale getireceğiz.”

Yayın Evleri

ABM Yayınevi (1) Adam Yayıncılık (1) Alfa Yayıncılık (7) Alkım Kitabevi (1) Alter Yayınları (4) Altıkırkbeş Yayınları (5) Altın Kitaplar (13) Ankara Okulu Yayınları (1) Anonim Yayınları (3) Ant Yayınları (1) Arkadya Yayınları (1) Artemis Yayınları (2) Artshop Yayıncılık (1) Arya Yayınları (2) Ataç Yayınları (1) Aykırı Yayınları (2) Ayrıntı Yayınları (7) Aşk Kitapları (53) Babıali Kültür Yayıncılığı (3) Bağlam Yayıncılık (1) Berikan Yayınevi (1) Bilgi Yayınları (2) Bilim ve Gelecek Yayınları (2) Birey Yayıncılık (1) Bordo Siyah Yayınları (1) Butik Yayınları (1) Buzdağı Yayınları (1) Can Yayınları (45) Cinius Yayınları (1) Cumhuriyet Yayınları (1) DBY Yayınları (2) Dergah Yayınları (1) Destek Yayınları (3) Dharma Yayınları (1) Domingo Yayınevi (3) Doğan Kitap (8) Doğu Batı Yayınları (1) Düşünbil Yayınları (1) E Yayınları (1) Eksik Parça Yayınları (1) Elit Kültür Yayınları (1) Elma Yayınevi (3) Epsilon Yayınları (3) Etkileşim Yayınları (1) Everest Yayınları (10) Evrensel Basım Yayın (7) Eğitim Sen Yayınları (1) Genç Destek Yayınları (1) Geyik Yayınları (1) Gün Yayıncılık (3) Hayy Kitap (6) Islık Yayınları (1) Işık Yayınları (2) Kapı Yayınları (1) Kavram Yayınları (1) Kaynak Yayınları (1) Kitap Zamanı Yayınları (1) Kitsan Yayınevi (1) Kodlab Yayınları (1) Kolektif Kitap (4) Koridor Yayıncılık (2) Koç Üniversitesi Yayınları (1) Kuraldışı Yayınları (1) Kurtuba Kitap (2) Kurtuba Yayınları (1) Kuzey Yayınları (2) Köxüz Yayınları (1) Kültür Bakanlığı Yayınları (1) Kültür Kitapları (8) Kırmızı Kedi Yayınevi (9) Litera Yayıncılık (1) Literatür Yayıncılık (5) Martı Yayınları (6) Maya Kitap (2) MediaCat Yayınları (4) Meta Yayınları (1) Metis Yayıncılık (2) Metis Yayınları (6) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları (2) Milliyet Yayınları (5) Mobidik Yayınları (1) Nemesis Kitap (2) Nesil Yayınları (4) Nesin Yayınevi (1) Nobel Akademik Yayıncılık (1) Nokta Yayıncılık (1) Notos Kitap (3) ODTÜ Yayıncılık (3) Oda Yayınları (1) Okuyan Us Yayınları (2) Okyanus Yayıncılık (1) Olimpos Yayınları (1) Optimist Yayınları (1) Ortaoyuncular Yayınları (1) Overteam Yayınları (1) Oğlak Yayıncılık (1) Pan Yayınları (2) Panama Yayıncılık (1) Paradoks Kitap (1) Parola Yayınları (1) Payel Yayınevi (1) Pegasus Yayınları (4) Phoenix Yayınları (2) Pinhan Yayıncılık (1) Plato Film Yayınları (2) Polat Kitapçılık (1) Portakal Yayınları (1) Pozitif Yayınları (2) Profil Yayıncılık (2) Propaganda Yayınları (8) Purnam Yayınları (1) Remzi Kitabevi (5) Ruh ve Madde Yayınları (2) Sanat A.Ş (1) Say Yayınları (5) Sel Yayıncılık (6) Siren Yayınları (2) Sis Yayınları (2) Sokak Yayınları (1) Sol Yayınları (2) Su Yayınevi (1) Sözcükler Yayınları (1) Sümer Yayınevi (1) Tarih Vakfı Yurt Yayınları (1) Tekhne Yayınları (1) Tercüman Yayınları (2) Timaş Yayınları (10) Toker Yayınları (2) Truva Yayınları (1) Tudem Yayınları (3) Tübitak Yayınları (12) Türk Dil Kurumu Yayınları (1) Uğur Mumcu Vakfı Yayınları (1) Varlık Yayınları (4) Yabancı Yayınevi (2) Yakamoz Yayınları (3) Yapı Kredi Yayınları (38) Yağmur Yayınları (2) Yeditepe Yayınevi (1) Yediveren Yayınları (1) Yeni Akademi Yayınları (2) Yeni Avrasya Yayınları (1) Yitik Hazine Yayınları (2) Yol Yayınları (1) Yurt Kitap Yayın (3) Zafer Yayınları (1) Çitlembik Yayınları (1) Çınar Yayınları (2) Çığır Kitabevi (1) Ötüken Neşriyat (7) Ötüken Neşriyat Yayınları (4) Özgür Yayınları (1) Ütopya Yayınevi (1) İleri Yayınları (1) İletişim Yayınları (23) İmge Kitabevi (1) İnkılap Kitabevi (11) İnsan Yayınları (1) İnter Yayınları (1) İthaki Yayınları (4) İz Yayıncılık (2) İzgören Yayınları (1) İş Bankası Kültür Yayınları (9) İşaret Yayınları (1) Şule Yayınları (1)