1927’de doğdum, her ikisi de Inǚ giliz ve orta sınıfa mensup bir anne–
babanın tek çocuğuydum, onlarsa berbat cüce Kraliçe Victoria’nın bitmek
bilmeyen kasvetli döneminde doğmuş, hayatları boyunca da asla onun uzun
gölgesinden sıyrılamamışlardı. Beni özel okula gönderdiler, iki yılımı
askerlik yaparak harcadım, Oxford’a gittim ve işte orada olmak istediğim
kişi olmadığımın farkına varmaya başladım. Ihǚ tiyacım olan anne–baba ve
atalara sahip olmadığımı epey önceleri keşfetmiştim.
Babam, mesleğinde müthiş yetenekli olduğundan değil de, doğru zamanda
doğru yaşta oluşu sayesinde bir tuğgeneraldi; annemse tümgeneral
olabilecek birinin eşi nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. Yani, babamla
asla tartışmaz ve her zaman, o binlerce mil uzakta olsa dahi, sanki yan
odadan dinliyormuş gibi davranırdı. Savaş süresince babamı çok az
gördüm.
Onun bu uzun süreli yokluklarında kafamda ona dair neredeyse bir doğuştan
lekesiz {2} imajı yaratırdım, ki o da bunu çoğunlukla izinlerinin ilk kırk
sekiz saati içinde –hoş olmasa da yerinde bir benzetmeyle– paramparça
ederdi. Yaptığı işi gerçek anlamda omuzlayamayan tüm adamlar gibi o da
görünüş ve ufak tefek işler konusunda çok titizdi; bilgisini artıracağı
yerde, Disiplin, Gelenek ve Sorumluluk gibi büyük harϐli anahtar
kelimelerden oluşan bir cephanelik oluşturmuştu.
Eğer onunla tartışmaya yeltenecek olsam –ki çok nadir olurdu bu–
hemen bu totem kelimelerden birini çekip, beni bununla coplamaya başlardı,
hiç kuşkusuz astlarını da benzeri durumlarda böyle sindiriyordu. Eğer
karşısındaki kişi hâlâteslim olmayı reddediyorsa ya öϐkeye kapılır ya da
öϐkeye kapılmış gibi yapardı.
Öfkesi azgın bir köpek gibiydi ve her an elinin altındaydı. Odžyle
olmasını dilediğimiz aile geleneğine göre, Nantes Fermanı’nın Feshi’nin
ardından Fransa’dan göç etmiştik – on yedinci yüzyılın en çok satan
kitaplarından L’Astrée’nin {3} yazarı Honore d’urfe in uzaktan akrabası
soylu Protestanlardık. Doğrusu –eğer II. Charles’ın o yazar bozuntusu
arkadaşı
Tom Durfey’le, en az diğeri kadar kesinliği olmayan bağımızı da
saymazsak– atalarım arasında başka hiç kimse herhangi bir sanatsal eğilim
göstermemişti: Nesiller boyu kaptanlar, rahipler, denizciler, küçük arazi
sahipleri ve ortak özellikleri şereϐli tek bir şey yapmamış olmaları ile
azımsanmayacak ölçüdeki kumar ve kaybetme tutkularıydı. Büyükbabamın dört
oğlu vardı, ikisi Birinci Dünya Savaşı’nda ölmüş; üçüncüsüyse soyaçekimini
(kumar borçlarını) ödemenin nahoş bir yolu olarak Amerika’ya
kaçmıştı.
Büyük oğulların sahip olduğu varsayılan bütün özellikleri taşıyan en
küçük oğul olan babam, onun hâlâ yaşadığına dair tek laf etmezdi; ve benim
de onun hâlâ yaşayıp yaşamadığı, dahası Atlantik’in diğer yakasında
kuzenlerimin olup olmadığı konusunda en ufak bir fikrim yok. Okuldaki son
yıllarımda, ailemle aramızdaki sürtüşmenin asıl sebebinin benim sürmek
istediğim yaşam tarzını tamamıyla hor görmelerinden başka bir şey
olmadığını fark etmiştim. Inǚ gilizcem “iyiydi”, okul dergisinde takma
isimle şiirlerim çıkardı, D.H. Lawrence’ın yüzyılın en büyük şahsiyeti
olduğunu düşünürdüm; annemle babamın Lawrence’i hiç okumadıkları kesindi
ve muhtemelen adını da, Lady Chatterley’s Lover [‘Leydi Chatterley’in
Aƹşığı] ile anılmadıkça hiç duymamışlardı bile.
Odžyle şeyler vardı ki, annemin o malum duygusal yumuşaklığı ya da babamın
ara ara kapıldığı coşku nöbetleri gibi, daha fazla dayanabilirdim elbet,
ama ben hep onların içindeki, o sevilmesini istemedikleri yanları sevdim.
Ben on sekizime gelip de Hitler öldüğünde, onlar yalnızca bana bakan ve
benim de sembolik bir minnettarlık sergilemem gereken kişiler haline
gelmişlerdi, daha fazlası da gelmiyordu elimden zaten.
Çifte bir yaşam sürüyordum. Okulda, bir savaş dönemi estetikçisi ve kinik
olarak ufak çapta nam salmıştım. Ama askere gitmem gerekiyordu – Gelenek
ve Kendini Feda beni buna zorluyordu. Sonrasında üniversiteye gitmeyi
kafaya koymuştum, şansıma okul müdürü de arka çıktı. Orduda da bu çifte
yaşamımı sürdürmeye devam ettim, herkesin yanında midem bulanarak “Blazer”
Tuğgeneral Urfe’ün oğlu rolünü oynuyor, sonra bir köşeye çekilip bir
heyecan Penguin New Writing {4} dergileri ve küçük şiir kitapları
okuyordum. Yapabildiğim ilk anda kendimi terhis ettirdim. 1948’de Oxford’a
girdim. Magdalen’deki ikinci yılımda, annemleri pek az gördüğüm o uzun
tatilden hemen sonra babamın Hindistan’a gitmesi gerekti.
Beraberinde annemi de götürmüştü. Karaçi’nin kırk mil kadar doğusunda
fırtınaya yakalanan uçakları, bir alev topu halinde düştü. Ilǚ k şoku
atlattıktan neredeyse hemen sonra bir rahatlama ve özgürlük hissine
kapılmıştım. Kalan tek yakın akrabam, dayım, Rodezya’da tarımla uğraşırdı,
böylece gerçek kişiliğim olarak gördüğüm şeyi kısıtlayacak kimse
kalmıyordu aileden geriye. Hayırsız bir evlattım belki, ama o dönem
revaçta olan ilkeler konusunda pek sıkıydım.
En azından Magdalen’deki o bir grup tuhaf arkadaşın yanındayken
öyle olduğumu düşünürdüm. Les Homines Révokes {5} adında küçük bir kulüp
kurmuştuk, çok sert şeriler içer, toplantılarımıza giderken (kırkların
sonundaki o hırpani parkalıları protesto etmek adına) füme rengi takım
elbiseler giyip, siyah kravatlar takardık. Orada varlık ve hiçliği
tartışır, anlamsız birtakım davranışları “varoluşçu” olarak
adlandırırdık.
Daha az aydın olan tipler bunlara kaprisli veya açıkça bencil de
diyebilirdi; ama bizler okuduğumuz o Fransız varoluşçu romanlardaki
kahraman ya da antikahramanların gerçeğe uygun olmaları gerekmediğini akıl
edemezdik. Duyguların karmaşık biçimlerine ait metaforları açık davranış
modelleri sanarak, onları taklit etmeye çalışırdık. Derin ıstırapları
gerektiği gibi çekiyorduk. Çoğumuz, Oxford’un o ezeli ve ebedi züppeliğine
uygun olarak, yalnızca farklı görünmek istiyorduk. Kulübümüzde bunu
başarıyorduk işte. Pahalı alışkanlıklar ve yapmacık tavırlar edinmiştim.
Okuldaki derecem pek parlak değildi, ama birinci sınıf bir yanılsamaya
sahiptim: Ben bir şairdim.
Ne var ki hiçbir şey genel anlamda yaşamın sıkıcılığına ve özellikle de
geçim sağlamaya ilişkin çok bilmişliğimden daha az şiirsel olamazdı. Bütün
o kinizmin, yaşamla başa çıkamamayı, kısaca bir güçsüzlüğü maskelediğini
ve bütün çabaları küçümsemenin de hepsinden daha büyük bir çaba demek
olduğunu bilemeyecek kadar toydum. Odžte yandan, her daim işe yarayacak bir
şeyden, Oxford’un uygar hayata en büyük hediyesinden küçük bir doz
nasiplenmiştim ben de: Sokrates dürüstlüğü.
Kişinin geçmişine isyan etmesinin yeterli olmadığını böyle gıdım gıdım
öğretmişti bana bu. Bir gün arkadaşlarlayken orduya epey bir sayıp
sövdüydüm; sonradan odama döndüğümde birden fark ettim ki, o dokunulmaz
halimle bile merhum babamın yüreğine indirecek şeyler söylediğime göre
hâlâ onun etkisinden kurtulamamıştım ben. Doğru olan, doğuştan değil;
yalnızca isyankârlıktan kinik olduğumdu. Nefret ettiğim şeyden kurtulmuş,
ama sevdiğim yeri bulamamıştım ve böylece sevilecek hiçbir yer olmadığına
inandırmıştım kendimi.