Kuzey İskoçya Bahar 1207 “Ölüyorum.” Bu sözleri, kötü bir sonla
karşılaşmak yerine başka bir şey olmasını umuyormuş gibi karamsarlık ve
belki de şüphenin gölgesinde sarf etmişti. Alpin, içini kemiren üzüntüyü
belli etmeden, sakin bir tavırla bakıyordu ona. Bu adam, dünyaya gözünü
açtığında da Alpin’in kollarındaydı. Babasına, oğlunun harika bir lider
olacağından ve MacKendrick Klanı’nı huzur ve refah dolu günlerin
beklediğinden bahsetmişti. Pembemsi, avazı çıktığı kadar ağlayan bebeğe
bakarak, onun geleceğiyle ilgili parlak hikâyeler anlatırken, üzülerek,
çaresizce bu kasvetli anın gelip çatacağını biliyordu. on nefesini
verirken, Alpin, kendisinin bu değerli çocuk büyürken onun yanında
olacağını, ona göz kulak olacağını da biliyordu. “Zamanı geldi,” dedi
Alpin açık bir şekilde. Klan lideri, kendisini bu fikre alıştırmak için
bir süre düşündü. Koridordan, son anlarını cehenneme çeviren korku ve
keder çığlıkları yükseliyordu. Kalan son gücüyle öfkeli bir şekilde,
belinde sızlayan yarayı kavrayarak doğrulmaya çalıştı. “Ama gelmedi,” diye
itiraz etti Alpin’e, yanılmış olabileceğini göstermeye çalışarak.
“Roderic’e karşı olan savaşı sürdürmeliyim. Kara Kurt’un geldiğini görene
dek ölmeyeceğim. Onun yeni lider olduğundan emin olmam lazım.
Bu, sizin karar verebileceğiniz bir konu değil,” dedi Alpin sakin bir
ifadeyle. “Sadece Ariella onun liderlik için uygun olup olmadığına karar
verebilir. Bu karar yalnızca ona ait.” MacKendrick sert bir ifade takındı.
“Eğer yeni lider o ise, şimdiye kadar çoktan burada olması gerekirdi,”
dedi bir hışımla. “Hangi cehennemde kaldı?” Sesi, odayı inlettikten sonra,
acınası bir öksürük krizine dönüşüverdi. “Gelecek,” diye söz verdi Alpin
son anlarını yaşayan klan liderini tekrar yatağına yatırırken.
MacKendrick Klanı’ndan geliyorlarmış.” Malcolm kaşlarını çattı ve
‘MacKendrick’ kelimesini hatırlamak için hafif dumanlı zihnini şöyle bir
yokladı. Biraz sonra hatırlamıştı. “Tanrı aşkına! O klanın lideri inatçı
adan Hâlbuki daha önce gönderdiği elçilere teklifiyle ilgilenmediğimi
söylemiştim. Benden hâlâ ne istiyor ki?” diye söylendi. “Bilmiyorum,” dedi
Gavin omuz silkerek. “Eğer bu adamlardan kurtulmak istiyorsan dışarı çıkıp
onlarla konuşman gerekiyor.” “Tanrım!” diyerek yavaşça yattığı yerden
doğruldu Malcolm. Ağrı dayanılmaz bir hal almıştı artık. Ama en azından
dünkü, geçen haftaki ya da geçen seneki kadar acı vermiyordu. Ağrısız
geçen bir günü hatırlamak neredeyse imkânsız hale gelmişti. Gavin’in
peşinden giderken göz kamaştırıcı parlaklıktaki güneş ışınları her yanını
sarmıştı. Gözlerini kısarak istenmeyen ziyaretçilerine baktı.
Ziyaretçilerden ikisi boylu poslu, iri yarı adamlardı. Birisinin kapkara,
diğerininse omuzlarına kadar uzanan kahverengi saçları vardı.
“Gördüm. Kara Kurt gelecek.” “Emin misin?” diye sordu lider, tehditkâr
bir ses tonuyla. “Son anlarımda bana yalan söyleyerek içimi rahatlatmaya
çalışmıyorsun, değil mi?” “Gördüm,” diye yineledi Alpin, lideri temin
etmek için. “Gelecek.” Lider, ona inanmaktan başka çaresi olmadığının
bilinciyle, umutsuz bakışlarla, uzunca bir süre baktı Alpin’e. Hissettiği
gerçeklerin, Alpin’in karanlık gözlerine yansımasını da fark ettikten
sonra, gözlerini kapatabilirdi artık. “Kara Kurt gelene kadar Ariella’ya
göz kulak olacaksın,” dedi usulca. “O gelene dek Ariella’yı güvende tut.” Alpin, solgun ve kırışmış elini
liderinin alnına götürdü ve hiçbir şey söylemedi. Kontrol edemeyeceği ya
da öngöremediği konularda gereksiz yere güven vermek gibi bir huyu yoktu.
MacKendrick’in bunu anlayacağını biliyordu. Yine de, ölmek üzere olan bir
babaya, onu rahatlatacak birkaç çift sözü çok göremezdi. “Ona göz kulak
olacağım, MacKendrick,” diye söz verdi. “Kendi çocuğummuş gibi.” Bu
sözler, klan liderini rahatlatmaya yetmişti. “Çok iyi,” diye mırıldandı
kısık sesiyle. Klan lideri güçlükle nefes alarak ölümle savaşırken, Alpin
öylece izliyordu onu. Oysa ikisi de bunun, liderin kazanamayacağı bir
savaş olduğunu biliyorlardı. Verdiği son nefes kasılmış akciğerlerini
iyice zorlarken, gücünü tamamen yitirene dek hayata tutunmaya çalışarak,
Alpin’in elini sıkıca tuttu. Sonra, ruhu, ani bir iç çekişle terk etti
bedenini. Kayıp hissi ezip geçmişti Alpin’i. Tıpkı onca zamandır sevdiği
birileri yaşam savaşını kaybedip hastalığa yenik düştüğünde olduğu gibi
donuk ve bomboş bir duyguydu bu.
” Malcolm ışıktan sakınmak için ağrıyan kolunu gözüne siper ederek bitkin
bir ses tonuyla, “Onlara rahatsız olduğumu söyle,” dedi bıkkınlıkla.
“Söyledim zaten. Hatta eğer yardıma ihtiyaçları varsa Harold’ı bulmaları
gerektiğini de söyledim. Fakat adamlar MacFane Kalesi’ne giderek Harold’la
görüştüklerini ve kendisinin onları buraya gönderdiğini söylediler,” diye
cevap verdi Gavin. “Boşa zaman harcamışlar,” dedi Malcolm, kesin bir
ifadeyle. “Harold onları buraya göndermekten fazlasını yapabilirdi.” “Ama
onlar Harold’a Kara Kurt’u aradıklarını söylemişler.” Malcolm bir an için
tereddüt etti. Neden sonra, yüzünü ekşiterek homurdandı. “Kara Kurt öldü,”
dedi. Gavin’i kapı dışarı etmek için yüzünü duvara döndü. “Onlara böyle
söyle.” “Korkarım öyle olmadığını biliyorlar,” dedi Gavin. “Bana Kara
Kurt’la görüşmeden buradan gitmeyeceklerini söylediler. Oldukça kararlı
görünüyorlar.
Malcolm adamların iki metreden uzun olmadıklarını düşündü. Üçüncüsü;
kirden rengi seçilemeyen, birbirine girmiş saçları ve haftalardır
yıkamadığı her halinden belli olan yüzüyle delikanlılık çağında gibi
görünüyordu. İronik bir biçimde, onları görünüşlerine göre yargılayacak
konumda olmadığını fark etti. Her zaman olduğu gibi Gavin, verandada bira,
peynir ve ekmekten oluşan bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Malcolm
ziyaretçilerine aldırış etmeden bira şişesine uzandı. Bir yudum aldıktan
sonra ağzında çalkalayarak hızla yere tükürdü. Böylece kendine gelmiş
oluyordu. Sonra başını geriye doğru attı ve şişede ne varsa son damlasına
kadar kana kana içti. Islak ağzını koluyla sildi ve hiçbir şey olmamış
gibi kendisini şaşkınlık-tiksinti karışımı bir ifadeyle izleyen
ziyaretçilerine baktı. “Ne istiyorsunuz benden?” diye sordu kabaca. Şoku
ilk atlatan uzun boylu, kahverengi saçlı adamdı. “Adım Duncan MacKendrick.
Bu Andrew, bu da Rob,” dedi ters ters Malcolm’a bakan çocuğu göstererek.
Buraya ‘Kara Kurt’ lakaplı savaşçıyla konuşmak için geldik,” dedi ve
sustu. Karşılarında uzun adamın, aradıkları o güçlü savaşçı olduğundan
şüphe eder gibiydi.
Bir süre daha tuttu liderinin elini. Önünde yatan hırpalanmış, acıdan ve
ruhtan yoksun bedeni değil de kendi içini rahatlatmak için. Barbarlık ve
öfke duyguları hüküm sürüyordu benliğinde, ama hiçbir şey keder duvarını
aşamazdı. Nihayet, duyduğu keskin duman kokusu donmuş hislerini uyandırdı.
Odaklandığı düşüncelerden sıyırarak pencereye doğru sürükledi onu. Kalenin
ahşap yapısını yalayıp geçen kızıl-sarı alevleri ve avluyu izledi bir
süre. Erkekler ve kadınlar oradan oraya koşuşturuyor, can havliyle
çığlıklar atarak kovalar dolusu çamurlu su taşıyorlardı kuyudan. Alevlerin
üzerine az miktarda su dökebildiler, fakat bu acınası çabaları yangını
kontrol altına almaya yetmiyordu. Ağır bir duman tabakası, gökyüzüne doğru
yükselerek atmosferi siyah ve griye boyadı. Ardından kömür karası bir
sağanak şeklinde yere doğru süzülen, ateşin sıcaklığı üzerinde dans eden
kırılgan kül demetlerine buladı. “Ariella!” diye haykırdı Elizabeth,
cehennem yerine dönen ahşap yapıya bakınca, kalbi acıdan parçalanmıştı
sanki. “Ariella!” Ne olduğunu anlamaya çalışırken Alpin’in içini korku
sarmıştı. Roderic, Ariella’yı kaleye kilitlemiş, kalenin altını üstüne
getirip halka işkence ederken onu öylece izlemeye zorluyordu. Kale, artık
alevler içindeydi. Ariella içeride kilitli kalmıştı.
Kolu da ağrıyordu zaten. Bir zamanlar sahip olduğu gücün gölgesinde kalan
koluna ve güçsüzleşen kaslarına yayılan sancı, bildiği herhangi bir
savaşçı ve silah kadar zorlayıcıydı sanki. Tekrar uyku kalkanına sığınmayı
denedi. Uyurken kendisini bir bütün gibi hissedebiliyordu. “Uyan artık,
Malcolm,” dedi bir ses, sinir bozan neşesiyle. “Ziyaretçilerin var.”
Gözlerini aralama zahmetinde bile bulunmadan tüm hırçınlığıyla “Başını
gövdenden ayırmamı istemiyorsan defol buradan,” diye haykırdı Malcolm.
Dili, kuruyan ağzının içinde kaskatı kesilmişti. Gavin, soğukkanlı bir
şekilde pencere kenarına yaklaşarak sert kepengi açtı. Gün ışığı tüm
parlaklığıyla odaya dolarak dağınık ve kirli zemine çarptıktan sonra
Malcolm’un yüzüne yansıdı. “Lanet olsun!” diye bağırdı. Işığa karşı yüzünü
buruşturarak yanında duran boş sürahiyi kaptığı gibi Gavin’e fırlattı.
Gavin yana doğru hamle yapınca sürahi duvara çarparak paramparça oldu.
“Biliyorum, uyanman için çok erken bir vakit,” dedi. “Ama dışarıda seni
bulabilmek için günlerdir yollarda olduklarını ve acilen seninle
görüşmeleri gerektiğini söyleyen birileri var.
Hayır,” dedi Alpin öfke içinde başını iki yana sallarken. “Bu olamaz.
Olamaz.” Öldürücü alevlerin yarattığı etkiyle donakalmıştı. Alevlerin
kalenin üst kısımlarına ulaşmasını çaresizce izledi. Kalabalık, alevlerin
üzerine su dökmeye devam ediyordu, fakat çabalan yetersiz kalıyordu. Yine
de yüzleri dumandan kararıp, su taşımaktan bedenleri yorgun düşene ve
boğazları kuruyana dek mücadele etmeye devam ettiler. Sonunda, Ariella
için olan feryatları yerini donuk, acı veren bir sessizliğe bırakınca,
oldukları yerden kalenin yanmasını izlediler. Birinci Bölüm Her zaman
olduğu gibi ilk hissettiği şey acıydı. Kaşlarını çattı ve hızla çekilmeye
başlayan uyku denizinin derinliklerine dalmaya çalışarak yatağında
huzursuzca kıpırdandı. Uyurken, acıları bir koya demir atıyordu. Tamamen
ya da uzun bir süreliğine olmasa da bu, onun, puslu ve alkolle geçen zaman
dilimini gündüzün acı veren berraklığına tercih etmesine yetiyordu.
Amansız düşmanı olan acıya karşı verdiği uyku mücadelesini kaybetmişti
artık. Acı, hızla beline doğru yayıldı. Sol bacağında bilindik bir sızı
hissetti.