Translate

1 Mart 2022 Salı

Mickey Spillane – Caniler Uyumaz Kitabını PDF İndir

 


Adama mektubu verirken sırtımda hafif bir ürperme gezinmedi dersem yalan olur; çünkü dev gibiy vücudumun altında kayıyordu âdeta. Gözlerim ise açıktı. Sonra birden Renzo’nun kalkıp odada bir tur attığını, sonra da ağır adımlarla bana yaklaştığını gördüm. Niyetini anladığım halde aldırmadım. Ürpermedim bile. Renzo ayağını kaldırdı, onu geri geri çekti, sonra birden kaburgalarıma gömdü pabucunu. Bir ikinci, bir üçüncü, bir dördüncü tekme takip etti o ilkini. Her tekme kaburgalarımda yeni bir yara açıyor gibi geliyordu bana. Ama ne gariptir artık en hafif bir acı bile duymuyordum artık. Birden az evvel kolanını tutan adam konuştu 

— «Delikanlı bayıldı, Şef. Ağzından hırıltı bile çıkmıyor artık. Bu kadar acıya katlanır mıydı bir şey bilseydi?» 

— «Ben onu konuşturmayı bilirim. Bülbül gibi ötecek.» 

— «Bu delikanlıdan bize hayır yok, Şef. Tanımadığı biri çıkıp vermiş olmalı o mektubu ona.

Herhalde onu bu adrese getirmesi için de avucuna birkaç kuruş sıkıştırmıştır. Delikanlıya künyesini sayıp dökecek değildi ya. Bu da parayı görünce eyvallah demiştir. Bana kalsa herifin yüzüne değil, uçlandığı paraya bakmıştır.»

 Renzo ayni sesle bir kere daha kükredi 

— «Senin kafan lüzumundan fazla işlemeye başladı.» 

— «Kafamı işleteyim diye para vermiyor musun bana, Şef?» 

— «Öyleyse kafanı istediğim gibi işlet. Öyle zorlu bir herif rastgele önüne çıkan birine böyle bir mektubu teslim eder mi? Etmez. Tanımadığı birine dünyada etmez. Yoksa adamın papeli cebine attıktan sonra mektubu da bir çüp tenekesine tıkacağını çok iyi bilir. Yok, yok, herif bu genci muhakkak tanıyor…» 

— «Ama, Şef, belki de bu genç namuslu bir oğlandı. Belki de parayı aldıktan sonra verilen mektubu söylenilen adrese götürmeyi vazife bildi.» 

— «Olmaz öyle şey! Ya bu genç mektubu göndereni tanıyordu. Ya da mektubu gönderen onu. Herif yolladığı mektubun istediği şahsın eline geçeceğinden emin olmasaydı onu babasına bile teslim etmezdi.» 

Bir çift mizana direği gibi önümde yükselen kalın, adaleli bacaklar ağır ağır uzaklaştı, sonra Renzo ilerideki masaya yaslandı.

Sonra öbür tarafa döndü Goril. 

— «Sen okudun mu bu mektubu?» dedi. 

— «Hayır.» 

— «Okuyayım da dinle. 

«Cooley öldü. Şimdi sıra sende. Yakında seninle görüşmeye geleceğim. Senin de leşini sereceğim.» Renzo’nun sesi hafifleyerek bir mırıltı halini aldı; purosunun dumanını sinirli sinirli çekti. 

«Mektubun altında da bir tek isim var,» dedi. 

«Vetter.» Odaya derin bir sessizlik çökmüştü şimdi. Bir ölüm sessizliği. Ne Renzo, ne de öteki konuşuyorlardı, ama içlerinden geçenleri duyar gibiydim. Vetter’in adı geçer geçmez ikisi de ürperir gibi oklulardı.

Hissetmiştim bunu. Öteki fısıldar gibi konuştu: 

— «Demek bu it Vetter’in adamı? Öyle mi yani, Şef?» 

— «Olsa ne çıkar, olmasa ne çıkar? Vetter denilen hergele bu taraflara sokulmaya kalkarsa ilk gördüğüm yerde gebertirim, iti. Vetter! Vetter! Nereye gitsek hep o köpeğin bahsi geçiyor. Ondan başka silâh kullanmayı bilen yok sanki bu şehirde.» 

— «Şef, yine de ihtiyatlı ol, olmayacak bir adım atayım deme. O herifle zıt gitmeye kalkışma. Tekin değildir Vetter. Bir sürü insanın kanma girdi bugüne kadar. Herifin elinden silâh düşmüyor. Vetter…» Renzo onun lâfını kesti,’ sonra onun yarıda kalan cümlesini kendi tamamladı 

— «…benden farklı bir adam mıdır yani? Benden zeki mi? Zorlu mu benden? Bunları diyeceksin, değil mi? Hepinizin gözünü korkutmuş bu Vetter keratası anlaşılan.» 

— «Bana inanmıyorsan etrafa da sorabilirsin. Şef. Vetter’i herkes biliyor. Şöhretini duymayan kalmadı. Azrailden bile korkusu yok herifin.

Kendisine yan baktın diye bile kalkıp adamı kurşunlayabilir.» 

— «Kendi çöplüğünde ötebilir belki. Ama burada değil. Johnny. Ben buradayken ona nefes aldırmam. Benim şehrim bu şehir. Benim semtim bu semt. Ben ne dersem o olur burada. Yalnız benim sözüm geçer burada. Kanun benim, Johnny. Onun için Vetter’in aklı varsa bu tarafın çöplüklerinde ötmeye kalkışmaz. Yoksa Cooley’in başına gelenler onun da başına gelecek.» 

Renzo bir müddet sessiz sessiz purosundan birkaç nefes çekti. Purosunun dumanı yeniden yattığım yerde genzimi yakmaya başlamıştı. Renzo şimdi böbürleniyordu 

— «Bana silâh çekmeye kalkışanın sonu ölümdür.

Bana karşı gelenlerin hepsi öldü, Johnny. Cooley kendi kumarhanelerimde ‘bana kaşkariko oynamaya kalkıştı. Ama bir gün o oyunun da sonu göründü. Çok çabuk bitiririm ben böyle oyunları. Yakında polisler Vetter’in de dosyasını kapatacaklar. Çünkü onun da işini bitireceğim.» 

Johnny heyecandan ürpermeye başlamıştı. «Onu haklamaya mı niyetlisin, Şef?» diye sordu korkarak. 

— «Ne sanıyordun yoksa?» 

— «Nasıl dersen öyle olsun, Şef. Bu haberi derhal bizimkilere yayayım . Vetter’i n ne biçim bir insan olduğunu bilen, tanıyan çıkacak herhalde. Eşkâlini öğrenin ce de onu arar bulurum. Ben bulurum, sen de zımbalarsın. Bir an sözlerine ara verdi, sonra «Peki, bu delikanlıya ne yapacağız?» diye sordu. 

— «Bizi Vetter’e o götürecek, Johnny.

Miguel De Cervantes – Don Kişot (Antik) Kitabını PDF İndir

 


Miguel de Cervantes Saavedra, baba tarafından Endülüslü, anne tarafındansa Yenikastilyalı bir ailenin çocuğudur. 1547’de, üniversite şehri Alacala de Henares’de dünyaya gelir. Çok küçük yaşlardan itibaren şiire ve oyunculuğa ilgi duyduğunu, “Parnas’a Yolculuk” adlı manzum eserinde bizzat anlatır. 1568 yılı Cervantes’in hayatında bir dönüm noktası olur. Bir düelloda karşısındaki kişiyi yaralar. Olay mahkemeye intikal eder. Bunun üzerine Miguel, hemen Madrid’i terk eder. Mahkeme, düellocunun sağ elinin bilekten kesilmesine ve on yıl için İspanya Krallığı’nın sınırları dışına sürülmesine karar verir. Karardan sonra Miguel İtalya’ya kaçar. 1570’de, Napoli’de bulunan Üçüncü İspanyol Alayına silahşör olarak kabul edilir. Cervantes, o dönemde kalemi bırakıp kılıcı alır eline… 1575’te Arnavut asıllı bir korsana esir düşer ve beş yıl boyunca esir olarak yaşar. Tam dört kere firar eder fakat kaçmayı başaramaz. 15 Eylül 1580’de, bir rahip Miguel için istenen fidyeyi öder ve yazar kurtulur.1580’de Madrid’e dönen Cervantes bir süre sonra sahne eserleri yazmaya başlar. Bu eserlerden bugüne yalnızca “El Trato de Argel “ ve “La Numanica” ulaşır.

Ardından ilk romanı “La Galatea”yı tamamlar. 1584 yılında evlenip La Manoha’ya taşınan Cervantes bundan böyle adının sonuna bir de “Saavedra” ekleyerek Miguel de Cervantes Saavedra diye imza atmaya başlar. 1595, Cervantes’in bir şiir yarışmasına katılıp birinci olduğu yıldır. Tarihler 1597’yi gösterdiğinde ise zimmetine para geçirdiği ve başka yolsuzluklara karıştığı iddiasıyla tutuklanıp Sevilla Kraliyet hapishanesine konulur. Burada “Don Kişot” u yazmaya başlar. Eseri 1604 yılında bitirir. Ertesi yıl, “Keskin Zekalı Mançalı Don Kişot” yayınlanır. Roman, daha yayınlandığı andan itibaren yok satar. Şeker hastası olan Cervantes, 22 Nisan‘da hayata gözlerini yumar. Cervantes’in kısa yaşam öyküsünü başyapıtı “Don Kişot” için söylenmiş bir sözle bitirelim: “İnsan, hayatında üç kez Don Kişot’u okumalıdır. Kahkahanın kolayca dudaklara fırlayıp duyguları harekete geçireceği gençlikte, mantığın hâkim olmaya başladığı orta yaşta ve her şeye felsefe açısından bakıldığı ihtiyarlıkta.” Gibraleon Markisi, Benalcazar ve Banares Kontu, Alcocer Viskontu, Capilla, Curiel ve Burguillos Kentlerinin Efendisi BEJAR DÜKÜ’NE Saygıdeğer Velinimetim, Sizin, hem halka hem de soylulara hizmet eden eserleri koruyan bir bey olduğunuzu biliyorum. İddiasız kitapların sahiplerini dahi lütfunuzdan mahrum bırakmadığınıza güvenerek, “Becerikli Şövalye Mançalı Don Kişot’un Maceraları” adlı emeğimi size ithaf ediyorum. Eğer onu himayenize alır, yayınlanmasını sağlayacak olursanız; bu iyiliğinizi ömür boyu unutmayacağım. Kitabımın, bilgili yazarların elinden çıkmış eserlerin inceliğinden ve edebî süslerden mahrum olduğunu biliyorum.

Ancak bilgisizliklerine bakmadan, başkalarının eserlerini küçük gören, kaba kuvvetlerin saldırısını hak edecek basitlikte de değildir. Onu güçlü kanatlarınız altına aldığınız takdirde, bu kaba kuvvetler Mançalı Don Kişot’u ezemeyeceklerdir. Soylu birinin emrinde çalışmadığım ve soyluların meclisinde bulunmadığım için, size tam olarak nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum. Eğer bilseydim, inanın o sözlerin en güzelleri ile sizi yüceltmek isterdim. Fakir bir yazarın, sizin gibi soylu birine ömrünün tek semeresi olan eserinden ve iyi niyetlerinden başka verecek nesi olabilir? Lütufkârlığınıza sığınır, saygılarımı sunarım benim efendim. Miguel de Cervantes Saavedra. Bir yazar için, öyle zannediyorum ki, kitabın en zor bölümü “önsöz”ü olsa gerektir. Zira kitabı kolayca yazıp bitirdiğim halde, önsöz için ne söyleyeceğimi bilememenin aczi içerisindeyim. Parlak cümleler bulup tumturaklı sözler sarfedemediğime göre, hissiyatımı size açmayı daha uygun görüyorum… Yemin etme basitliğini göstermeden şuna inanmanızı istiyorum: Zihnimin çocuğu olan şu eser , şimdiye kadar yazılmışların en güzeli olsun istedim. Diyeceksiniz ki: Hangi baba, kendi çocuğunun en güzel ve en zeki olmasını istemez! Çok haklısınız… Ancak, şurası da bir gerçek: Tanrı’nın hakkımızda takdir ettiği bir şeyi kimsenin değiştirmeye gücü yetmez. Payımıza düşene razı olmak zorundayız. Buna rağmen babalık sevgisi göze perde çeker, çocuktaki kusurları görmesine engel olur. Baba, çocuktaki kusurları birer meziyet gibi anlatır ve onunla övünür. Pek tabii olarak, ben de bu kaidenin dışına çıkamadım. Çocuklar arasında benim çocuğumun en güzeli olduğuna inanıyorum… Fakat ey sevgili okuyucum, sen baba olmadığın için dilediğin tenkidi yapmakta serbestsin! Bu yüzden kimse seni cezalandıramaz.

Kendi evindesin ve oranın kralı sensin. Eski bir filozofun dediği gibi: “Cübbemin altında, kralı bile öldürebilirim…” Kitabımı okurken, aklına ne gelirse söyleyebilirsin. Kötü söylersen, inan sana darılmam. İyi söylersen de kimseden mükâfat alacak değilsin. Seni böylesine meşhur bir şövalye ile tanıştırdığım için övünecek de değilim. Ancak, aynı şeyi Sanço Panza için söyleyemem… Bu saf ve iyi yürekli seyis ile tanıştığın için çok şanslısın. Onda sadakatin ve dürüstlüğün bütün özelliklerini görecek; dünya üzerinde böyle insanların azaldığına üzüleceksin. Sevgili okuyucum, Tanrı sana vücut ve akıl sağlığı versin, bu arada beni de unutmasın. Cervantes MANÇALI DON KİŞOT Mança ilinin küçük bir köyünde, soylu bir bey yaşıyordu. Bir rivayete göre adı Kesada, diğer bir rivayete göre de Alanso idi… Pek zengin sayılmazdı ama babasından kalan mirası, har vurup harman savurmadığı takdirde, ömrünün sonuna kadar yeterdi. Gösterişi ve lüks yaşamayı sevmezdi. Şatosunda ellisini çoktan geçmiş emektar bir kahya kadın, her işe koşturan bir uşak ve evde kalmış şapşal bir kız yeğen vardı. Aynı tencereden hem ev halkı hem de kendisi yerdi. Ev halkı dediğimiz de işte topu topu yukarıda saydığımız üç kişi idi. Diğer soylular gibi, burnundan kıl aldırmayan cinsten değildi.

Köyün fakirlerine yardım eder, kapıya geleni geri çevirmezdi. Ahırında cılız bir atı, silahlığında dededen kalma kılıcı, mızrağı, kalkanı ve çengelleri yer yer dökülmüş bir zırhı vardı. Kapısında da sıradan bir av köpeği duruyordu. Boş zamanlarını ava çıkarak, dostlarıyla sohbet ederek veya şövalye romanları okuyarak geçirirdi. Zamanla avdan hoşlanmaz oldu. Şövalye romanlarına daha çok vakit ayırdı. Ziyaretine gelen dostlarına okuduğu roman kahramanlarının maceralarını anlata anlata onları bezdirirdi. Papaz Efendi, Berber Nikolas’a dert yanıyordu: – Azizim, bizim bey, şu kahrolası şövalye romanlarına merak saralı tuhaflaştı. Sohbeti de artık çekilmez oldu. – Haklısın muhterem Peder! Ben kral olsaydım, şövalye romanı yazanların hepsini ipe çektirirdim. Senyör Kesada, her ay şehre iniyor; çantalar dolusu kitap satın alıyordu. Öyle bir gün geldi ki, odasının her tarafı kitaplarla doldu. Okurken rahatsız edilmekten hoşlanmıyor, ziyaretine gelen dostlarını bile kabul etmiyordu. Roman kahramanları, onun nazarında dünyanın en büyük insanlarıydı. Nerede bir mazlumun iniltisi varsa orada bitiyorlar, zalimlerin tepesine demir yumruk gibi iniyorlardı.

Ne yazık ki, analar artık böyle yiğitler doğuramaz olmuşlardı… Meydanı boş bulan kötü insanlar, zayıfları alabildiğince eziyor; adaleti temsil etmekle görevli hakimler, zenginlerin ve güçlülerin tarafını tutuyorlardı. Eğer, kendisini insanlığın hizmetine adamış, yiğit bir şövalye çıkmazsa; durum daha da kötüye gideceğe benziyordu. Bunları düşünürken, birden kafasında şimşekler çaktı: “Soylu bir geçmişim, korkusuz bir yüreğim, adaleti temsile yeterli bir aklım var! Neden bu yiğit şövalye ben olmayayım? Zalimlere haddini bildirmekten, zayıfların imdadına koşmaktan beni alıkoyan nedir?” Gelmiş geçmiş bütün şövalyelerin ruhunu sevince boğacak bu fikirler, bizim soylu beye öyle parlak geldi ki; kendisini tutamayıp haykırdı: – Titreyin ey zalimler! Sevinin bütün ezilenler! Düzeni bozulmuş şu dünyaya, “Mutlu Çağ”ı getirecek olan yiğit bir şövalye doğuyor! Soylu bey, kararını vermişti. Bu günden tezi yok hazırlıklara başlayacaktı. Kimseye sezdirmeden dededen kalma silahları odasına taşıdı. Onları silip parlattı. Sonra ahıra indi; atını gözden geçirdi. Bu iskeleti çıkmış, uyuz beygir, ona meşhur şövalye Amadis’in küheylanı kadar yiğit göründü. İskender’in atı bile yanında yaya kalırdı… Osmanlı Sultanı onu görse, sahip olmak için kim bilir kaç kese altını gözden çıkarırdı. Böyle soylu bir atın, herkesin dilinde dolaşan, güzel bir adı olmalıydı. Bütün isimler üzerinde uzun uzun düşündü. Kimini kısalttı, kimini değiştirdi. Nihayet, “Rosinenta” adında karar kıldı. Atına soylu bir isim bulduktan sonra sıra kendisine gelmişti. Sekiz gününü uzun bir liste hazırlamakla geçirdi.

Hemen hemen hepsinin başına doğduğu ilin adını koymuştu. Çünkü bu bir şövalyelik geleneği idi… Onuncu günün akşamı şu isim ona en güzeli gibi göründü: “Mançalı Şövalye Don Kişot”. Bir kaç defa tekrarladıktan sonra kulağa da hoş geldiğine karar verdi. Evet, evet… Bu, dostları sevindirecek; düşmanları korkutacak bir isimdi. Geriye, aşık olacağı bir sevgili bulmak kalmıştı. Okuduğu şövalye romanlarında sevgilisi olmayan kahraman yoktu. Gerçeği söylemek gerekirse, bizim soylu bey veya yeni adı ile Mançalı Şövalye Don Kişot zaten aşıktı. Gençliğinde güzel bir köylü kızını sevmiş, ancak karşılık bulamadığı için, aşkını herkesten gizlemişti. Kızın adı, Aldonza Lorenzo idi. Fakat bu, soylu hanımlara veya prenslere yakışacak bir isim değildi. Atına ve kendisine isim bulmak için iki hafta kafa yorduğuna bakılırsa; sevgilisine de bir kaç gün ayıracak demekti. Ancak hiç de öyle olmadı. Roman kahramanlarından biri, öte dünyadan, ona şu ismi fısıldadı: “Toboso’lu Dulsinea!”.

21 Şubat 2022 Pazartesi

Ellery Queen – Y’nin Esrarı Kitabını PDF İndir

 


SOĞUK BİR ŞUBAT GÜNÜ küçük bir balıkçı gemisi kurşuni dalgalarla boğuşa boğuşa New York limanına giriyordu. Ambarda pek az balık vardı. Pis güverte karmakarışıktı. Bir şişe elden ele dolaşıyor, ıslak muşambaları içinde titriyen balıkçılar kaptana, denize ve karanlık semaya küfredip duruyorlardı. Küpeşteye dayanmış olan iriyarı bir gemici somurtkan bir tavırla köpüklü dalgaları seyrederken birdenbire irkildi. 

Tuzlu sudan ve soğuktan kızarmış olan çehresinin rengi uçtu. Gözleri yerinden uğrıyacakmış gibi açıldı. Eliyle ileriyi işaret ederek haykırmaya başladı. Tayfalar telâşla o tarafa doğru döndüler. Evet, ilerilerde siyah, uzunca bir cisim yüzüyordu. Bir insandı bu… Ölmüş bir insan!… Tayfalar sağa sola koşuşmaya başladılar. 

— “Alabanda iskele!” 

Dümenci küfrederek yana doğru yaslandı. Küçük balıkçı gemisi çatırdıyarak iskele tarafına döndü ve ağır ağır cesede doğru ilerledi. Neşeleri yerine gelivermiş olan tayfalar ellerindeki kancalarla denize doğru sarktılar. Bu acayip balığı yakalamaya çalışıyorlardı.

On beş dakika sonra kirli güvertede, pis kokulu bir su birikintisi içinde hareketsiz, şekilsiz, etleri parçalanmış bir adam yatıyordu. Cesedin halinden zavallının denizin derinliklerinde uzun müddet sürüklenmiş olduğu da belliydi…

 Tayfalar susmuşlardı artık. Elleri bellerinde sessiz sedasız duruyorlardı. Hiçbiri de cesede dokunmak cesaretini göstermiyordu… İşte York Hatter son yolculuğuna böyle çıktı. Balık ve yosun kokuları arasında,. Müfettiş Thumm, otopsi masasının üzerine eğilmiş olan Adlı Tabip Shilling’e, “E, Doktor?” dedi. Dr. Shilling hiç sesini çıkarmadan köşedeki musluğa gitti.

Ellerini yıkadı, dezenfekte etti. kuruladı ve sonra cebinden bir kürdan çıkararak dişlerini karıştırmava başladı. Müfettiş Thumm tekrar sordu. “E, Doktor?” Dr. Shilling fildişi kürdanım cebine yerleştirerek, “Basit bir mesele bu, Thumm,” diye cevap verdi. “Adam suya düşer düşmez ölmüş. Ciğerlerinin halinden bu kolayca anlaşılıyor.

Yani suya düşer düşmez hemen boğulmuş mu?” — “Hayır… Adam boğularak ölmemiş. Zehirlenmiş.” Cinayet Masasının en faal ve zeki müfettişlerinden olan Thumm bir an kaşlarını çatarak masada yatan cesede şöyle bir baktı. “Demek ki adam bir cinayete kurban gitti, Doktor. O halde biz yanıldık. BİRİNCİ KISIM Cebindeki kâğıdı da oraya katil koydu her halde

10 Şubat 2022 Perşembe

Eoin Colfer – Artemis Fowl 2 Kuzey Kutbu Macerası Kitabını PDF İndir

 


Kitap Adı: Artemis Fowl 2 - Kuzey Kutbu Macerası

Kitap Yazarı: Eoin Colfer

Çevirmen: Aylin Yengin*

Yayınevi: Artemis

Sayfa Sayısı: 293 sayfa*

Basım Yılı: 2003*

Tarayan: Bilinmiyor

Düzenleyen: FK Kitaplığı

*Bilgiler d&r’dan alınmıştır.

Artemis Fowl:

Psikolojik Bir Değerlendirme

Gençlik Yıllarının bir Özeti

Kahramanımız Artemis Fowl on üç yaşına geldiğinde Wolfang Amadeus Mozart’tan bu

yana hiçbir insanda görülmemiş zekâ belirtileri gösteriyordu. Artemis çevrim-içi bir

turnuvada Avrupa satranç şampiyonu Evan Kashoggi’yi yenmiş, yirmi yediden fazla icadın

patentini almış ve Dublin’in yeni opera salonunun mimari projesini çizme yarışmasını

kazanmıştı. Ayrıca Isǚ viçre banka hesaplarındaki milyonlarca doları kendi hesabına aktaracak

bir bilgisayar programı yazmış, bir düzineden fazla Empresyonist tablonun sahtesini yapmış

ve Peri Halkını dolandırarak, altınlarının büyük bir bölümüne el koymuştu.

Burada sorulması gereken soru, nedendi? Artemis’i suç işlemeye iten sebep neydi? Cevabı

babasında gizliydi.

Baba Artemis Fowl, Dublin tersanelerinden Tokyo’nun arka sokaklarına uzanan bir suç

imparatorluğunun başını çekiyordu ama en büyük tutkusu kendini yasal bir iş adamıymış gibi

göstermekti. Bir kargo gemisi satın alarak, onu 250.000 teneke kola ile yüklemiş ve önündeki

onlarca yıl boyunca kâr etmeyi hedeϐlediği bir iş için Kuzey Rusya’da Murmansk’a

göndermişti.

Ne yazık ki Rus Mafyası Irǚ landalı zengin bir işadamının pazarlarından kâr etmesini

istememiş ve Fowl Star gemisini Kola Körfezinde batırmışlardı. Birinci Artemis Fowl’un

kaybolduğu bildirilmişti, öldüğü tahmin ediliyordu.

Küçük Artemis sınırlı bir parayla imparatorluğun başındaydı. Aile servetini yeniden

canlandırmak için iki yıldan kısa sürede kendisine on beş milyon sterlin kazandıracak

yasadışı bir işe girişmişti.

Bu engin servetin büyük bir bölümü Rusya’ya yapılan kurtarma operasyonlarına

harcanıyordu. Her geçen gün bunu biraz daha fazla doğrulasa da Artemis babasının

kaybolduğuna bir türlü inanmak istemiyordu.

Artemis yaşıtlarıyla görüşmekten kaçınır, okula gitmek yerine zamanını yeni entrikalar

planlayarak geçirmeyi yeğledi.

Bu yüzden on üç yaşındayken bir goblin isyanına karışması sarsıcı, korkutucu ve

tehlikeliymiş gibi görünse de hiç kuşkusuz başına gelebileceklerin en iyisiydi. En azından

böylece dışarıda biraz zaman geçirmiş ve birkaç yeni insanla tanışabilmişti.

Ne yazık ki içlerinden birçoğu onu öldürmeye çalışmıştı.

Bu rapor LEP Akademisi dosyalarından alınarak, Doktor J. Argon ve B. Psych tarafından

derlenmiştir.

ÖNSÖZ

MURMANSK, KUZEY RUSYA, İKİ YIL ÖNCE

Ikǚ i Rus alev alev yanan bir varilin önünde birbirlerine sokulmuş, Kuzey Kutbunun

soğuğundan boş yere korunmaya çalışıyorlardı. Kola Körfezi eylülden sonra bulunmak

isteyeceğiniz bir yer değildi, özellikle de Murmansk. Murmansk’ta kutup ayıları bile atkı

takarlardı. Hiçbir yer buradan daha soğuk değildi, belki de yalnızca Noril’sk dışında.

Bunlar Mafya’nın tekikçileriydi ve gecelerini çalıntı BMW’lerin içinde geçirmeye alışıktılar.

Içǚ lerinden daha iri yarı olan Mikhael Vassikin kürk paltosunun kolunun altından sahte

Rolex’ine baktı.

“Bu şey donabilirdi,” dedi saatinin kenarına yavaşça vurarak. “Sonra onu ne yaparım ben?”

“Söylenmeyi bırak,” dedi adı Kamar olan. “Zaten, senin yüzünden dışarıda kaldık.”

Vassikin duraksadı. “Efendim?”

“Verilen emir çok basitti: Fowl Star’ı batır. Tek yapman gereken kargo bölümünü havaya

uçurmaktı. Tanrı bilir ki o yeterince büyük bir gemiydi. Kargo bölümünü havaya uçur, batsın.

Ama yok, büyük Vassikin ne yaptı, gitti gemiyi kıçından vurdu. Hem de işi bitirmek için yedek

bir roketi bile olmadan. Bu yüzden şimdi hayatta kalan var mı diye araştırmalıyız.”

“Sonuçta battı, değil mi?”

Kamar omuz silkti. “Ne olmuş yani? Çok yavaş battı, bir sürü yolcunun bir şeylere

tutunacak zamanı oldu. Ünlü keskin nişancı, Vassikin! Büyük annem bile daha iyi atış yapardı.”

Mafya’nın rıhtımın üzerinde duran adamı, Lyubkhin tartışma tam bir ağız dalaşına

dönüşmeden, onların yanma yaklaştı.

“Nasıl gidiyor?” diye sordu ayıyı andıran Yakut.

Vassikin iskelenin duvarına tükürdü. “Nasıl gitsin? Bir şey buldun mu?”

“Birkaç ölü balıkla, kırık sandıklar,” dedi Yakut, tetikçilere içinden dumanlar tüten birer

ϐincan uzatarak. “Canlı bir şey yok. Sekiz saatten fazla oldu. Green Burnuna kadar her yeri

araştıran sağlam adamlarım var.”

Kamar içecekten bir yudum aldı, sonra midesi bulanarak ağzındakini tükürdü. “Bu da ne

böyle? Zift mi?”

Lyubkhin güldü. “Sıcak Kola. Fowl Star’dan. Sandıklar dolusu kıyıya vuruyor. Bu gece

gerçekten de Kola Körfezindeyiz.”

“Seni uyarıyorum,” dedi Vassikin, içeceği karların üzerine dökerek. “Bu hava sinirlerimi

bozuyor. Bu yüzden kötüşakalarına bir son ver. Zaten Kamar’ı dinlemek zorunda kalmak bana

yetiyor.”

“Uzun sürmeyecek,” diye mırıldandı ortağı. “Son bir tarama daha ve araştırmayı

bitiriyoruz. Bu sularda hiçbir şey sekiz saat dayanamaz.”

Vassikin boş ϐincanını uzattı “Daha sert bir şeyin yok mu? Soğuktan korunmak için bir

duble votka falan? Her zaman bir yerlerde bir cep şişesi bulundurduğunu biliyorum.”

Lyubkhin pantolonunun cebine uzandı ama kemerindeki telsiz parazit yapınca durdu. Udžç

28 Aralık 2021 Salı

Margaret Weis & Tracy Hickman – Ejderha Mızrağı Destanı #1 Güz Alacakaranlığın Ejderhaları Kitabını PDF İndir

 


Fantastik kurgu türü, 20. Yüzyılda ortaya çıkan ve en az bilim kurgu kadar ses getirmiş bir edebi akımdır. Köklerini İskandinav ve Orta Avrupa mitolojisinden alan bu türün yaratıcısı, hiç kuşkusuz J.R.R. Tolkien’dır. Ülkemizde de kısa bir süre önce yayınlanan “Yüzüklerin Efendisi” ile Tolkien, okuyuculara yepyeni evrenlerin kapılarını açtı. Yüzüklerin Efendisi’nden sonra yüzlerce kitap yazıldı fantastik kurgu türünde. Ejderhamızrağı da bu türün en önemli eserlerinden biridir. Yayınlandığı her ülkede en çok satan kitaplar listesine giren bu seri, bizce ülkemizde de hakettiği ilgiyi görecektir. Arkabahçe Yayıncılık olarak, Türk okuruna fantastik kurgu türünün en seçkin yapıtlarını sunmak için yola çıktık. Henüz yolun çok başındayız. Fantastik Kurgu romanların yanı sıra her yaştan, her kesimden hayal gücü geniş insanlara hitap edecek Fantastik Rol Yapma oyunlarıyla da karşınızda olacağız. Ejderhamızrağı, ülkemizde henüz emekleme sürecinde olan fantastik kurgu türünün en seçkin örneklerinden. Yayınlandığı tüm ülkelerde defalarca basılan ve New York Times başta olmak üzere pek çok yerde en çok satan kitaplar listesine giren Ejderhamızrağı serisi, fantastik kurguya başlamak için belki de en iyi eser.

Bu kitap, hem çok tempolu bir macera, hem de aşkın, dostluğun, ihtirasın ve kahramanlığın bir öyküsü. İyi ve kötünün savaşında kahramanlar hem kendilerini hem de birbirlerini tanıyacaklar. Ejderhamızrağı’nın, sizler için yeni dünyalara geçitler açması dileğiyle… Tika Waylan şöyle bir içini geçirip, tutulmuş kaslarını rahatlatmak için omuzlarını kasarak sırtını doğrulttu. Sabunlu paçavrayı kovaya fırlatarak boş odaya göz gezdirdi. Eski hanı ayakta tutmak gün geçtikçe zorlaşıyordu Tahtaların ılık cilalarına bol miktarda sevgi yedirilmişti ama sevgi ile mumyağı, dikkatle kullanılmış masalardaki çatlakları ve yarıkları gizleyemiyor; müşterilerin orada burada ortaya çıkan kıymıkların üzerine oturmasını engelleyemiyordu. Son Yuva Hanı, kızın methini duyduğu Liman’daki bazı hanlar gibi süslü falan değildi. Rahattı. Hanın içine inşa edildiği canlı ağaç yaşlı kollarını sevgiyle sarmıştı hana; öte yandan duvarları ve sabit eşyası ağacın dalları arasına o kadar büyük bir özenle oturmuştu ki, doğanın işi bıraktığı, insanın başladığı yeri ayırt etmek çok zordu. İçki tezgahı, onu destekleyen canlı tahta etrafında cilalı bir dalga gibi yükselip alçalıyordu. Pencerelerdeki renkli camlar odanın içine insanı kucaklayan canlı parıltılar saçıyordu. Öğle vakti yaklaştıkça gölgeler küçülmeye başladı. Son Yuva hanı biraz sonra açılacaktı. Tika etrafına bakarak memnuniyetle gülümsedi. Masalar temizlenmiş, cilalanmış, bir tek yerleri süpürse yeterdi. Ağır ahşap sıraları yana sürüklemeye başlamıştı ki Otik mis kokulu buharlar içinde mutfaktan belirdi.

“Canlı bir gün daha olacağa benziyor -hem iş, hem de hava açısından- dedi iri bedenini içki tezgahının arkasına sıkıştırarak. Neşe içinde ıslık çalıp içki kupalarını dizmeye başladı. “Ben işlerin daha sakin, havanın daha sıcak olmasını tercih ederim,” dedi Tika, bir sırayı kuvvetle çekerek. “Dün bütün gün ayaklarım koptu, karşılığında birazcık teşekkür aldım, bahşiş ondan da azdı. Öyle can sıkıcı bir kalabalık ki! Herkesin sinirleri gergin, en ufak seste sıçrıyor dün elımden bir maşrapa düştü ve -yemin ederim- Retark kılıcını çekti!” “Püf” diye homurdandı Otik. “Retark bir Solace Yüce Arayanlar Muhafızı. Onların sinirleri hep gergindir Sen de Hederick için çalışsaydın, o fanat…” “Dikkatli ol” dîye uyardı Tika Otik omuzlarını silkti. “Eğer Yüce Teokrat uçmasını öğrenemediyse, bizi dinleyebilmesi mümkün değil. O daha beni duyamadan ben onun merdivenlerdeki ayak seslerini duyarım.” Yine de Tika, Otik’in konuşmasına devam ederken sesini alçalttığını farketti. “Solace sakinleri daha fazla tahammül edemeyecekler; bak bu sözümü yabana atma. İnsanlar ortadan kayboluyor ve kimbilir nerelere götürülüyorlar. Hüzünlü zamanlar bunlar.” Başını salladı. Sonra neşesi yerine geldi.

“Ama işler için iyi.” “Bizi kapatana kadar,” dedi Tika ümitsizce. Süpürgeyi kaparak hararetle süpürmeye başladı. “Teokratlar bile midelerini doldurup boğazlarındaki pası temizlemek isterler,” Otik kıkır kıkır güldü. “Gece gündüz demeden insanlara Yeni Tanrılar hakkında nutuk çekmek insanı susatan bir iş olsa gerek – her gece buraya geliyor.” Tika süpürmeyi bırakarak içki tezgahına dayandı. “Otik,” dedi ciddi ciddi, sesi hafiflemişti. “Başka söylentiler de var – savaş söylentileri. Kuzeyde toplanan ordular. Sonra kasabada, şu yabancı, kukuletalı adamlar var. Yüksek Teokrat ile birlikte dolanıp sorular soruyorlar.” Otik on dokuz yaşındaki kıza şefkatle baktı, uzandı ve yanağını okşadı. Kendi babası gizemli bir şekilde ortadan kaybolduğundan beri ona babalık elmişti. Kum kızıl buklelerini çekiştirdi. “Savaş.

Öf.” Burnunu büktü. “Afet’ten beri hep savaş söylentileri olmuştur. Bunlar sırf söylenti kızım. Belki de bunları Teokrat, insanları hizaya sokmak için uyduruyordur.” “Bilmiyorum” diye kaslarını çattı Tıka. “Ben… Kapı açıldı. Tika ile Otik telaşla sıçrayarak kapıya doğru döndü. Merdivenlerde ayak sesi duymamışlardı ve bu son derece esrarengiz bir şeydi. Son Yuva Hanı’nda Solace’taki tüm diğer binalar gibi -demircinin dükkânı dışında- ulu bir vallenağacının üst dalları arasına inşa edilmişti. Kasabalılar, Afet’i izleyen dehşet ve kargaşa günlerinde çareyi ağaçlara sığınmakla bulmuşlardı. Böylece Solace, bir ağaçlar kasabası haline gelmişti, Krynn’de kalan gerçek anlamdaki az sayıdaki güzellikten biri. Dayanıklı ahşap köprü yollar, gündelik yaşamlarını sürdürmekte olan beş yüz kişinin, yerden çok yukarılara tünemiş olan evleri ile iş yerlerini birbirine bağlıyordu. Son Yuva Hanı, Solace’taki en büyük binaydı ve yerden kırk ayak yukarıdaydı. Basamaklar kadim vallenağacının eğri büğrü gövdesinin çevresinden yükseliyordu, Otik’in de söylemiş olduğu gibi, Han’ı ziyaret edecek herhangi biri görülmeden çok önce duyulabilirdi.

Fakat ne Tika ne de Otik yaşlı adamı duymamıştı. Yıpranmış meşe bir asaya yaslanarak kapı eşiğinde durmuş, Han’a göz gezdiriyordu adam. Sade, gri cüppesinin lime lime kukuletası başına çekilmiş, şahinimsi, parlak gözleri dışında yüzünü gözlerden gizliyordu. “Yardımcı olabilir miyim Yaşlı Kişi?” diye sordu Tika yabancıya, Otik’le birbirlerine endişeyle bakarak. Acaba bu yaşlı adam bir Arayan casusu muydu? “Hı?” diye gözlerini kırpıştırdı yaşlı adam. “Açık mısınız?” “Şey…” diye tereddüt etti Tika. “Elbette,” dedi Otik, gülümseyerek. “Gel içeri Ak-sakallı, Tika, konuğumuza bir sandalye bul. O uzun tırmanıştan sonra yorulmuş olmalı.” “Tırmanmak mı?” Yaşlı adam başını kaşıyarak önce sundurmaya sonra da aşağıya yere doğru baktı, “A, evet. Tırmanış. Çok fazla basamak…” Sekerek içeriye girdi, sonra da asasıyla Tika’ya şakadan vurdu, “İşine devam et küçük kız. Ben kendi sandalyemi kendim bulabilirim.” Tika omuzlarını silkti, süpürgesine uzandı ve gözleri yaşlı adamın üzerinde, süpürmeye başladı. Adam han ortasında durarak, sanki odadaki her bir masanın ve sandalyenin yerini saptarcasına etrafına bakındı Müşterek oda, vallenağacının gövdesini çevreleyen geniş ve fasulye biçimli bir odaydı.

Ağacın daha küçük dalları tavanı ve tabanı destekliyordu. Adam, özel bir ilgiyle, odanın diğer tarafına dörtte üçlük bir mesafede bulunan ocak başına baktı. Ocak, Han’ın tek taş işçiliğiydi ve ağacın bir parçası gibi dursun diye, yukarıdaki dallara doğal bir biçimde karışan, belli ki cücelerin elinden çıkmış bir işti. Ocak çukurunun yanındaki odunlukta yüksek dağlardan getirilmiş odunlar ve çam kütükleri yüksek bir yığın halinde istiflenmişti. Hiçbir Solace sakini kendi ulu ağaçlarının odunlarını yakmayı aklına getirmezdi. Mutfaktan dışarı çıkan bir arka yol daha vardı; bu kırk ayak yükseklikleydi ama Otik’in az sayıda müşterisi bu tertibatı elverişli buluyordu. Yaşlı adam da bulmuştu. Gözleri bir yerden diğerine kayarken kendi kendine memnuniyet ihtiva eden yorumlar mırıldanıyordu. Sonra, Tika’yı hayretler içinde bırakarak aniden asasını elinden bıraktı, cüppesinin kollarını sıvayarak eşyaların yerini değiştirmeye başladı! Tika süpürmeyi bırakarak, süpürgesine dayandı. “Ne yapıyorsun? O masa hep oradaydı!” Müşterek odanın ortasında uzun ve dar bir masa duruyordu. Yaşlı adam bunu sürükleyerek tam ocak çukurunun yanına götürdü ve sonra yaptığı işi gözden geçirmek için şöyle bir geriledi. “İşte,” diye homurdandı. “Ateşe daha yakın olmalı. Şimdi iki sandalye daha getirelim. Burada altı sandalyeye ihtiyaç var.

” Tika, Otik’e doğru döndü. O da tam karşı çıkacak gibiydi ki, birden mutfaktan alevlenen bir ışık geldi. Aşçının çığlığı yağın yine ateş aldığını gösteriyordu. Otik açılır-kapanır mutfak kapılarına doğru seğirtti. “Zararsız,” diye fısıldadı Tika’nın yanından geçerken. “Bırak ne isterse yapsın – mantık çerçevesinde. Belki de bir parti verecektir.” Tika içini çekerek yaşlı adama istemiş olduğu gibi iki sandalye götürdü. Gösterdiği yere koydu. “Şimdi,” dedi yaşlı adam etrafa dikkatle bakarak. “İki sandalye daha getir -rahat olanlardan olsun haburaya. Onları ocak çukurunun yanına koy, bu gölgeli köşeye.” “Orası gölgeli değil,” diye itiraz etti Tika. “Tam güneşin altında!” “A,” -yaşlı adamın gözleri kısıldı- “ama bu gece gölgeli olacak, öyle değil mi? Ateş yandığında… ” “Sa-sanırım öyle…” diye kekeledi Tika.

Margaret Weis & Tracy Hickman – Ejderha Mızrağı Destanı #2 Kış Gecesi Ejderhaları Kitabını PDF İndir

 



“Kharas’ın Çekici!”* Dağ Cüceleri’nin Kralı’nın Kabul Salonu muzafferane bir bildiriyle yankılandı. Bunu çılgınca bir tezahürat izledi; Salon’un arka kısmındaki muazzam kapılar savrularak açılıp Paladine’in dini temsilcisi Elistan girerken, cücelerin derin, gür sesleri insanların biraz daha yüksek perdeden çıkan sesleriyle karışıyordu. Kâse biçimindeki Salon, cüce standartlarına göre bile genişƟ geniş olmasına ama ağzına kadar hınca hınç dolmuştu. Pax Tharkas’dan gelen sekiz yüz mültecinin hemen hepsi duvarların önüne dizilmiş, cüceler de aşağıdaki taştan sıralara oturmuşlardı. Elistan ortadaki uzun sıranın eteğinde belirdi; devasa savaş çekicini saygıyla taşıyordu. Beyaz cüppesi içinde Paladine’in dini temsilcisi görülünce tezahürat arƴ; tavanın koca kubbesinde patlayıp yankılanan ses sanki yeri sarsıyordu. Gürültü başını zonklaƴkça Tanis gözlerini kısƨ. Kalabalıktan boğulmuştu. Zaten yeralƨnda olmaktan hoşlanmıyordu; tepesi, parlayan meşale ışığının gerisine yükselip gölgeler içinde yok olan tavan çok yüksek olduğu halde, yarımelf kendisini hapsedilmiş, kapana kısılmış gibi hissediyordu. “Şu iş bir bitse rahat edeceğim,” diye mırıldandı yanında durmakta olan Sturm’e. * Kharas’ın Çekici’nin ele geçirilme öyküsü detaylı olarak “Kayıp Tarihçeler” üçlemesinin birinci kitabı olan “Cüce Derinlikleri Ejderhaları”nda anlatılmaktadır. Her zaman melankolik bir yapıya sahip olan Sturm, her zamankinden daha karanlık, daha düşünceli görünüyordu. “Ben bunları hiç tasvip etmiyorum Tanis,” diye mırıldandı kollarını parlak madeni antika göğüs zırhının önünde kavuşturarak. “Biliyorum,” dedi Tanis huzursuzca. “Bunu söylemişƟn – bir değil, birkaç kez.

Arƨk çok geç. Keyfini çıkartmaya çalışmaktan başka çaresi yok.” Elistan sıranın arasından yürümeye başlamadan önce Çekiç’i başının üzerine kaldırıp halka gösterirken kopan başka bir tezahürat içinde cümlesinin sonu kaybolmuştu. Tanis elini alnına götürdü. Serin yeraltı mağarası, üst üste bedenlerle ısındıkça başı dönmeye başlamıştı. Elistan sıranın arasından aşağıya doğru yürümeye başladı. Hylar cücelerinin reisi Hornfel, onu karşılamak için, salonun ortasındaki bir kürsüde ayağa kalkƨ. Cücenin arkasında, arƨk hepsi boş olan taştan oyulmuş yedi taht aralıklarla dizilmişƟ. Hornfeld yedinci tahƨn önünde duruyordu – bu en muhteşem olanıydı, Kral Thorbardin’in tahƨ. Uzun zamandır boş duruyordu; Hornfel, Kharas Çekici’ni kabul edince bir kez daha dolacakƨ. Bu kadim yadigarın geri gelmesi Hornfel için özel bir zaferdi. Arƨk gıpta edilen Çekiç reisliğinin bir parçası olduğuna göre, birbirine düşman cüce reisliklerini kendi liderliğinde bir araya toplayabilirdi. “Çekiç’i ele geçirebilmek için dövüştük,” dedi Sturm yavaş yavaş, gözleri pırıldayan silahın üzerinde. “Efsanevi Kharas Çekici. Ejderhamızraklarını döven çekiç.

Yüzlerce yıldır kaybolmuş olan çekiç yeniden bulundu ve bir kez daha kayboldu. Şimdi de cücelere verildi!” dedi yüzünü ekşiterek. “Daha önce bir kez daha cücelere verilmişƟ,” diye haƨrlaƴ ona. Tanis dikkatle, alnından aşağıya ter damladığını hissederek. “Unuttuysan söyle de Flint sana anlatıversin. Her halükarda artık onların zaten.” Elistan ağır cüppeler giymiş, cücelerin bayıldığı cinsten ağır alƨn zincirler takmış bekleyen Reis’in durmakta olduğu taş kürsünün kenarına varmışƨ. Elistan kürsünün dibinde diz çöktü; bu poliƟk bir jesƫ, yoksa yapılı din adamı, kürsü yerden bir metre kadar yüksek olsa bile cüce ile yüz yüze duracakƨ. Cüceler bunun karşısında büyük tezahüraƩa bulundular. Tanis’in dikkaƟni çekƟği kadarıyla, insanlar hislerini daha çok basƨrıyordu; kimisi kendi aralarında mırıldanıyor, liderlerinin kendisini alçaltmasından hoşlanmıyordu. “Halkımızın bu armağanını kabul edin…” Elistan’ın sözleri, cücelerden gelen başka bir tezahüratla kaybolmuştu. “Armağan!” diye burun kıvırdı Sturm. “Fidye demek daha uygun olurdu.” “Karşılığında,” diye devam eƫ Elistan tekrar sesini duyurabilince, “kendi krallıklarında bizlere yaşayabilecek bir yer verdikleri için cücelere teşekkür ederiz.” “Bir mezara kısılıp kalma hakkı için…” diye mırıldandı Sturm.

“Ve eğer savaş kapıya dayanacak olursa onları destekleyeceğimize dair cücelere söz veririz!” diye haykırdı Elistan. Tezahürat sesleri bütün salonda çınladı ve Reis Hornfel, Çekici almak için eğildildiğinde, daha da arttı. Cüceler ayaklarını yere vuruyorlar, ıslık çalıyorlardı; çoğu taş sıraların üzerine tırmanmıştı. Tanis’in midesi bulanmaya başlamışƨ. Etraķna bakındı. Kimse onların yokluğunu fark etmezdi. Yücearayanlar Divanı’nın üyeleri bir yana, daha Hornfel konuşacakƨ; ƨpkı geri kalan diğer alƨ Reis gibi. Yarımelf, Sturm’ün koluna dokundu ve şövalyeye kendisini izlemesini işaret eƫ. İkisi sessizce Salon’dan çıkƨlar ve dar kemerli kapıdan geçmek için iki büklüm eğildiler. Hâlâ yeralƨndaki muazzam cüce şehrinde olmalarına rağmen, en azından gürültüden uzaklaşmışlar, serin gece havasına çıkmışlardı. “İyi misin?” diye sordu Sturm, Tanis’in solgunluğunu sakalının alƨndan bile görerek. Yarımelf temiz havayı yutuyordu adeta. “Şimdi iyiyim,” dedi Tanis, zayıflığından dolayı utanıp kızararak. “Sıcak…gürültü.” “Neyse, kısa bir süre sonra buradan ayrılacağız,” dedi Sturm.

“Yücearayanlar Divanı’nın bizim Tarsis’e gitmemiz yolunda karar verip vermemesine bağlı tabii ki bu.” “Aman, onların ne yönde karar verecekleri konusunda kuşku yok,” dedi Tanis omuzlarını silkerek. “Arƨk insanları emniyetli bir yere geƟrdiğine göre belli ki deneƟm Elistan’ın elinde. Yücearayanların hiç biri ona karşı koymaya cesaret edemez… en azından yüzüne karşı. Hayır dostum, belki de bir ay içinde Güzel Tarsis’in ak kanatlı gemilerinden biriyle yelken açarız.” “Kharas Çekici olmaksızın,” diye ekledi Sturm acı acı. Yavaş yavaş alınƨ yapmaya başladı. “Ve Şövalyeler’in, büyük tanrı Paladine taraķndan kutsanmış alƨn Çekiç’i ve EjderhafelakeƟ, Huma’nın Ejderhamızrağını dövsün diye Gümüş Kol’dan birine verilmiş olan Çekiç’i savaşta gösterdiği olağanüstü yiğitlik ve saygınlık nedeniyle Kharas ya da başka bir deyişle Şövalye ismindeki bir cüceye verdikleri söylenir. O da Kharas kelimesini kendi ismi yapmışƨr. Ve Kharas Çekici, ihtiyaç anında yeniden ortaya çıkarılacağı temin edilerek cüce krallığına geçmiştir…” “Ortaya çıkarıldı da,” dedi Tanis, artmakta olan hiddeƫni basƨrmaya çalışarak. Bu alınƨyı başından sonuna kadar birçok kereler işitmişti! “Ortaya çıkarƨldı ve geride bırakılacak!” Sturm kelimelerin alƨnı çizdi. “Onu Solamniya’ya götürebilir, kendi ejderhamızraklarımızı dövmekte kullanabilirdik…” “Sen de başka bir Huma olurdun arƨk, elinde Ejderhamızrağı ihƟşamla ilerleyen!” Tanis sonunda patlamıştı. “Bu arada sekiz yüz kişinin de ölümüne sebep olacaksın…” “Hayır, onların ölmelerine izin veremem!” diye bağırdı Sturm yükselen bir öŅeyle. “Bu ejderhamızraklarıyla ilgili elimizdeki ilk ipucu ve sen bunu satıp…” Her iki adam da etraflarını saran gölgeden daha karanlık bir gölgenin süzülmekte olduğunu aniden fark ederek hemen tartışmayı kesti. “Shirak,” diye ķsıldadı ses ve sade tahta bir asanın üzerindeki alƨndan tek bir ejderha pençesinin içine yerleşƟrilmiş kristal bir toptan parlak bir ışık alevlendi.

Işık, bir büyükullanıcısının kırmızı cüppesini aydınlattı. Genç büyücü, asasına dayanıp hafif hafif öksürerek ikisine doğru yürüdü. Asadan yayılan ışık ince kemikler üzerine gergin bir şekilde gerilmiş olan metalik alƨn bir renkle pırıldayan iskelet gibi bir yüz üzerinde parladı. Gözleri altın rengiyle pırıldıyordu. “Raistlin,” dedi Tanis, sesi gergindi. “Arzu ettiğin bir şey mi var?” Raistlin, iki adamın kendisine çevirmiş oldukları hiddetli bakışlardan hiç alınmışa benzemiyordu; belli ki, çok az insanın onun varlığından hoşlandığı veya onu yanlarında görmek istediği gerçeğine alışmıştı. İkisinin önünde durdu. Narin elini uzatarak konuştu büyücü. “Akular-alan şuh Tagolann Jistrathar,” ve Tanis ile Sturm hayret içinde seyrederken soluk bir silah görüntüsü önlerinde belirdi. Bu, dört metre kadar uzunluğu olan bir piyade neferi mızrağıydı. Sivri ucu saf gümüşten yapılmışƨ; diken diken ve pırılƨlıydı, sapı ise cilalı tahtadan biçimlendirilmişƟ. Diğer ucu çelikƟ ve toprağa saplanacak şekilde tasarlanmıştı. “Çok güzel!” dedi Tanis nefesi kesilerek. “Nedir bu?” “Bir ejderhamızrağı,” diye cevap verdi Raistlin. Mızrağı eline alan büyücü, sanki onun temasından kaçınır gibi o geçerken iki yana çekilen iki adam arasına bir adım attı.

Gözleri mızrağın üzerindeydi. Sonra Raistlin dönerek mızrağı Sturm’e uzattı. “İşte ejderhamızrağın şövalye,” diye ƨsladı Raistlin, “Çekiç’in veya Gümüş Kol’un imƟyazı olmaksızın. Bununla birlikte, Huma için ihƟşamın ölüm geƟrdiğini haƨrlayarak ihƟşam içinde ilerleyecek misin?” Sturm’ün gözlerinde şimşekler çakƨ. Ejderhamızrağı’nı kavramak için elini uzaƴğında korkuyla nefesini tutmuştu. Hayret içinde elinin mızrağın içinden geçip giƫğini gördü! Daha o dokunmuştu ki ejderha mızrağı gözden kayboldu. “Senin numaraların!” diye hırladı. Topukları üzerinde dönerek, iri adımlarla uzaklaşƨ; hiddetle boğulur gibi olmuştu. “Eğer bunu şaka olsun diye yaptıysan Raistlin,” dedi Tanis sakin sakin, “komik değildi.” “Şaka mı?” diye ķsıldadı büyücü. Sturm dağın alƨndaki cüce şehrinin yoğun karanlığına doğru yürürken, garip altın gözleri onu izledi. “Beni daha iyi tanıman gerekirdi Tanis.” Büyücü güldü – Tanis’in daha önce sadece bir kere duymuş olduğu garip bir kahkaha. Sonra alaycı bir edayla yarımelfe doğru eğilerek selam veren Raistlin, şövalyeyi gölgelerin içine doğru izleyerek gözden kayboldu.

18 Aralık 2021 Cumartesi

Margaret Weis ve Tracy Hickman – Ejderha Mızrağı Destanı #3-İlkbahar Şafağı Ejderhaları Kitabını PDF İndir

 


Aa, baksana Berem. Burada bir paƟka var… Ne garip. Bunca zamandır bu ormanlarda avlanırız böyle bir patika hiç görmemiştik.” “Bunun garip bir taraķ yok. Yangınla çalılar çırpılar yanmış, hepsi bu. Büyük bir ihƟmalle hayvanların açtığı bir patikadır sadece.” “Haydi, paƟkayı izleyelim. Eğer hayvanların açƨğı bir yolsa belki bir geyik buluruz. Bütün gün avlandığımız belli bile değil. Eve eli boş dönmekten nefret ediyorum.” Daha cevabımı beklemeden yola doğru dönüyor. Omuzlarımı silkerek onu izliyorum. Bugün kırlarda olmak hoş –kışın acı soğuğundan sonraki ilk ılık gün. Güneş boynuma ve omuzlanma ılık ılık vuruyor. Ateşin kasıp kavurduğu ormanda yürümek kolay.

Ayağınıza takılacak sarmaşık yok. Üstünüzü başınızı yırtacak çalı çırpı da yok. Yıldırım, büyük bir ihtimalle geçen güzki fırtınadan. Ama uzun süre yürüdük ve sonunda yorulmaya başladım. Yanılmışƨ – bu hayvanların açƨğı bir yol değildi. Bu insan eliyle yapılmış bir paƟkaydı ve çok da eskiydi. Avlayacak hayvan bulacağımız yok gibiydi. Günün geri kalan zamanından bir farkı yok. Yangın, ardından zorlu bir kış. Hayvanlar ya ölmüş, ya kaçmış. Bu gece taze et olmayacak. Biraz daha yürüyüş. Güneş gökyüzünde yükseldi. Yoruldum acıkƨm. Bir canlıya ait bir iz bile yok.

“Haydi geri dönelim hemşire. Burada bir şey yok…” İçini çekerek duruyor. O da sıcaktan bunalmış, yorulmuş, cesareƟ kırılmış, belli. Çok da zayıf. Çok çalışıyor; hem kadın işlerini yapıyor, hem de erkek. Evde olması, taliplerinden vaadler dinlemesi gerekirken kırlarda avlanıyor. Bence çok güzel. Herkes birbirimize benzediğimizi söylüyor, ama onların yanıldıklarını biliyorum. Sadece birbirimize çok yakınız – diğer delikanlılar ve onların kız kardeşlerinden birbirimize daha yakınız. Ama yakın da olmak zorundaydık. Yaşamımız o kadar zorlu oldu ki… “Galiba haklısın Berem. Hiçbir iz görmedim… Dur ağabey… İleri bak. O da ne?” Parlak, pırıl pırıl bir ışılƨ görüyorum, gün ışığında dans eden milyonlarca renk – sanki Krynn’deki bütün mücevherler bir sepette toplanmış gibi. Gözleri açılıyor. “Belki de gökkuşağının kapılarıdır!” Hıh! Tam aptalca bir kız düşüncesi.

Gülüyorum ama kendimi ileri koşarken buluyorum. Ona yeƟşmek zor. Ben daha büyük ve güçlü olduğum halde, o bir ceylan gibi kaçıyor. Ormanın ortasında bir açıklığa geliyoruz. Yıldırım bu ormana çarpmışsa, düştüğü yer de burası olmalı. Etraķndaki toprak kavrulmuş, mahvolmuştu. Bir zamanlar burada bir bina varmış, fark ediyorum. Çürüyen eƩen dışarı çıkan kırık kemikler gibi, kararmış topraktan dışarı uğramış yıkınƨ halinde, kırık dökük sütunlar var. Bu yere bunalƨcı bir his hakim. Hiçbir şey yeƟşmiyor burada, ya da en azından birkaç bahardır yetişmemiş. Gitmek istiyorum ama gidemiyorum… Önümde bütün hayaƨm boyunca, bütün rüyalarımda görmediğim kadar güzel, harika bir görüntü var… Ziynetlerle kaplanmış taştan bir sütun! Değerli taşlardan hiç anlamam ama bunların inanılmayacak kadar değerli olduklarını biliyorum! Bedenim Ɵtremeye başlıyor. Aceleyle ilerleyerek ateşle kavrulmuş taşın yanında diz çöküyorum ve üzerindeki tozu toprağı kenara süpürüyorum. O da benim yanıma diz çöküyor. “Berem! Ne kadar güzel! Hiç böyle bir şey görmüş müydün? Bu kadar korkunç bir yerde, böylesine güzel ziynetler.” Etraķna bakıyor, Ɵtrediğini hissediyorum.

Acaba neydi bu? O kadar heybetli bir hissi var ki, kutsal bir his. Ama kötü bir his de aynı zamanda. Belli ki Afet’ten önce bir tapınakmış. Kötü tanrıların bir tapınağı… “Berem! Ne yapıyorsun?” Avcı bıçağını çıkartarak, taştaki ziynetlerden birini çıkartmaya başladım: Parlak yeşil bir taşı. Yumruğum büyüklüğünde ve yeşil yapraklar üzerinde parlayan güneşten daha parlakƨ. Etrafındaki taş, bıçağımın ucunda çabucak parçalanıyordu. “Kes şunu Berem!” Sesi Ɵzdi. “Bu…bu saygısızlık! Burası tanrının birinin kutsal yeri! Bunu biliyorum!” Kıymetli taşın soğuk kristalini hissedebiliyorum, yine de içten gelen yeşil bir ateşle yanıyor! Onun karşı koymalarını duymamazlığa geliyorum. “Hıh! Daha önce gökkuşağının kapıları olduğunu söylemişƟn! Haklısın! Hazinemizi bulduk, hep böyle derler ya. Eğer burası tanrıların kutsal mekânıydıysa, yıllar önce burayı terk etmiş olmalılar. Etraķna bak, yıkınƨdan başka bir şey yok! Eğer burayı isƟyor idiyseler, buraya bakmaları gerekirdi. Bu ziynetlerin birkaçını alırsam tanrılar umursamaz… ” “Berem!” Sesinde telaş var! Gerçekten de korktu! Aptal kız. Beni rahatsız etmeye başladı. Kıymetli taş hemen hemen yerinden kurtuldu. Oynatabiliyorum.

“Bak Jasla.” Heycandan Ɵtriyorum. Ancak konuşabiliyorum. “Elimizde hiçbir şey yoktu, şimdi ise… o yangın ve zorlu kıştan sonra. Bu ziynetler, bu sefil yerden taşınabilmemize yetecek kadar para geƟrir Gargath pazarından. Bir şehre gideriz, belki de Palanthas’a! Oradaki harikaları görmeyi hep istemişsindir… ” “Hayır! Berem, yapma! Kutsal bir şeye saygısızlık ediyorsun!” Sesi sert. Onu hiç böyle görmemişƟm! Bir an tereddüt ediyorum. Ziynetlerden oluşmuş gökkuşakh kırık taş sütundan uzaklaşıyorum. Ben de bu yer hakkında ürkütücü ve kötü bir şeyler hissetmeye başlıyorum. Fakat ziynetler öyle güzel ki! Daha onlara bakarken gün ışığında pırıldayıp kıvılcımlar saçıyorlar. Burada tanrı manrı yok. Hiçbir tanrı bunları umursamıyor. Hiçbir tanrı yokluklarını hissetmeyecek. Kırılmış ve ufalanan eski bir sütunun içine hapsolmuşlar. ZiyneƟ taştan bıçağım ile kımıldatmak için uzanıyorum.

O kadar zengin bir yeşili var ki; ağaçlardaki taze yapraklardan süzülüp parlayan bahar güneşi kadar parıl parıl parlıyor… “Berem! Dur!” Eli kolumu sıkı sıkı kavrıyor, ƨrnakları eƟme baƨyor. Canımı acıƨyor… kızmaya başladım ve kızdığımda olduğu gibi gözüm kararıyor, içimin daraldığını hissediyorum. Başım, sonunda gözlerim yuvalarından fırlayacaklarmış gibi zonkluyor. “Beni rahat bırak!” diye gürleyen bir ses duyuyorum… Kendi sesimdi! Onu ittiriyorum… Düşüyor… Her şey o kadar yavaş oluyor ki. Durmadan düşüyor. NiyeƟm bu değildi… onu tutmaya çalışıyorum… Ama kıpırdıyamıyorum. Kırık bir sütunun üzerine düşüyor. Kan… kan… “Jas!” diye ķsıldıyorum onu kollarıma alarak. Ama bana cevap vermiyor. Kan ziynetleri kaplıyor. Artık parlamıyorlar. Aynı onun gözleri gibi. Işık gitti… Sonra yer yarılıyor! Kararmış, kavrulmuş topraktan döne döne havaya doğru sütunlar yükseliyor! Büyük bir karanlık uğruyor dışarı ve bağrımda korkunç, yakıcı bir acı hissediyorum… “Berem!” Maquesta güvertenin ön tartında durmuş, hiddetle dümencisine bakıyordu.

Marie Lu – Efsane #1 – Efsane

 


ANNEM ÖLDÜĞÜMÜ DÜŞÜNÜYORDU. Tabii ki ölmedim ama böyle düşünmesi onun için daha güvenliydi. Ayda en az iki kere, Los Angeles şehir merkezinin her yerine dağılmış JumboTron ekranlarında “Aranıyor” posterimin yayınlandığını görüyordum. Orada pek yersiz duruyordu. Ekranlarda gösterilenlerin çoğu mutlu resimlerdi: açık mavi bir gökyüzü altında gülümseyen çocuklar, Golden Gate Harabeleri önünde poz veren turistler, neon renklerdeki Cumhuriyet reklamları. Aynı zamanda Koloni karşıtı propagandalar da yer alıyordu. İlanlarda: “Koloniler topraklarımızı istiyor,” yazıyordu. “Ellerinde olmayanı istiyorlar. Evlerinizi zapt etmelerine izin vermeyin! Davayı savunun!” Ardından benim suç duyurum çıkıp rengârenk ihtişamıyla JumboTron’ları aydınlatıyordu:

 CUMHURİYET TARAFINDAN ARANIYOR DOSYA NO: 462 1 VB – 3233 “DAY” SALDIRI, KUNDAKLAMA, HIRSIZLIK, ORDU MALINA ZARAR VERME VE SAVAŞ ÇABALARINI ENGELLEME SUÇLARINDAN ARANMAKTADIR. TUTUKLANMASINI SAĞLAYACAK BİLGİYİ VEREN KİŞİYE 200,000 CUMHURİYET NOTU ÖDÜL. Duyurumun yanında her seferinde farklı bir fotoğraf oluyordu. Bir keresinde fotoğraftaki gözlüklü ve kızıl rengi, kıvırcık saçları olan bir çocuktu. Başka birinde siyah gözlü ve dazlak bir çocuktu. Bazen siyahi, bazen beyaz tenli, bazen esmer ya da kahverengi ya da akıllarına her ne geliyorsa o oluyordum. Başka bir deyişle, Cumhuriyet’in benim neye benzediğim hakkında en ufak bir fikri bile yoktu.

Genç olduğum ve parmak izimi taradıklarında veri tabanlarında eşleşen bir sonuç bulamamaları dışında hakkımda hiçbir şey bilmiyor gibi görünüyorlardı. İşte bu yüzden benden nefret ediyorlardı, işte bu yüzden ben ülkedeki en tehlikeli değil, en çok aranan suçluydum. Akşamın erken saatleri olmasına rağmen dışarısı zifirî karanlık olmuştu bile. JumboTron’ların saçtığı ışık su birikintilerinden yansıyordu. Üç kat yukarıda, parçalanmış bir pencerenin pervazında oturuyordum, paslanmış çelik çubukların ardında gözlerden uzaktaydım. Burası eskiden bir apartmandı ama artık kaderine terk edilmişti. Odanın zemininde kırılmış lambalar ve cam kırıkları vardı, duvarların boyası soyulmuştu. Bir köşede Seçmen Primo’nun eski bir portresi yüzü yukarı dönük şekilde yerde duruyordu. Burada kimin yaşamış olduğunu merak ettim; kimse seçmenimizin portresini öylece yerde bırakacak kadar çıldırmış olamazdı. Saçım genelde olduğu gibi, eski bir şapkanın içine tıkılmış haldeydi. Gözlerim yolun karşısındaki tek katlı küçük eve odaklanmıştı. Ellerim boynumdaki kolye üzerinde gidip geldi. Tess odanın diğer penceresine dayanmış beni izliyordu. Bu akşam huzursuzdum ve o her zamanki gibi bunu hissedebiliyordu. Veba, Lake bölgesini sert vurmuştu.

JumboTron’ların ışığında, Tess’le birlikte sokağın sonunda askerleri her bir evi kontrol ederken görebiliyorduk. Parlak siyah pelerinleri sıcak dolayısıyla gevşetilmişti. Her biri bir gaz maskesi takmıştı. Bazen bir evden çıktıklarında evin kapısını büyük kırmızı bir X koyarak işaretliyorlardı. Bundan sonra kimse o eve girip çıkamıyordu ya da bunu en azından kimsenin göremeyeceği bir şekilde yapıyorlardı. “Hâlâ göremiyor musun onları?” diye fısıldadı Tess. Gölgeler yüz ifadesini gizliyordu. Kafamı dağıtma çabası içinde eski PVC borularından derme çatma bir sapan yapmaya çalışıyordum. “Akşam yemeği yemediler. Saatlerdir masaya oturmadılar.” Duruşumu değiştirip rahatsız olan dizimi esnettim. “Belki de evde değillerdir?” Tess’e gıcık olduğumu belli eden bir bakış attım. Beni avutmaya çalışıyordu ama istediğim bu değildi. “Bir ışık yanıyor. Şu mumlara bak.

Eğer evde kimse yoksa annem asla mumları boşa harcamaz.” Tess yakınlaştı. “Birkaç haftalığına şehirden gidelim bence, ne dersin?” Sakin konuşmaya çalışıyordu ama sesinde korku vardı. “Yakında veba geçmiş olacak, o zaman geri gelirsin. Paramız iki tren bileti almaya yeter de artar bile.” Başımı salladım. “Haftada bir gece demiştik, hatırladın mı? Haftada bir gece onları kontrol etmeme izin ver.” “Evet. Bu hafta her gece onları kontrol etmeye geldin zaten.” “Sadece iyi olduklarından emin olmak istiyorum.” “Peki ya, hastalanırsan?” “Şansımı deneyeceğim. Ayrıca benimle gelmek zorunda da değilsin. Alta’da durup gelmemi bekleyebilirdin.” Tess omuz silkti. “Birinin sana göz kulak olması lazım.

” Benden iki yaş küçük olmasına rağmen bazen bana bakabilecek kadar olgun biri gibi konuşuyordu. Askerler evimize doğru yaklaşırken sessizlik içinde izledik. Bir evin önünde her durduklarında, bir asker kapıyı vururken diğer bir tanesi de hemen yanında silahı çekilmiş halde beklerdi. Eğer on saniye içinde kapı açılmazsa ilk asker kapıyı tekmeyle açardı. İçeri aceleyle girmelerinden sonra onları göremedim ama işin raconunu biliyordum: Bir asker ailedeki herkesten kan örneği alır, daha sonra örnekleri elindeki okuyucuya sokarak veba bulunup bulunmadığını kontrol ederdi. Bu işlem on dakika sürerdi. Askerlerin durduğu yer ile ailemin bulunduğu yer arasındaki evleri saydım. Akıbetlerini görmeden önce bir saat daha beklemem gerekiyordu. Sokağın diğer ucundan bir çığlık yankılandı. Hemen gözlerimi sesin geldiği yere çevirdim, ellerim ise kınında duran bıçağa yapıştı. Tess nefesini tuttu. Bir veba kurbanıydı. Durumu aylardır kötüye gidiyor olmalıydı çünkü kadının derisi çatlamış ve her yerinden kanlar akıyordu. Askerlerin bunu önceki taramalarda nasıl gözden kaçırdıklarını merak ediyordum. Bir süre için yönünü bilmeden sendeledi, sonra ileri atıldı ama ayağı takılıp dizlerinin üzerine düştü.

Askerlere döndüm. Kadını görmüşlerdi. Silahını çeken asker, kadına yaklaştı, diğer on bir tanesi ise olduğu yerde bekleyerek izlemeye devam etti. Tek bir veba kurbanı pek tehdit sayılmazdı. Asker silahını doğrultup nişan aldı. Bir kıvılcım yağmuru hasta kadını yuttu. Kadın yere yığıldı ve bir daha da hareket etmedi. Asker, grubunun yanına geri döndü. Keşke askerlerin silahlarından birini ele geçirebilseydik. Pazarda böyle güzel bir silahın fiyatı çok fazla değildi; 480 Not, bir ocaktan daha ucuz. Bütün silahlar gibi hassas, mıknatıs ve elektrik akımı güdümlü ve üç bina ötedeki bir hedefi tam on ikiden vurabilen bir silah. Babamın dediğine göre, teknolojisi Koloniler’den çalınmıştı ancak tabii ki Cumhuriyet bunu asla size söylemezdi. Tess’le istesek bunlardan beş tane satın alabilirdik… Yıllar geçtikçe çaldığımız paradan arttıkça biriktirmeyi ve acil durumlar için saklamayı öğrendik. Ancak bir silaha sahip olmakla ilgili asıl sorun parası değil, izinin sürülüp sizi bulabilecek olmalarıydı. Her silahta kullanıcının elinin şeklini, başparmağının izini ve bulunduğu yeri rapor eden bir alıcı bulunuyordu.

Beni herhalde bundan daha fazla ele verebilecek bir şey olamazdı. Bu yüzden ben de kendi yaptığım silahlarla, PVC sapanlarım ve diğer ıvır zıvırlarla idare ediyordum. “Bir tane daha buldular,” dedi Tess. Daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. Aşağıya bakınca askerlerin başka bir evden çıktıklarını gördüm. İçlerinden biri sprey boya kutusunu çalkalayıp kapıya devasa bir X çizdi. O evi bitiyordum. Orada yaşayan ailenin benim yaşımda küçük bir kızları vardı. Küçük bir çocukken erkek kardeşlerim ve ben, onunla ebelemece ve sokak hokeyi oynardık. Buruşturulmuş kâğıtlar ve demir sopalar kullanırdık. Tess ayağımın dibindeki bez bohçayı başıyla işaret ederek dikkatimi başka yöne çekmeye çalıştı. “Onlara ne getirdin?”

Marie Lu – Efsane #2 – Deha Kitabını PDF İndir

 


4 OCAK. SAAT: 19.32 OKYANUS STANDART SAATİ METİAS’IN ÖLÜMÜNDEN OTUZ BEŞ GÜN SONRA. DAY YANI MDA FIRLAYARAK UYANDI.YÜZÜ TER İÇİNDEYDİ.

 YANAKLARI gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Hırıltılı bir şekilde soluyordu. Ona doğru eğilip yüzüne düşen bir tutam ıslak saçı yüzünden çektim. Omzumdaki yara kabuk bağlamıştı ama bu hareket yeniden sızlamasına sebep oldu. Day doğruldu, bitkin bir şekilde gözlerini ovuşturdu ve sanki bir şey arıyormuş gibi sağa sola yalpalanan vagonumuzda göz gezdirdi. Önce karanlık bir köşede duran kasalara, sonra da yerde sıralanmış çuvallara ve aramızda duran yiyecek ve suyun bulunduğu torbaya baktı. Bir dakika içinde kendine geldi. Vegas’a giden bir trene atladığımızı hatırladı. Birkaç saniye sonra katı duruşunu bırakıp arkasındaki duvara yaslandı. Yavaşça eline dokundum, “iyi misin?” Bunu sürekli sorar olmuştum.

Day omuz silkti. “Evet,” diye mırıldandı. “Kâbus.” Batalla Binası’ndan kaçıp Los Angeles’ı terk edeli sadece dokuz gün olmuştu. O zamandan beri Day gözünü her kapadığında kâbus görüyordu. Kaçtıktan sonra terk edilmiş bir tren garında birkaç saat dinlenme imkânı bulduğumuzda Day çığlıklar içinde uykusundan uyanmıştı. Askerler ya da sokak polisleri onu duymadığı için şanslıydık. Bundan sonra Day uykuya dalınca saçlarını okşayıp yanaklarını,alnını ve göz kapaklarını öpmeye başladım. Yine gözyaşları içinde uyanıyor, gözleri delicesine kaybeĴiği şeyleri arıyordu. En azından bunu sessizce yapıyordu… Bazen Day böyle sessizken akıl sağlığını acaba koruyabiliyor mu diye merak ediyordum. Bu düşünce beni korkutuyordu. Onu kaybetmeyi göze alamazdım. Kendime hep bunun mantıklı sebepleri olduğunu söylüyordum; bu noktada tek başımıza hayaĴa kalma şansımız düşüktü ve onun becerileri benimkileri tamamlıyordu. Ayrıca… artık koruyacak kimsem kalmamıştı. Ben de gözyaşlarından nasibimi almıştım, sadece onun uyumasını bekliyordum, o kadar.

Dün gece Ollie için ağlamıştım. Cumhuriyet, ailemi öldürmüşken köpeğim için ağlamak aptal gibi hisseĴirmişti ama elimde değildi. Onu eve Metias getirmişti; dev patileri, sarkık kulakları ve sıcacık gözleriyle dünyanın en tatlı, en sakar yaratığı olan beyaz bir yumaktı. O benim oğlumdu ve ben de onu geride bırakmıştım. Day e, “Ne görüyordun?” diye fısıldadım. “Önemli bir şey değil.” Day duruşunu değiştirdi, sonra da yaralı bacağını yanlışlıkla yere sürtünce irkildi. Acıdan vücudu gerildi, gömleğinin altında kollarının ne kadar kaslı olduğunu görebiliyordum, sokakların kazandırdığı yağsız kas kütleleriydi. Yavaşça nefesini bıraktı. Beni o arka sokağın duvarına itişi, ilk öpücüğündeki açlık. Dudaklarına odaklanmayı bırakıp utanç içinde bu anıyı zihnimden uzaklaştırdım. Vagonun kapısına doğru başını salladı. “Şu anda neredeyiz? Yaklaşmış olmalıyız, değil mi?” Ayağa kalktım, dikkatimin dağılmasına şükrederek duvardan destek aldım ve vagonun küçük penceresinden baktım. Manzara pek değişmemişti; bitmek tükenmek bilmez apartmanlar ve fabrikalar dizisi, bacalar ve birbirinin üzerinden geçen ekspres yollar, hepsi akşam üzeri yağan yağmurda mavi ve gri-mor tonlarda birbirine karışmıştı. Hâlâ gecekondu mahallelerinden geçiyorduk.

Los Angeles’taki gecekondu mahallelerinin neredeyse aynısıydılar. Uzakta, göz hizamın ortasından bir baraj uzanıyordu. Bir J umboTron’un geçmesini bekleyip ekranın köşesindeki küçük harfleri seçebilmek için gözlerimi kıstım. “Boulder City, Nevada,” dedim. “Çok yaklaştık. Büyük ihtimalle tren burada biraz duracak ama sonrasında Vegas’a otuz dakikadan az bir sürede varmış oluruz.” Day başını salladı. One eğilip yiyecek torbamızı açtı ve yiyecek bir şeyler aradı. “Güzel. Ne kadar erken gidersek, Vatanseverleri o kadar erken buluruz.” Mesafeli görünüyordu. Day bazen gördüğü kâbusları bana anlatırdı. Denemesinde başarısız olduğunu,Tess’i sokaklarda kaybeĴiğini veya veba devriyelerinden kaçtığını görüyordu. Cumhuriyet’in en çok aranan suçlusu olmakla ilgili kâbuslar. Diğer zamanlardaysa bu şekilde davranıp kâbuslarını anlatmadığında da ailesini gördüğünü biliyordum… annesinin ya da J ohn’un öldüğünü.

Belki de bana onları anlatmaması daha iyiydi. Kendi aklımdan çıkmayan rüyalarım bana yetiyordu ve onunkileri de bilmek istediğimi sanmıyordum. Day yiyecek torbasından bir parça bayatlamış hamur kızartması çıkartırken, “Vatanseverleri bulmakta gerçekten kararlısın, değil mi?” dedim. Bu onun Vegas’a gelmekteki ısrarını ilk kez sorgulayışım değildi ve konuya yaklaşırken dikkatli davranıyordum. Day’in en son düşünmesini istediğim şey Tess’i önemsemediğim veya Cumhuriyet’in o kötü şöhretli isyancı grubuyla buluşmaktan korktuğumdu. “Tess onlara kendi isteğiyle katıldı. Onu geri almaya çalışarak tehlikeye atıyor muyduk acaba?” Day hemen cevap vermedi. Hamur kızartmasını ikiye bölüp bir parçasını bana uzaĴı. “Biraz yesene? Bir süredir hiçbir şey yemiyorsun.” Kibarca elimi kaldırdım. “Teşekkür ederim,” diye karşılık verdim. “Hamur kızartması sevmem.” O anda keşke ağzımdan çıkanları geri içine tıkabilsem diye düşündüm. Day gözlerini indirip diğer yarısını torbaya geri koydu, sonra da kendininkini yemeye koyuldu. Ne kadar aptalca bir şey demiştim.

Hamur kızartması sevmem. Onun düşüncelerini neredeyse okuyabiliyordum. Zavallı küçük, zengin kız ve sosyetik tavırları. Yiyecek beğenmeme lüksü var. Kendimi sessizce cezalandırdım ve aklıma bir daha ki sefere daha dikkatli olmak için not düştüm. Birkaç lokma sonra Day sonunda cevap verdi. “Tess’in iyi olduğundan emin olmadan onu arkada bırakmayacağım.” Tabii ki böyle bir şey yapmayacaktı. Day önemsediği hiç kimseyi, özellikle de sokaklarda birlikte büyüdüğü kimsesiz kızı arkada bırakmazdı. Vatanseverlerle buluşmanın potansiyel faydalarını da anlıyordum; sonuçta bu asiler gerçekten de Day’in Los Angeles’tan kaçmasına yardım etmişlerdi. Geniş çaplı ve organize bir gruptu. Belki de Cumhuriyet’in Day’in kardeşi Eden’a ne yaptığıyla ilgili bir bilgiye sahiplerdi. Day’in bacağında kötüleşmekte olan yarayı bile iyileştirebilirlerdi. Komutan J ameson’ın bacağına ateş edip onu tutukladığı o korkunç sabahtan beri, bacağındaki yara bir düzeliyor bir kötüleşiyordu. Şimdiyse sol bacağı kırık, kanayan bir et parçasından ibaretti.

Tıbbi yardıma ihtiyacı vardı. Yine de bir sorunumuz daha vardı.

Favorilere Ekle Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş Friendfeed'de Paylaş RSS



Yazarlar

A. Kadir (1) A.P.Martinich (1) Abdulhak Sinasi Cinar - Fehim Bey ve Biz.pdf (1) Abdullah Uçman (1) Abdullah Ziya Kozanoğlu (3) Abdülhak Şinasi Hisar (2) Abraham Galante (1) Adalet Ağaoğlu (2) ADEM GÜNEŞ (1) Adrian Goldsworthy (1) Agatha Christie (2) Agnes Michaux (1) Ahmed Ağaoğlu (1) Ahmed Arif (1) Ahmed Hulusi (1) Ahmet Aydın (1) Ahmet Batman (1) Ahmet Gülüm (1) Ahmet Hamdi Tanpınar (1) Ahmet İnam (1) Ahmet Nacar (2) Ahmet Rasim (2) Ahmet Semih Mümtaz (1) Ahmet Şerif İzgören (4) Ahmet Ümit (1) Ajit K. Mohanty (1) Akın Karagöz (1) Ala Sivas (1) Alaeddin Şenel (1) Alain Badiou (1) Alan Lightman (1) Alan Sokal (1) Alberto Manguel (2) Alejandro Guillermo Roemmers (1) Aleksandr Sergeyeviç Puşkin (1) Alfred Adler (1) Ali Çankırılı (1) Ali Jean Çorakçı (1) Ali Kuzu (1) Ali Smith (2) Amy A. Bartol (1) Amy Silver (1) Andre Maurois (1) Anna Todd (1) Anthony D. Smith (1) Antoine de Saint-Exupéry (1) Anton Çehov (1) Ara Avedisyan (1) Ashlee Vance (1) Ashton Lee (1) Aslı Erdoğan (2) Asuman Susam (1) Atilla Atalay (1) Aydın Büke (4) Ayfer Tunç (2) Ayhan Tekineş (1) Aykut Tanrıkulu (1) Ayn Rand (2) Ayşe Gouverneur (1) Ayşe Şasa (1) Aziz Nesin (2) B. Tolga Sasık (1) Bahaeddin Ögel (1) Barış Kılınç (1) Barry Norman (1) Başak Yaman Yeroğlu (1) Bear Grylls (1) Bernard Shaw (2) Berrin TÜRKOĞLU (1) Bibi Dumon Tak (1) Bilge Karasu (1) Brian McClellan (1) Bryan Sykes (2) Burak Göral (1) Burak Turna (1) Burçe Bahadır (1) Burçin Ş. Yalçın (1) Bülent Diken (1) Bülent Güven (1) Cahit Irgat (2) Cahit Uçuk (1) Caitlin Moran (2) Camille Bordas (1) Can Başkent (7) Can Dündar (6) Canan Efendigil Karatay (1) Cante Jondo Şiiri (1) Carl Gustav Jung (2) Carl Sagan (3) Cem Altınsaray (1) Cemal Süreya (2) Cemal Yıldırım (1) Cemil Meriç (4) Cenk Durmuşkahya (2) Cevat Abbas Gürer (1) Charles Darwin (1) Christiane F. (1) Christie Golden (1) Christina Daniels (2) Chuck Palahniuk (1) Claude Levi-Strauss (1) Colette Estin (1) Connie Willis (1) Craig Fryhle (2) Cuma Bozkurt (1) Curtis Sittenfeld (1) Çağlar Sunay (1) Çetin Baytekin (1) Daniel Goleman (1) Daniel Kahneman (1) Darhan Hıdıraliyev (1) David Almond (2) David Eagleman (1) David Henry Wilson (1) David S. Kidder (1) Dean Burnett (1) Dean Koontz (3) Demir Özlü (1) Didar Çelikkanat (1) Dimitrios Katsikas (1) Doğan Hasol (1) Doğan Yurdakul (1) Doris Lessing (2) Doris Pilkington (1) Dostoyevski (2) Dr. Jekyll ve Mr. Hyde PDF İndir (1) E. L. James (1) Edmondo De Amicis (1) Eduardo Galeano (5) Eduardo Galeno (1) Ekrem Acar (1) Eleanor H. Porter (1) Eleanor Wood (1) Elif Ayla (1) Elif Şafak (1) Elisabeth Craven (1) Elisabeth M. Dodge (1) Eloise James (1) Emin Akif Ersoy (1) Emin Çölaşan (1) Emin Ergen (1) Emine Sevgi Özdamar (1) Emre Kongar (1) Emrullah Erdinç Kitapları (1) Encore Kitap (1) Engin Altelli (1) Enid Blyton (1) Ercan Kumcu (1) Erdal Demirkıran (1) Erdal Sarızeybek (1) Erhan Ateş (1) Eric Ries (1) Erich Von Daniken (2) Ernesto Che Guevara (2) Erol Manisalı (1) Erol Mütercimler (2) Evrim Çalkavur (1) Faruk Duman (2) Faruk Tuncer (2) Fatih Bayhan (1) Fatih Korkmazlar (1) Federico Garcia Lorca (1) Feraye Sünev Çokgürses (1) Ferdinand Von Schirach (1) Ferhan Şensoy (2) Fethiye Çetin (1) Fevzi Çakmak (1) Franz Kafka (3) Frida Nilsson e kitap indir (1) Fuat Sezgin (1) G. H. Hardy (1) Gabriel Garcia Marquez Kitabını İndir (1) Gary Small (1) Gennifer Albin e kitap indir (1) George Orwell (3) Giovanni Guareschi (2) Graham Greene (1) Graham Solomons (2) Gregory Dart (1) Greil Marcus (1) Grigory Petrov (1) Gülden Şen (1) Güler Kazmacı (1) Gülten Dayıoğlu (1) Hagop Mıntzuri (1) Hakan Evrensel (1) Hakan Yaman (1) Hal Edward Runkel (1) Halid Ziya Uşaklıgil (1) Halide Edib Adıvar (10) Halit Ertugrul (1) Haluk Yavuzer (1) Handan Kılıç (1) Haruki Murakami (1) Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi (1) Hasan Basri Efendi (1) Hasan Tuncay (1) Henri Loevenbruck (3) Henry David Thoreau (1) Holly Black e kitap indir (1) Homo Deus (1) Homo sapiens (1) Honore De Balzac (1) Hüseyin Cöntürk (1) Hüseyin Namık Orkun (1) Hüseyin Nihal Atsız (1) HypnoBirthing (1) Igor Stravinsky (1) Ivan Illich (1) İbn Battuta (1) İbrahim Canan (1) İbrahim Sertkaya (2) İhsan Latif (1) İlber Ortaylı (3) İlhan Uçkan (1) İlona Andrews (2) İshak Sunguroğlu (1) İskender Pala (3) İsmet Demir (1) İzzet Bozkurt (1) J. R. R. Tolkien (1) J.G. Sandom (1) Jaap Ter Haar (1) Jack London (1) Jacob Ludwig Carl Grimm (1) James Greer (1) Jane Casey (1) Jean Bricmont (1) Jean Dominique Bauby (1) Jean-Jacques Rousseau (1) Jeff Kinney (1) Jeff Sutherland (1) Jenny Lawson Lawson (1) Jenny Lawson Lawson e kitap indir (1) Jeremy Bernstein (1) Jesse Bering (1) Jheni Osman (1) Joan Aiken (3) Joan D. Vinge (1) Johan Harstad (1) Johann Wolfgang von Goethe (1) John Berger (1) John Coleman (1) John Fowles (2) John Gray (1) John Gribbin (1) John Grisham (2) John Katzenbach (1) John Lloyd (1) John Mitchinson (1) John R. Searle (1) John Scalzi (2) John Steinbeck (2) Jolan Chang (1) Jonathan Safran Foer (1) Jose Rodrigues Dos Santos (1) Jose Saramago (1) Joseph Conrad (1) Jules Verne (2) Juli Zeh (1) Julian Assange (1) Julian Stallabrass (1) Julie Kenner Kitabını PDF İndir (1) K. Beck e kitap indir (1) Kaan Arer E kitap indir (1) Karl Marx (2) Katarina Mazetti (1) Kazım Karabekir (3) Kemal Beydilli (1) Kemal Ekin Aysel (1) Kemal H. Karpat (1) Kemal Sülker (1) Kemalettin Tuğcu Kitapları (40) Kevin Hogan (1) Kevin Mitnick (1) Kiyohiro Miura (1) Kurt Vonnegut (1) Kürşat Başar (1) Laura S. Matthews (1) Leigh Bardugo (1) Leo Panitch Chibber (1) Leyla Azzam (1) Leyla Erbil (1) Leyla Erbil'e Mektuplar (1) Leyla Sabah (1) Lord Jim (1) Lucy Vincent (2) M. Âkif Ersoy (1) M. İlin & E. Segal (1) M. Scott Peck (1) M. Şükrü Hanioğlu (1) Mahfi Eğilmez (1) Mahlon B. Hoagland (1) Mahmut Makal (2) Marcel Ayme (1) Marcel Proust (1) Marcus Thompson (1) Margaret Atwood (1) Maria Montessori (1) Marie Mongan (1) Marlo Morgan (2) Martin Pistorius (2) Mehmet Altan (1) Mehmet Barlas (1) Mehmet Emin Ay (1) Mehmet Kara (2) Mehmet Kartal (1) Mehmet Önder (1) Mehmet Rauf (2) Mehmet Reşit Öztoprak (1) Melik Duyar (1) Melisa Gürpınar (1) Melissa Panarello (1) Memduh Şevket Esendal (1) Mert Altınkaynak (1) Metin And (1) Metin Üstündağ (1) Mıgırdiç Margosyan (1) Michael Brooks (1) Michael Connelly (1) Michael Grant (2) Michael Kohlmeier (1) Michael Korz (1) Michael Löwy (1) Michel Foucault (1) Michio Kaku (2) Mikita Brottman (1) Mim Kemal Öke (1) Mina Urgan (4) Minati Panda (1) Morris Rossabi (1) Muammer Taşçıkan (1) Muhsin Batur (1) Murat Özer (1) Musaffer Kılıç (1) Mustafa Çokay: Hayatı (1) Mustafa Kemal (2) Mustafa Ziyalan (1) Mutlu Dinçer (1) Müjdat Gezen (1) N. G. Çernışevskiy (1) Nalân Mahsereci (1) Namık Kemal (1) Nasır-ı Husrev (1) Nasiruddin Tusi (1) Nazif Ekzen (1) Necati Aydın (1) Necati başaran (1) Necati Demiroğlu (1) Necdet Sakaoğlu (2) Necip Fazıl Kısakürek (2) Necmeddin Sahir Sılan (1) Neda Olsoy (1) Nejat Bozkurt (1) Nicholas Carr (1) Nick Sandberg (1) Nicole Blake (1) Nihat Erim (1) Nil Peri Gökçe (2) Nilgün Marmara (1) Niyazi Berkes (1) Noah D. Oppenheim (1) Nurer Uğurlu (1) Nursel Duruel (2) Olcay Yılmaz (1) Oliver Sacks (2) Onur Ataoğlu (2) Orhan Boran (1) Orhan Gökdemir (1) Orhan Karaveli (2) Orhan Kurmuş (1) Orhan Pamuk (3) Osman Evcan (2) Osmanzade Hüseyin Vassaf (1) Ömer Asım Aksoy (1) Ömer Seyfettin (4) Öner Ünalan (1) Özcan Köknel (1) Özcan Yılmaz (1) Özgür Bacaksız (1) Özgür Bolat (1) Özgür Topyıldız (1) Pablo Neruda (1) Patricia Highsmith (1) Patti Smith (1) Paul Auster (1) Paul Berna (1) Paul Davies (1) Peyami Safa (5) Philip K. Dick (1) Philippe Sollers (1) R.I. Page (1) Rachel Hawkins e kitap indir (1) Rachel Walker (1) Ramazan Balcı (1) Ramazan Şeşen (1) Ray Bradbury (1) Rebecca Solnit (1) Recaizade Mahmut Ekrem (1) Reha Ülkü (1) Reinhold Hartmann (2) Rene Girard (1) Rene Jean Dupuy (1) Reşad Ekrem Koçu (1) Reşat Nuri Güntekin (6) Ricardo Coler (1) Richard Dawkins (3) Richard Feynman (1) Richard Tillinghast (1) Robert Ludlum (1) Robert Philipson (1) Robin Cook (1) Robin Wasserman (1) Roger Garaudy (1) Roger Penrose (2) Rosi Braidotti (1) ry Dart (1) Sabahattin Ali (1) Sadık Hidayet (2) Sait Aytemur (1) Savaş Çoban (1) Scott Maxwell (1) Sefa Saygılı (1) Sefer Turan (1) Selçuk Aydemir (1) Selçuk ÖZTÜRK (1) Selim Yeniçeri (1) Selin Ongun (1) Semih Gümüş (1) Senail Özkan (1) Sergey Lukyanenko (1) Serkan Özel (2) Seth Godin (1) Sevan Nişanyan (2) Seyyid Muradi (1) Sibel Özbudun (1) Sidney Finkelstein (1) Simon Crittle (1) Simone De Beauvoir (2) Sinan Meydan (1) Soner Yalçın (1) Stefan Zweig (5) Stephen King (6) Stephen Lundin (1) Steve Silverman (1) Steve Stewart-Williams (2) Steve Tesich (1) Steven Spielberg (1) Suat Yağmuroğlu (1) Susan Sontag (1) Suzy Favor Hamilton (1) Svagito R. Liebermeister (1) Sylvia Nasar e kitap indir (1) Şahin Uruk (1) Şermin Çarkacı (1) Talat Aydemir (1) Talip Apaydın (1) Tamer Korugan (1) Tami Hoag (1) Tanıl Bora (1) Tarık Akan (1) Tarık Buğra (2) Tekin Ertuğ (2) Terry Eagleton (1) Tess Gerritsen (1) Tevfik Taş (1) Tezer Özlü (2) Theodor Herzl (1) Thomas Bernhard (2) Thomas Hobbes (1) Tom Knox PDF indir (1) Tove Skutnabb-Kangas (1) Tuba Ezici (1) Tuğçe Işınsu (1) Tunca Arslan (1) Turgut Uzer (1) Uğur Canpolat (1) Uğur Mumcu (1) Umay Umay (1) Ursula K. Le Guin (2) Ümit Zileli Kitabını İndir (1) Vedacarya David Frawley (1) Vefa Zat (1) Vera Tulyakova Hikmet (2) Viktor E. Frankl (1) Virginia Woolf (3) Vladimir Arsenyev (2) W. B. Yeats (1) W. R. Reinfeld (1) Wassily Kandinsky (1) Werner Herzog (2) Wilbur Smith (1) Wilhelm Carl Grimm (1) Wilhelm Reich (1) William Gibson (1) William Hope Hodgson (1) William Saroyan (1) Wolfgang Smith (1) Woody Allen (2) Yakup Kadri Karaosmanoğlu (2) Yalçın Küçük (1) Yaşar Ayaşlı (2) Yaşar Kemal (1) Yılmaz Erdoğan (1) Yılmaz Özdil (3) Yılmaz Öztuna (4) Yolande Mukagasana (1) Yuri Bondarev (1) Yusuf Akçura (1) Yusuf Halaçoğlu (1) Yuval Noah Harari (4) Zafer Okur (1) Zafer Toprak (1) Zecharia Sitchin (2) Zeki Kayahan Coşkun (1) Zeki Tez (2) Zeynep Cemali (1) Zeynep Selvili Çarmıklı (1) Ziya Gökalp (4) Zubritski Mitropolski Kerov (1)

Yayın Evleri

ABM Yayınevi (1) Adam Yayıncılık (1) Alfa Yayıncılık (7) Alkım Kitabevi (1) Alter Yayınları (4) Altıkırkbeş Yayınları (5) Altın Kitaplar (13) Ankara Okulu Yayınları (1) Anonim Yayınları (3) Ant Yayınları (1) Arkadya Yayınları (1) Artemis Yayınları (2) Artshop Yayıncılık (1) Arya Yayınları (2) Aşk Kitapları (61) Ataç Yayınları (1) Aykırı Yayınları (2) Ayrıntı Yayınları (7) Babıali Kültür Yayıncılığı (3) Bağlam Yayıncılık (1) Berikan Yayınevi (1) Bilgi Yayınları (2) Bilim ve Gelecek Yayınları (2) Birey Yayıncılık (1) Bordo Siyah Yayınları (1) Butik Yayınları (1) Buzdağı Yayınları (1) Can Yayınları (45) Cinius Yayınları (1) Cumhuriyet Yayınları (1) Çığır Kitabevi (1) Çınar Yayınları (2) Çitlembik Yayınları (1) DBY Yayınları (2) Dergah Yayınları (1) Destek Yayınları (3) Dharma Yayınları (1) Doğan Kitap (8) Doğu Batı Yayınları (1) Domingo Yayınevi (3) Düşünbil Yayınları (1) E Yayınları (1) Eğitim Sen Yayınları (1) Eksik Parça Yayınları (1) Elit Kültür Yayınları (1) Elma Yayınevi (3) Epsilon Yayınları (3) Etkileşim Yayınları (1) Everest Yayınları (10) Evrensel Basım Yayın (7) Genç Destek Yayınları (1) Geyik Yayınları (1) Gün Yayıncılık (3) Hayy Kitap (6) Islık Yayınları (1) Işık Yayınları (2) İleri Yayınları (1) İletişim Yayınları (23) İmge Kitabevi (1) İnkılap Kitabevi (11) İnsan Yayınları (1) İnter Yayınları (1) İş Bankası Kültür Yayınları (9) İşaret Yayınları (1) İthaki Yayınları (4) İz Yayıncılık (2) İzgören Yayınları (1) Kapı Yayınları (1) Kavram Yayınları (1) Kaynak Yayınları (1) Kırmızı Kedi Yayınevi (9) Kitap Zamanı Yayınları (1) Kitsan Yayınevi (1) Koç Üniversitesi Yayınları (1) Kodlab Yayınları (1) Kolektif Kitap (4) Koridor Yayıncılık (2) Köxüz Yayınları (1) Kuraldışı Yayınları (1) Kurtuba Kitap (2) Kurtuba Yayınları (1) Kuzey Yayınları (2) Kültür Bakanlığı Yayınları (1) Kültür Kitapları (8) Litera Yayıncılık (1) Literatür Yayıncılık (5) Martı Yayınları (6) Maya Kitap (2) MediaCat Yayınları (4) Meta Yayınları (1) Metis Yayıncılık (2) Metis Yayınları (6) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları (2) Milliyet Yayınları (5) Mobidik Yayınları (1) Nemesis Kitap (2) Nesil Yayınları (4) Nesin Yayınevi (1) Nobel Akademik Yayıncılık (1) Nokta Yayıncılık (1) Notos Kitap (3) Oda Yayınları (1) ODTÜ Yayıncılık (3) Oğlak Yayıncılık (1) Okuyan Us Yayınları (2) Okyanus Yayıncılık (1) Olimpos Yayınları (1) Optimist Yayınları (1) Ortaoyuncular Yayınları (1) Overteam Yayınları (1) Ötüken Neşriyat (7) Ötüken Neşriyat Yayınları (4) Özgür Yayınları (1) Pan Yayınları (2) Panama Yayıncılık (1) Paradoks Kitap (1) Parola Yayınları (1) Payel Yayınevi (1) Pegasus Yayınları (4) Phoenix Yayınları (2) Pinhan Yayıncılık (1) Plato Film Yayınları (2) Polat Kitapçılık (1) Portakal Yayınları (1) Pozitif Yayınları (2) Profil Yayıncılık (2) Propaganda Yayınları (8) Purnam Yayınları (1) Remzi Kitabevi (5) Ruh ve Madde Yayınları (2) Sanat A.Ş (1) Say Yayınları (5) Sel Yayıncılık (6) Siren Yayınları (2) Sis Yayınları (2) Sokak Yayınları (1) Sol Yayınları (2) Sözcükler Yayınları (1) Su Yayınevi (1) Sümer Yayınevi (1) Şule Yayınları (1) Tarih Vakfı Yurt Yayınları (1) Tekhne Yayınları (1) Tercüman Yayınları (2) Timaş Yayınları (10) Toker Yayınları (2) Truva Yayınları (1) Tudem Yayınları (3) Tübitak Yayınları (12) Türk Dil Kurumu Yayınları (1) Uğur Mumcu Vakfı Yayınları (1) Ütopya Yayınevi (1) Varlık Yayınları (4) Yabancı Yayınevi (2) Yağmur Yayınları (2) Yakamoz Yayınları (3) Yapı Kredi Yayınları (38) Yeditepe Yayınevi (1) Yediveren Yayınları (1) Yeni Akademi Yayınları (2) Yeni Avrasya Yayınları (1) Yitik Hazine Yayınları (2) Yol Yayınları (1) Yurt Kitap Yayın (3) Zafer Yayınları (1)