Translate

7 Eylül 2022 Çarşamba

Alper Canıgüz – Tatlı Rüyalar Kitabını Pdf İndir


Zeki Müren’in Zeki Müren rolünde olduğu filmlerde canlandırdığı karakterlerin gerçek Zeki Müren ile ilgisi ne kadarsa, bu kitapta sözü edilen kişi ve olayların gerçekle ilgisi o kadardır. HAYATIMI SATIYORUM! 25 yaşında, iyi eğitimli, iki yabancı dil bilen sağlıklı genç, geri kalanını temin edebilmek amacıyla hayatının bir bölümünü satıyor.

 İlgilenenler aşağıdaki telefon numarasına başvurarak randevu alabilir Hector, Pazar sabahı kahvaltısına renk katan bu dâhiyane “ne iş olsa yaparım” ilanını veren kişiyle tanışmak için kalan çayını bir yudumda bitirip heyecanla telefona sarıldı. Tam aradığım adam diye düşünürken karşı taraftan ince bir ses duydu.

 “Alo?” 

Acaba satıcı bir kadın mıydı? 

“Ben gazetedeki satılık hayat ilanınız için aramıştım,” dedi nezaketle. 

“Evet?”

 “Evet, ne?” 

Beş on saniyelik rahatsız edici bir sessizliğin ardından Hector konuşmaya devam etmesi gerekenin kendisi olduğuna karar verdi. “Hayatını satan kişi siz misiniz?”

 “Hayır.” 

Hector’un sinirleri bozulmaya başlamıştı. 

“Peki kim?” 

“Üzgünüm, bu konuda size bilgi veremem.”

İndirmek için alttaki linke TIKLA

10 Mayıs 2022 Salı

Norman Spinrad – Druid Krallığı Kitabını PDF İndir

 


Galya kabilelerinin yaşadığı topraklar batıda Pirene’nin engebeli dağlarından doğuda karla kaplı görkemli Alp Dağları’na, her zaman nemli ve sisli Kuzey Denizi kıyılarından ılık güney havasının Akdeniz kokusuna karışarak ulaştığı dağlara kadar uzanıyordu. Aslında Edui ve Arverni, Carnutelar ve Belovaquelar, Turonlar ve Santonlar’la tüm diğer kabilelere ait araziler; onların çiftlikleri, şehirleri, kırsal alanları adeta bir ağaç okyanusunun ortasındaki birer ada gibiydi. Bu insanların hayatlarına hükmeden devasa ormanlar, dağların doruklarından vadilere kadar uzanarak yaşamlarını yeşilin türlü tonlarına boyamaktaydı. İşte bu yüzden onlar için hükümran, insanoğlu değil meşe ağaçlarıydı. Bu uçsuz bucaksız meşe ormanlarının derinliklerinde yabani bitkilerle örülü çalılar, mantarlar ve yosun tutan kayalarla çevrelenmiş boş, açık bir alan bulunuyordu. Bu açık alanın tam ortasında ise parlak öğle güneşiyle aydınlanan Guttuatr, tüm Galyalıların Baş Druid’i duruyordu. Guttuatr uzun, hafif kambur, orta yaşın henüz başlarında bir adamdı. Saçları ve düzgün kesilmiş sakalı gümüş grisiydi. Üzerinde kabilesinin kendine özgü renklerini taşımayan beyaz bir cüppe vardı. Cüppenin bol başlığı yüzünü büyük ölçüde örtse de bu dünyadan öbür dünyaya uzanan derin, yeşil gözleri ve iri burnu açıkta kalıyordu. Elinde her zaman meşe ağacından yontulmuş asasını taşır ama hiçbir zaman onu bir baston niyetine kullanmaz, ona yaslanarak güç almaya çalışmazdı. Nitekim asanın ucunda iki elma büyüklüğünde demir bir yıldız vardı. Baş Druid önce tam tepedeki güneşe sonra da gölgesinin en kısa haline bakmış, ardından asasını insan boyunun dörtte biri kadar havaya kaldırmıştı. Beyaz cüppeleri, ait oldukları kabilenin renkleriyle bezeli druidler, reislerinin önünden usul usul geçerek açık alanda yan yana dizilmeye başlamışlardı. Baş Druid’in çevresinde bir halka oluşturmuş, sükünetle bekliyorlardı.

Guttuatr asasını yeniden göğe kaldırmıştı; hiç kimse ne kıpırdıyor ne de tek bir kelime ediyordu. Belli belirsiz seçilen ay, altın sarısı güneşin çaprazına doğru yol alıyordu. Gökyüzü koyu maviye dönmeye başlamıştı. Sessizliği bozan Baş Druid Guttuatr oldu. “Cennette olduğu gibi yeryüzünde de gecenin tanrıları güne hükmetmeye çalışır. Aslında bu, karanlığa hizmet edenlerle aydınlık için çabalayanların arasındaki savaştır. Dünyada olduğu gibi cennette de…” Ay, ağzını sonuna dek açmış bir canavar gibi altın sarısı güneşi ağzının içine atıp çiğnemeye başlamıştı. Güneşi birazdan tamamen mideye indirecekti. Kabile liderleri homurdanıp oldukları yerde huzursuzca hareket etmeye başlamışlardı. Druidler sessizliklerini korurken tüm gözler Guttuatr’a dönmüştü. Tüm gözler ondan gelecek bir hareketi bekler gibiydi. Gittikçe yavaşlamakta olan kabile liderlerinin mırıltılarından başka çıt çıkmıyordu ortalıkta. Derken bu garip homurtuya, yuvalarına dönen gündüzcü kuşların sesleri ile yeni bir geceyi karşılamakta olan gececi kuşların çığlıkları karışmıştı. Kan kırmızısı mehtap, göz alıcı pırıltısını ormanın üzerine düşürmesiyle bu garip seremoniye köpek ve kurt ulumaları da uzaktan eşlik etmeye başlamıştı. Ve gece alçalmaya başlamıştı.

Hava tamamen kararınca yıldızlar bir bir ortaya çıkmış, güneşin davetkâr yüzü karanlığın içinde cazibesini yitirmişti. Ertesi sabaha kadar da kutsal bir tanrının tacında alev almaya hazır bir tül olarak kalacaktı. “Gece günü alt eder!” Guttuatr var gücüyle haykırmıştı. Onu takip eden dört druid ise kabile geleneklerinin dışına çıkarak, “Karanlık ışığı yutar!’ diye bağırmıştı. Druidler, Guttuatr’ın etrafındaki çemberi daraltıyordu. Guttuatr ise usul usul bir ilahiye başlamıştı: “Yüce Tekerlek döner, biz de onunla beraber döneriz…” Guttuatr’ın etrafında oluşturdukları halkada dönen druidler yanıtladı: “Sonsuz olan da budur ve o …” “Cennette olduğu gibi yeryüzünde de…” “Yeryüzünde olduğu gibi cennette de…” “Haydi! Yüce Tekerlek bizle beraber dönsün,” diye bağırdı Guttuatr. Asasını göklere hükmetmek istercesine havaya kaldırdı: “Gece günün içinde!” Bir kez daha havaya kaldırdı asasını: “Karanlık ise aydınlığın! Haydi Yüce Tekerlek!” Aniden tüm kabile reisleri ve druidler hep bir ağızdan bağırdılar; bu dehşetin değil, hayranlık ve mucizenin çığlığıydı. Druidler birdenbire dönmeyi bırakmış ve Guttuatr’ın gerisinde, yukarıda bir noktaya odaklanmışlardı. Büyüsünü yitiren bu garip seremoninin yerini, gökyüzündeki bir noktaya odaklanmış şaşkın kalabalığın anlamsız bağırışları almıştı. Guttuatr etrafında bir şey arıyor gibi kendi çevresinde dönmeye başlamıştı. Boşluğun derinliklerinde bir ışık huzmesi belirmişti. Ortalık gitgide aydınlanıyordu. Bu, doğarken ortalığı aydınlığa boğan yeni bir yıldızdı. Olanlar karşısında Guttuatr’ın ağzı bir karış açık kalmış, gözleri fal taşı gibi açılıvermişti. Kendini Tanrı’yla yüz yüze hissediyordu.

“Binlerce yılda bir…” Baş Druid’in sesi bir fısıltı olarak çıkmıştı. Kabile reisleri de donakalmıştı. Druidler ise çemberi daha da daraltarak Baş Druid’e sokulmuştu. İçlerinden biri, “Baş Druid, bu ne anlama geliyor?” diye sordu. Guttuatr istemeyerek de olsa dikkatini bu görkemli işaretten soruyu sorana çevirmişti. “Bu büyük bir dönüşümün habercisi.” Yoldaşlarına bu açıklamayı yaparken epeyce zorlanmıştı. “Büyük bir çağ, bir yenisine yol vermek için kapanıyor.” “Peki ne?” “Bu çağa ait hiç kimse bu dönüşümün insanlığa neler getireceğini bilemez.” Guttuatr’ın sesi sert ve kararlı çıkmıştı. “Bizler dünyevi çekişmelere gereğinden fazla burnumuzu soktuk. Bu seremoniye de, Tanrılar önce davranıp bizim yerimize bitirmeden son vermeliyiz.” Guttuatr asasını yeniden havaya kaldırıp haykırdı: “Ey sizler, farkına varın ki Tanrılar bizden ne istediklerini haber veriyor! Karanlıktan ışığa! Işıktan gündüze! Haydi! Yüce Tekerlek dönsün!” Druidler telaşla, biraz da ne yaptıklarını bilmeyerek dönmeye ve ayinlerini söylemeye devam ediyorlardı. Reisler ise geri çekilmişti. “Biz etrafımızda dönüyoruz, dönüyoruz, dönüyoruz…” “Bırakın Yüce Tekerlek de bizimle dönsün.

” Guttuatr komutunu vermişti. Ay da sanki bu komutu duymuş gibi midesine indirdiği aydınlığı adeta kusmaya başlamıştı. Gökyüzü yeniden pembe ve altın sarısının her tonunu barındıran olağanüstü bir mehtapla aydınlanıyordu. Orman da uykusundan uyanıyor, masmavi gökyüzünde ışıl ışıl parlayan güneş, yeşil örtünün üzerinde yükseliyordu. Druidlerin seremonisi bir kez daha yerini bulmuştu. Ya da öyle görünüyordu. Yarım düzine kızarmış yaban domuzu ve bir o kadar da yağları harlı ateşe damlayan kuzu, havayı leziz bir duman ve is kokusuna boğuyordu. Genç erkekler buharı tüten ekmek somunlarını fırının içinden yassı küreklerle çekip, ılımaları için bir kenara diziyorlardı. Köylüler ise küfelerini tepeleme kırmızı elma, beyaz turp ve henüz toplanmış taze sebzelerle doldurmuşlardı. Ozanlar da hem harplarını konuşturuyor hem de hizmetlilerin eşlik ettiği bir şarkıyı söylüyorlardı. Bu Vercingetorix için, babası Keltill ile ailesine ait çiftlik evinden güneşli bir öğleden sonra çıktıkları günden bu yana yaşadığı en güzel gündü. Babasının Arvernilerin reisi ilan edilişinin şerefine düzenlenen şölen yemeğiydi. Keltill kaslı ve güçlü vücut yapısına rağmen, bir Galyalı için orta boylu sayılırdı. Ama henüz on dördünü sürmekte olan oğlunun gözünde gerçek bir devdi. Druidlerin de ilan ettiği gibi, babasının sahip olduğu toprakların tümü tanrıların da izniyle ona geçebilirdi fakat babasının tebaasının gözlerinde gördüğü itaat, tanrıların kendisine bağışlayabileceğinden çok daha anlamlıydı.

Tıpkı kendisini kutsayan yüzlerde gördüğü gülümseme gibi. Keltill, tebaası tarafından sevilen hatta tapılan bir liderdi. Keltill, yüzünde kocaman bir gülümseme ve şapırdamasına engel olamadığı dudaklarıyla bira taşıyan arabacıya seğirtmişti. El arabasını süren kel ve tıknaz biracı, Keltill’in gözlerindeki hevesli pırıltıyı yakalayınca iki farklı fıçıdan, iki tası ağzına dek köpüklü birayla dolduruvermişti. Sol elindeki tası Keltill’e uzatarak, “Bunun daha çeşnili olduğunu söyleyebilirim,” dedi. “Ama bunun da hassası daha kuvvetlidir.” Keltill önce kendisine ilk uzatılanı sonra da diğerini bir dikişte içti. “Pekâlâ, hangisini daha çok beğendiniz?” Biracı dayanamayıp sormuştu. “Sen benim bira tadıp da beğenmediğimi gördün mü?” Keltill ağız dolusu bir kahkaha atıp yüzünde asılı kalan gülümsemeyle oğluna döndü: “Sen ne diyorsun Vercingetorix, yorum yapmanın bir önemi var mı? Galya’nın tüm genç delikanlıları gibi Vercingetorix da sulandırılmış biranın tadına aşinaydı; özellikle de inekler sütten kesildiğinde ya da telef olduklarında içtiklerine. Şimdi ilk kez sulandırılmamış gerçek erkek birası tadacaktı. Daha çeşnili olduğu söylenen biradan çekingen bir yudum aldı. Sert ve tatlıydı. Babasının onu izleyen bakışları altında, bu kez tası başına dikerek daha büyük bir yudum aldı biradan. Ağzında buruk, acımsı bir tat kalmıştı ve bu tattan pek de hoşnut olduğu söylenemezdi. “Pekâlâ,” diyerek soran gözlerle oğluna baktı Keltill.

“Ah… Güzel. İyi… hımm, bol köpüklü!” Keltill ikinci tası uzattı oğluna. Vecingetorix bu kez gerçek bir yetişkin gibi duraksamadan dayadı tası ağzına ve ağız dolusu içmeye başladı. Daha az acı, aynı zamanda daha az tatlıydı. İlki kadar sert de sayılmazdı. “Çok daha iyi!” dedi samimiyetle. “Babasının oğlu,” diyerek oğlunun omzuna hafif bir şamar indirdi, keyfi yerindeydi. “Tam da benim hissettiklerim. Biraları tadan delikanlıyı duydun, her birinden yirmişer fıçı!” “İkisinden de mi?” Bira satan adam Keltill’i şüpheyle süzüyordu. “Parası ne olacak?” “Sen sadece fiyatı söyle. İkimiz de ölüp öbür dünyayı boyladığımızda, Gallik geleneğinde olduğu gibi sana iki katını ödeyeceğim!” “Çok cömertsin Keltill fakat ben ve ailem bu dünyada aç kalırsak, senden epey önce boylarız öbür dünyayı. Bu yüzden eğer umursamayacaksan…” “Eğer böyle davranacaksan…” dedi Keltill, kabaca ve hesapsızca harcadığı deri kesesindeki paralardan bir tane metal para çıkarıp biracıya uzattı.

Neil Gaiman – Mezarlık Kitabı Kitabını PDF İndir

 


Nobody ’ nin Mezarlığa Gelişi Karanlıkta bir el bir bıç Jack denenen adam sahanlıkta durdu. Sol eliyle siyah paltosunun cebinden büyük bir beyaz mendil çıkardı: bıçağı ve onu tutmakla olan eldivenli sağ elini sildi, sonra da mendili yerine koydu. Av bilmek üzereydi. Kadını yatakta, adamı yatak odasının zemininde, büyük çocuğu da oyuncaklar ve yarı bitmiş maketlerle dolu rengarenk odasında bıraktı. Böylece geriye halledilmesi gereken bir tek ulaklık, yeni yeni yürümeye başlamış bir bebek, kalmıştı. Bir tane daha ve sonra görevi sona erecekti. Jack denen adam parmaklarını esnetti. O, her şeyden önce, bir profesyoneldi, ya da kendisi öyle diyordu, ve işini tamamlayana kadar güJümsemezdi. Saçlan ve gözleri siyahtı, en ince kuzu derisinden yapılmış siyah eldivenler takıyordu. Küçük çocuğun odası evin en tepesindeydi. Jack denen adam hiç ses çıkarmadan merdiveni tırmandı. Sonra çatı katının kapısını açıp içeri girdi. Siyah deri ayakkabıları vardı ve öyle bir cilalannıışlardj ki. kara aynalar gibi parlıyorlardı. Onlara baktığınızda ayın minik yanmay şeklindeki yansımasını görebilirdiniz.

Asıl ay kanatlı pencereden parlıyorfi du. Işığı o kadar parlak değildi, sisle dağılıyordu, ancak Jack denen adamın bolca ışığa ihtiyacı yoktu. Ay ışığı onun için yeterliydu işini götürdü. Karyolanın içindeki çocuğun şeklini seçebiliyordu; kafasını, kollarını, bacaklarını ve gövdesini. Karyolanın, çocuğun dışarı çıkmasını önlemek için, yüksek, ahşap çubuk kenarları vardı. Jack öne eğilip bıçağı tutan sağ elini kaldırdı ve çocuğun göğsünü hedef aldı … ve elini indirdi. Karyolanın içindeki şekil bir oyuncak ayıya aitti. Çocuk yoktu. Jack denen adamın gözleri loş ay ışığına alışkındı, bu yüzden lambayı yakmaya gerek duymuyordu. Aslında, ışık o kadar da önemli değildi. Onun başka hünerleri de vardı. Havayı kokladı. Yanında getirdiği kokulara aldırmadı, göz ardı edebileceği kokuları bırakıp, bulmaya geldiği şeyin kokusuna odaklandı. Çocuğun kokusunu alabiliyordu: çikolata parçalı kurabiyeler gibi sütlü bir koku; ıslak, tek kullanımlık gece bezinin ekşi ve keskin kokusu. Çocuğun saçındaki şampuanın, taşıdığı küçük ve plastik -bir oyuncak- diye düşündü, ama sonra, yo, emebileceği bir şey! diye fikrini değiştirdi- şeyin kokusunu alabiliyordu.

Çocuk bir süre önce buradaymış. Ama artık burada değildi. Jack denen adam burnuna gelen kokulan takip ederek merdiveni indi ve dar, yüksek evin ortasına geldi. Banyoyu, mutfağı, kurutma dolabını kontrol etti. Sonunda da, bisikletler, bir yığın boş alışveriş poşeti, yere düşmüş bir bebek bezi ve sokağa açılan kapıdan içeri sızan başıboş sis filizlerinden başka hiçbir şeyin olmadığı alt kattaki hole baktı. İşte o zaman Jack denen adam ufak bir ses çıkardı, hem hüsran hem de tatminle dolu bir homurtu. Bıçağı uzun paltosunun cebindeki kınına sokup sokağa çıktı. Ay ışığı vardı, bir de sokak lambaları, ama sis her şeyi bastırıyor, ışığı zayıflatıyor, sesleri boğuyor, geceyi gölgeli ve tehlikeli hale getiriyordu. Önce tepenin aşağısındaki kapalı dükkanların ışıklarına, ardından sokağın yukarısına, eski mezarlığın karanlığına uzanan ve tepeyi sarmalayan son yüksek evlerin bulunduğu yere baktı. Havayı kokladı. Sonra hiç acele etmeden tepeyi tırmanmaya başladı. Çocuk, yürümeye başladığından beri, anne babasının hem baş belası hem de sevinci olmuştu, çünkü bu kadar çok gezinen, tırmanan, bir yerlere girip çıkan bir çocuk daha olamazdı. O gece, odasının altındaki katta düşen bir şeyin patırtısına uyanmıştı. İyice uyandıktan kısa bir süre sonra sıkılmış ve karyolasından dışarı çıkmak için bir yol aramaya başlamıştı. Tıpkı aşağıda duran oyun parkının duvarları gibi, karyolanın da yüksek kenarları vardı, ama onlun aşabileceğine inanıyordu.

Tek yapması gereken bir adım almaktı… Altın rengi büyük oyuncak ayısını karyolanın köşesine götürdü. Minik elleriyle parmaklıklara tutunup bir ayağını ayının kucağına diğerini de kafasına koydu ve kendini çekip ayağa kalktı. Sonra yan tırmanarak yarı devrilerek korkuluğu aşıp karyoladan çıktı. Bazısı daha altı ay önce birinci yaş gününde akrabalarının getirdiği, bazısıysa ablasının eskileri olan tüylü, kabarık oyuncaklardan oluşan küçük bir yığının üstüne pat diye indi. Yere düştüğünde şaşırdı, ama ağlamadı: Eğer ağlarsanız, gelip sizi karyolanıza koyarlardı. Emekleyerek odadan dışarı çıktı. Merdiveni tırmanmak ince ve riskli bir işti, o konuda henüz ustalaşmam işti. Ama merdivenden aşağı inmenin basit olduğunu keşfetmişti. Oturarak, her basamağı güzelce bezienmiş poposunun üstünde hoplaya hoplaya iniyordu. Annesinin, artık büyüdüğü için bırakması gerektiğini söylediği emziğini emiyordu. Merdivenden aşağıya popo üstünde sürdürdüğü yolculuğu sırasında bezi gevşemişti ve son basamağa gelip, küçük holde ayağa kalktığında bez düştü. Bezi düştüğü yerde bıraktı. Üstünde yalnızca bir çocuk geceliği vardı. Odasına ve ailesine giden merdivenler dik ve tehditkarken, sokak kapısı açık ve davetkardı… Çocuk tereddütle evden dışarı adım attı. Sis, uzun süredir görmediği bir arkadaşıymış gibi etrafını sarmaladı.

Oğlan, ilk başta kararsızca, ardından artan bir hız ve güvenle yalpalaya yalpalaya tepeyi tırmanmaya başladı. Tepenin başına yaklaştıkça sis seyreliyordu. Yanmay parlıyordu,-ama etraf gündüz gibi ışıl ışıl değildi -hem dc hiç- ancak mezarlığı görecek kadar aydınlıktı. Bakın. Terk edilmiş cenaze şapelini, şapelin asma kilitli demir kapılarını, çan kulesini saran sarmaşığı, çatı oluğundaki küçük ağacı görebiliyordunuz.

30 Mart 2022 Çarşamba

Ferenc Molnar – Pal Sokağı Çocukları Kitabını PDF İndir

 


Ferenc Molnar yabancı ülkelerde daha çok Franz Molnar diye tanınmıştır. Öyküleri, oyunları ve romanları ona yazın dünyasında parlak bir ün kazandırmıştır. Oyunlarının birçoğu beyaz perdede ve tiyatro sahnelerinde zevkle seyredilmekte ve alkışlanmaktadır. Her bakımdan yetkin bir roman olan ”Pâl Sokağı’nın Çocukları” ise Macar gençlik yazınının en güzel yapıtı sayılır. Çocuklarımızın, ellerine geçen kitapları, dergileri satır satır nasıl didiklediklerini görüyoruz. Okulda okuyorlar, yolda okuyorlar, evde okuyorlar. Okula gidenler okuyor; sokakta gezenler okuyor; cami avlularında, boş arsalarda “meşin eskitenler”; deniz kıyısında balık tutanlar… Hepsi okuyor. Onlar, bu davranışlarıyla, yaprakları durmadan kemiren ipekböceklerine benziyorlar. Vakit ve olanak bulabilenler için, bu sevimli böceklerin önüne renkli ve kokulu yapraklar atıp bunları nasıl iştahla yediklerine bakmaktan daha zevkli ne olabilir! Bu güzel kitabı onlar için çevirdim ve emeğimin boşa gitmediğine eminim. Saat bire tam çeyrek vardı ki, doğa bilimleri salonunda öğretmen masasında, uzun ve boş deneylerin sonunda, güçlükle, heyecanlı bekleşmelerin ödülü olarak, Bunsen lambasının renksiz alevinde zümrüt yeşili, nefis bir çizgi parladı. Bu, öğretmenin, alevi yeşile boyadığını kanıtlamak istediği maddenin gerçekten alevi yeşile boyadığını gösteriyordu. Evet, bire çeyrek kala, tam bu zafer dakikasında, komşu evin avlusundan piyano sesleri gelmeye başladı ve bununla, sınıftaki ciddilik ortadan kalkıverdi. Bu sıcak mart gününde pencereler ardına kadar açıktı ve müzik, serin ilkyaz rüzgârının kanatlarında dersliğe doluyordu. Bu, piyanoda bir yürüyüş marşına dönüşen oynak bir Macar havasıydı ve öyle tatlı, öyle şen yankılanıyordu ki, bütün sınıf gülümsemek istedi; hatta, gerçekten gülümseyenler bile oldu. Bunsen lambasında yeşil alev neşeyle dalgalanıyordu ve buna ancak ön sıradan birkaç çocuk dalmıştı.

Ferenc Molnar yabancı ülkelerde daha çok Franz Molnar diye tanınmıştır. Öyküleri, oyunları ve romanları ona yazın dünyasında parlak bir ün kazandırmıştır. Oyunlarının birçoğu beyaz perdede ve tiyatro sahnelerinde zevkle seyredilmekte ve alkışlanmaktadır. Her bakımdan yetkin bir roman olan ”Pâl Sokağı’nın Çocukları” ise Macar gençlik yazınının en güzel yapıtı sayılır. Çocuklarımızın, ellerine geçen kitapları, dergileri satır satır nasıl didiklediklerini görüyoruz. Okulda okuyorlar, yolda okuyorlar, evde okuyorlar. Okula gidenler okuyor; sokakta gezenler okuyor; cami avlularında, boş arsalarda “meşin eskitenler”; deniz kıyısında balık tutanlar… Hepsi okuyor. Onlar, bu davranışlarıyla, yaprakları durmadan kemiren ipekböceklerine benziyorlar. Vakit ve olanak bulabilenler için, bu sevimli böceklerin önüne renkli ve kokulu yapraklar atıp bunları nasıl iştahla yediklerine bakmaktan daha zevkli ne olabilir! Bu güzel kitabı onlar için çevirdim ve emeğimin boşa gitmediğine eminim. Saat bire tam çeyrek vardı ki, doğa bilimleri salonunda öğretmen masasında, uzun ve boş deneylerin sonunda, güçlükle, heyecanlı bekleşmelerin ödülü olarak, Bunsen lambasının renksiz alevinde zümrüt yeşili, nefis bir çizgi parladı. Bu, öğretmenin, alevi yeşile boyadığını kanıtlamak istediği maddenin gerçekten alevi yeşile boyadığını gösteriyordu. Evet, bire çeyrek kala, tam bu zafer dakikasında, komşu evin avlusundan piyano sesleri gelmeye başladı ve bununla, sınıftaki ciddilik ortadan kalkıverdi. Bu sıcak mart gününde pencereler ardına kadar açıktı ve müzik, serin ilkyaz rüzgârının kanatlarında dersliğe doluyordu. Bu, piyanoda bir yürüyüş marşına dönüşen oynak bir Macar havasıydı ve öyle tatlı, öyle şen yankılanıyordu ki, bütün sınıf gülümsemek istedi; hatta, gerçekten gülümseyenler bile oldu. Bunsen lambasında yeşil alev neşeyle dalgalanıyordu ve buna ancak ön sıradan birkaç çocuk dalmıştı.

Gereyb ayağa kalkmak isteyen insanın yaptığı gibi, sıranın altında ayaklarını yere sürtmeye başladı. Barabaş hiç sıkılmadan muşambasını dizlerine yaydı; kitapları boy sırasıyla üst üste koydu. Sararken sırımı öyle güçlü sıktı ki altındaki sıra bile gıcırdadı ve kendisi kıpkırmızı oldu. Özetle, herkes çıkmak için hazırlık yapıyordu. Beş dakika sonra her şeyin sona ereceğinden haberi olmayan yalnızca öğretmendi. Yumuşak bakışlarını sevimli çocuk başlarının üstünde dolaştırarak: – Bu ne? diye seslendi.

N. H. Kleinbaum – Ölü Ozanlar Derneği Kitabını PDF İndir

 


Vermont’un uzak tepeleri üzerine kurulmuş bir özel okul olan Welton Akademisi’nin taş kilisesinde, üzerlerinde akademi ceketleriyle üç yüzden fazla genç, çevreleri kendilerine gururla bakan anne babalarıyla kuşatılmış bir halde, uzun koridorun iki yanına dizilmiş, bekleşiyordu. Kısa boylu, yaşlıca bir adam uçuşan giysisiyle bir mum yakıp, sancak taşıyan öğrencilerden, cübbeli öğretmenlerden ve mezunlardan oluşan alayın önünde uzun koridorun taş zemini boyunca yürüyerek kutsal kiliseye girerken, gaydadan yükselen melodinin yankısı duyuldu. Sancak taşıyan dört genç, ağırbaşlı bir tavırla, kürsüye doğru uygun adım yürüdü. Yaşları daha büyük bir grup adam ağır ağır onları izliyordu. En sondaki adam, yanan mumu gururla taşıyordu. Altmışlı yaşlarının başında, iri yapılı bir adam olan Gale Nolan, kürsüde durup geçit töreninin bitmesini bekledi. “Bayanlar, baylar… gençler…” dedi dramatik bir sesle. Mumu taşıyan adamı işaret etti: “Bilginin ışığı.” Yaşlı adam mumla birlikte bir adım öne çıkarken, izleyiciler kibarca alkışladılar. Gayda çalan adam kürsünün köşesindeki yerine doğru yürüdü. Sancak taşıyan dört kişi, üzerlerinde “Gelenek”, “Onur”, “Disiplin” ve “Mükemmellik” yazan bayraklarını indirip sessizce izleyicilerin arasına oturdular. Mumu taşıyan adam, seyircilerin önüne gitti. En genç öğrenciler ellerinde yanmayan mumlarla oturuyorlardı. Adam yavaşça eğildi ve koridorun başında bulunan Öğrencinin mumunu yaktı. “Bilginin ışığı yaşlıdan gence geçecek” dedi Müdür Nolan ciddi bir sesle; bu arada her öğrenci yanında oturan kişinin mumunu yakıyordu.

“Bayanlar baylar, değerli mezunlarımız ve öğrencilerimiz… Bu yıl, yani 1959 yılı, Welton Akademisi’nin kuruluşunun yüzüncü yılı. Yüz yıl önce, 1859’da, bu salonda oturan kırk bir gence, şimdi sizin her yarı yılın başında karşılaştığınız soru soruldu.” Nolan söylediklerinin etkisini artırmak istercesine sustu; bakışlarını yüzlerinde gergin ve korku dolu bir ifadeyle kendisini izleyen gençlerle dolu salonda gezdirdi. “Baylar” diye bağırdı Nolan, “dört esasımız nedir?” Salondaki gergin sessizlik, yanıt vermek üzere ayağa kalkan öğrencilerin ayak sesleriyle bozuldu. Okul ceketi giymeyen birkaç öğrenciden biri olan on altı yaşındaki Todd Anderson, çevresindekilerle birlikte kalkmakta tereddüt etti. Annesi onu dürttü. Todd’un asık yüzünde mutsuz bir ifade vardı; gözleri öfke doluydu. Diğer öğrenciler hep bir ağızdan bağırırlarken, o sessizce izlemekle yetindi. “Gelenek! Onur! Disiplin! Mükemmellik!” Nolan başını sall sessizlik hâkim oldu. “İlk yılında” diye bağırdı Müdür Nolan mikrofona, “Welton Akademisi beş mezun verdi.” Bir an durdu. “Geçen yıl elli bir öğrenciyi mezun ettik. Bu öğrencilerin yüzde yetmiş beşinden fazlası eğitimini önemli üniversitelerde devam ettiriyor.” Salonda büyük bir alkış koptu. Oğullarının yanında oturan ve büyük bir gurur duyan anne babalar, Nolan’ı çabalarından dolayı kutluyorlardı.

Sancak taşıyan iki öğrenci, on altı yaşındaki Knox Overstreet ve arkadaşı Charlie Dalton da alkışlara katıldı. İkisi de okul ceketlerini giymişlerdi; anneleriyle babalarının arasında oturuyorlardı. İyi bir üniversitede okumak onların da hayaliydi. Knox’un kısa kesilmiş, kıvırcık saçları, etkileyici bir gülümsemesi ve atletik bir vücudu vardı. Charlie ise hem yakışıklı hem de sevimliydi. “Elde edilen bu başarı” diye devam etti Müdür Nolan, Knox’la Charlie arkadaşlarına bakarlarken, “burada öğretilen ilkelere sonuna kadar bağlı kalınmasının sonucudur. Anne babalar bu yüzden evlatlarını buraya gönderiyorlar. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri’nin en iyi hazırlık okulu biziz.” Nolan durup alkışların dinmesini bekledi. “Yeni öğrenciler” diye devam etti, Welton Akademisi’nin sıralarına oturmak için bekleyen en yeni öğrencilere bakarak, “başarının sırrı bu dört esasta gizli. Aynı şey yeni gelenlerden son sınıfa kadar bütün öğrencilerimiz için geçerli.” Yeni gelen lafını duyan Todd Anderson, oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Yüzünden ne kadar düşünceli olduğu anlaşılıyordu. “Bu dört esas okulumuzun temelini oluşturuyor. İleride de sizin yaşamlarınızın kilometre taşlarını oluşturacaktır.

Welton Derneği adayı Richard Cameron” diye seslendi Nolan; sancak taşımış olan öğrencilerden biri ayağa fırladı. “Buyurun efendim?” diye bağırdı Cameron. Yanında oturan babasının yüzü gururla parladı. “Cameron, gelenek nedir?” “Gelenek, Bay Nolan; okul, ülke ve aile sevgisidir. Bizim Welton’daki geleneğimiz ise hep en iyi olmaktır!” “Güzel, Bay Cameron. “Welton derneği adayı George Hopkins. Onur nedir?” Cameron ciddi bir tavırla yerine otururken, babası keyifle gülümsüyordu. “Onur, saygınlıktır ve görevlerin yerine getirilmesidir” diye yanıt verdi George Hopkins. “Güzel, Bay Hopkins. Onur Derneği adayı Knox Overstreet.” Sancak taşıyanlardan biri olan Knox ayağa kalktı. “Buyurun, efendim.” “Disiplin nedir?” diye sordu Nolan. “Disiplin, anne babaya, öğretmenlere ve okul müdürüne saygı duymaktır. Disiplin, içten gelen bir şeydir.

Teşekkür ederim, Bay Overstreet. Onur adayı Neil Perry.” Knox yerine oturduğunda gülümsüyordu. İki yanında oturan annesiyle babası, ona cesaret vermek istercesine omuzlarını okşadılar. Neil Perry ayağa kalktı. Welton ceketinin göğüs cebine iğnelenmiş bir sürü başarı arması vardı. Onaltı yaşındaki genç, saygıyla ayağa kalkmıştı, ancak Müdür Nolan’a bakan gözlerinde öfke vardı. “Mükemmellik, Bay Perry?” “Mükemmellik, çok çalışmanın sonucudur” diye karşılık verdi Perry, yüksek ama monoton bir sesle, söylediklerini ezberlemişti sanki: “Mükemmellik, okulda ve her yerde bütün başarıların anahtarıdır.” Oturdu ve gözlerini kürsüye dikti. Yanında oturan ve hiç gülümseyen babası buz gibi gözlerle bakıyor ve hiç konuşmuyordu. Oğlunun farkında bile değildi sanki. “Baylar” diye devam etti Müdür Nolan, “Welton’da bugüne kadarki hayatınız boyunca çalışmadığınız kadar çok çalışmak zorunda kalacaksınız. Ödülünüz de, bizim hepinizden beklediğimiz başarı olacak. “Bu yıl, emekli olan değerli İngilizce öğretmenimiz Bay Portius’un yerine, Bay John Keating ile ders yapma şansına sahip olacaksınız. Kendisi, okulumuzun şeref listesinde yer alan mezunlarındandır.

Son birkaç yıldır Londra’nın saygın okullarından biri olan Chester’da ders veriyordu.” Okulun diğer öğretmenleriyle birlikte oturan John Keating, hafifçe eğilerek selam verdi. Otuzlu yaşların başlarında olan Keating kumral, kahverengi gözlüydü. Orta boylu, sıradan görünümlü bir adamdı. İnsanda saygı uyandıran, bilgili bir hali vardı. Ancak Neil Perry’nin babası yeni İngilizce Öğretmenine kuşkuyla baktı. “Karşılama törenimizi sona erdirmeden önce” dedi Nolan “kürsüye Welton’ın hayattaki en yaşlı mezunu olan Bay Alexander Carmichael Jr.’ı davet etmek istiyorum. Kendisi 1886 sınıfından.” İzleyiciler ayağa kalkarak, çevresindekilerden gelen yardım tekliflerini mağrur bir tavırla reddedip kürsüye doğru dikkatli ve son derece ağır adımlarla yürüyen seksen yaşındaki adamı çılgınca alkışlamaya başladılar. Yaşlı adam, izleyenlerin güçlükle anlayabildiği birkaç sözcük mırıldandı. Tören böylece sona erdi. Öğrencilerle aileler . kiliseden çıkıp soğuk kampus bahçesine akın ettiler. İyice eskimiş taş binalar ve sadelik geleneği, Welton’ı dış dünyadan ayırıyordu.

Müdür Nolan, Pazar günü kilisenin önünde dikilen bir papaz gibi durmuş, öğrencilerle anne babalarının vedalaşmalarını izliyordu. Charlie Dalton’un annesi, oğlunun gözlerine düşen bir tutam saçı itti ve onu sımsıkı kucakladı. Knox Overstreet’in babası, kampusun etrafını dolaşırlarken öğütler verdiği oğlunun elini şefkatle sıktı. Neil Perry’nin babası kaskatı dikiliyor, oğlunun ceketindeki başarı armalarına bakıyordu. Todd Anderson yalnızdı, ayakkabısıyla bir taşı topraktan çıkarmaya çalışıyordu. Annesiyle babası, biraz ileride başka bir çiftle konuşuyorlar, oğullarıyla ilgilenmiyorlardı. Sıkıntıyla yere bakan Todd, Müdür Nolan kendisine yaklaşıp isim etiketini okumaya çalıştığında neye uğradığını şaşırdı. “Ah, Bay Anderson. Burada yapmanız gereken çok şey var, genç adam. Ağabeyiniz en iyi öğrencilerimizden biriydi.” “Teşekkür ederim, efendim,” dedi Todd, zor duyulur bir sesle. Nolan yürüdü; anne babalarla öğrencilerin yanından geçti, hepsini gülümseyerek selamlıyordu. Bay Perry ile Neil’in yanına gelince durdu. Elini Neil’in omzuna koydu. “Sizden çok şey bekliyoruz, Bay Perry,” dedi Neil’e

Teşekkür ederim, Bay Nolan.” “Bizi hayal kırıklığına uğratmayacaktır” dedi Neil’in babası, Bay Nolan’a. “Değil mi Neil?” “Elimden geleni yapacağım, efendim.” Nolan, Neil’in omzunu okşayıp yürümeye devam etti. Oğlanların birçoğunun çenelerinin titrediğini, belki de ilk kez anne babalarıyla vedalaşırlarken gözlerinin dolu dolu olduğunu fark etti. “Burayı seveceksin” dedi bir baba, gülümseyerek el salladı ve hızlı adımlarla uzaklaştı. Bir başka baba, “Bebek olma!” diyerek, korkuyla gözyaşı döken oğlunu azarladı. Anne babalar yavaş yavaş dağıldılar; arabalar gitti. Wermont’un yeşil fakat soğuk ormanlarındaki Welton Akademisi, genç öğrencilerin yeni eviydi artık. “Ben eve gitmek istiyorum!” diye ağladı bir oğlan. Üst sınıflardan biri sırtını okşayarak, binanın kapısına götürdü onu

2 Mart 2022 Çarşamba

Mary Roberts Rinehart – Sarı Oda Kitabını PDF İndir

 


O HAZİRAN SABAHI tirende giderken Carol Spencer, hiç de fevkalâde olaylar arifesinde olan bir insana benzemiyordu. Güzel ve şık giyinmiş bir genç kızdı. Annesiyle birlikte New York’tan yola çıkmışlardı. Annesini bir iki hafta kalmak üzere New Port’ta ablasının yanına bıraktıktan sonra, bir daha hiç görmek istemediği sayfiye evlerini hazırlamak üzere Maine’ye gidecekti. Şimdi biraz dinlenmeye gayret ediyordu. Annesi, Bayan Spencer de yanındaki koltukta, sanki pek yorgunmuş gibi arkasına yaslanmış, gözlerini kapamıştı. Halbuki bütün yaptığı istasyona gelirken taksiye binip, taksiden inmek olmuştu. Carol’un kolları ise, çantaları ve ağabeysi Greg’in golf sopalarını taşımaktan ağrıyordu. Bayan Spencer gözlerini açmadan,

 “Acaba biraz ilâç alsam mı? İçimde bir baygınlık var,” diye söylendi. Carol, “Eğer yanınızda yoksa alamazsınız. Çünki bavulların hepsi bagajda,” dedi. Bunun üzerine Bayan Spencer sadece bir bardak su içmeye karar verdi. Ve Carol kâğıt bardakla ona suyunu getirdi. Sonra boşalan bardağı avucunda buruşturup pencerenin içine koydu. Annesi onun bu hareketini tenkid eder gibi ince kaşlarını kaldırdı.

Fakat hiçbir şey söylemeden gene arkasına yaslandı. Carol yan gözle onu seyre koyuldu. Muntazam bir profili vardı. Uçları aşağıya kıvrık ağzı, şikâyetçi bir ifade taşıyordu. Sade, fakat şık giyinmişti. Kocasının ölümünden beri hastalıklı, hırçın bir kadın olmuştu. Savaşın bütün ümitlerini yıktığı Carol ise, henüz yirmidört yaşında olmasına rağmen, evde kalmış bir kız gibi annesine bakmakla görevlendirilmişti. Şimdi de, annesinin saçma bir kaprisi yüzünden, sayfiye evini yaz için hazırlamaya gidiyordu. Carol bunları düşünerek, rahatsız olmuş gibi oturduğu yerde kıpırdandı. Maine’ye gitmek istemiyordu. Onun arzusu orduda bir vazife almak, yahut hemşire olmaktı. Gençti, sıhhatliydi. Bu işlerden birinde faydalı olabilirdi. Fakat bundan sadece bahsetmek dahi, annesinin kalb krizi dediği sinir buhranlarına sebep oluyordu. Onun için işte burada, kucağı savaş haberleri yazan gazetelerle dolu, bacaklarına Greg’in golf sopaları batarak oturmaktaydı.

Bıkkın bir tavırla sopaları öteye itti. Tabiî annesinin bu arzusuna ilk başta itiraz etmiş, “Neden Maine’ye gidiyoruz sanki?” demişti. “Bana kalırsa Gr 

— “Dua et ki, annemle beraber yaşamıyorsun?” Elinor, “Allaha şükür yaşamıyorum,” dedikten sonra âdeti olduğu üzere, Allahaısmarladık, bile demeden telefonu kapadı. Elinor böyleydi işte. Tiren yeknesak seslerle ilerlerken Carol düşünmeye devam etti. Tabiî Greg için elinden geleni yapmayı isterdi. Ağabeysi bunu haketmişti. Otuz dört yaşında hava yüzbaşısı olmuş, Pasifik’te düşmana duman attırmıştı. Şimdi bir aylık izinle eve geliyordu. Kazandığı madalyayı cumhurbaşkanı bizzat takacaktı. Carol savaşla ilgili bu düşünceleri bırakıp, ev için yapılmış ve yapılacak işleri zihninde sıralamaya başladı. Şu anda ellerindeki üç hizmetçi Park Avenue’deki apartmanda, halıları naftalinlemek, abajurlara kâğıt kaplamakla meşguldüler. Carol’un kendisi de yola çıkıncaya kadar durmadan çalışmış, kalın perdeleri indirmiş, kışlıkları kaldırmıştı. Bu sırada annesi onun düşüncelerini okumuş gibi konuştu. 

— “Kürklerimi naftalinleyip kaldırdın değil mi?” 

— “Tabiî kaldırdım, anneciğim.

Torbaları sizin önünüzde kapadım ya.” 

— “Peki Greg’in elbiseleri ne oldu?” 

— “Yazlıkları zaten Crestview’de bırakmıştık.” Konuşma burada kesildi. Bayan Spencer, ağzı hafifçe aralık olarak uykuya daldı. Carol da tekrar, Maine’deki Crestview isimli sayfiye evine gitmekten duyduğu hoşnutsuzluğu düşünmeye koyuldu. Tabiî bunun asıl sebebi harbde ölen nişanlısı Don’un babası Albay Richardson’du. Üstünden bir yıl geçtiği halde hâlâ oğlunun ölümünü kabul etmemişti. Geçen yaz sık sık Carol’u görmeye evlerine gelmiş ve her seferinde oturup endişeli bakışlarla onu seyretmişti. 

—”İleride evim Don’a kalacak, Carol. Orada çok rahat edeceksiniz. Yeni bir kalorifer kazanı koydurdum.” Carol bu düşünceleri kafasından atarak yapılacak şeyleri plânlamaya başladı. O gün, 1944 yılının 15 haziranı, perşembe günüydü. Pazara kadar New Port’ta ablası Elinor’un yanında kalacaktı. Sonra, annesini birkaç gün için orada bırakıp, hizmetçilerle buluşmaya Boston’a gidecek, oradan hep birlikte Maine’ye hareket edeceklerdi.

Tabiî evde hiçbir şeyi hazır bulmalarına imkân yoktu. Oraya gitmeye âniden karar verilmişti. Gerçi bekçinin karısı Lucy Norton’a, evi temizlemesi için telgraf çekmişti, ama ev çok büyüktü. Şayet Lucy yanında çalıştıracak birini bulabilirse… Hemen arkasından bunun imkânsız olduğunu düşündü. Her halde bahçe de bakımsız bir haldeydi. Bahçıvanlardan sadece George Smith kalmıştı. O da, mal sahiplerinin oraya geleceğinden haberdar olmadığı için otları bile temizlemeye vakit bulamıyacaktı. Mutfaktaki kömür ocağını yakmak jçin hizmetçi Maggie’nîn bahçeden kömür taşıması icap edecekti. Maggie yirmi yıldır yanlarında aşçılık yapıyordu. Güçlü, kuvvetli bir kadındı. Ötekilerin ikisi de gençtiler: Belki arada sırada onları kasabadaki sinemaya götürürse, gönülleri olur, bütün yaz yanlarında çalışırlardı. Yalnız, kasabaya gitmek için benzini nereden bulacaklardı? Carol içini çekti. Tiren, yoluna devam ediyordu. İçerisi son derece kalabalık ve sıcaktı. Yolcular bunalmış bir haldeydiler.

İçlerinde neşeli olanlar sadece genç subaylardı. Koridorda bir oraya, bir buraya gidip geliyorlar, geçerken de Carol’u manalı bakışlarla süzüyorlardı. Genç kız onları ve onları bekliyen âkıbeti düşünmemeye kendini zorladı. Tekrar Crestview’deki durumu hayalinde tasarlamaya koyuldu. Sıcaklar erken bastırdığından orada sayfiye evleri bulunanlar çoktan gelmiş olmalılardı. Spencer’lerin geleceğinden haberleri olmadığından hiç olmazsa birkaç gün için Carol’u rahat bırakırlardı. Fakat Albay Richardson’ un derhal haberi olurdu. Çünki evi hemen tepenin eteğindeydi ve kendisi daima bahçede veva terasta oturup postacıyı beklerdi. Carol bunu hatırladığı zaman içi burkuldu. Geçen yaz ne zaman karşılaşsalar Albay, “Don geldiği zaman,” veya, “Don bacağı savaş haberleri yazan gazetelerle dolu, bacaklarına Greg’ in golf sopalan batarak oturmaktaydı. Bıkkın bir tavırla sopaları öteye itti. Tabiî annesinin bu arzusuna ilk başta itiraz etmiş, “Neden Maine’ye gidiyoruz sanki?” demişti. “Bana kalırsa Greg, New York’ta, yahut Elinor’un yanında New Port’ta kalmayı tercih eder. Virginia’ya yakın olmak istivecektir. Ne de olsa nişanlısı.

” Fakat Bayan Spencer katî kararını vermişti bir kere. “Virginia isterse Maine’ye gelebilir,” dedi. “O korkunç ormanların sıcağından sonra Greg’in serin havaya ihtiyacı var. Bunu senin benden daha iyi takdir etmen icap eder.” Bu lâf üzerine Carol ister istemez susmuştu. Lâkin New Port’ta oturan Elinor’a telefon ettiği zaman, ablası bunun son derece saçma bir fikir olduğunu söyledi. 

— “Bunun kadar budalaca iş görmedim,” dedi. “O koskoca evi açacaksınız. Hem de sadece üç hizmetçi ile!” 

— “Dua et ki, annemle beraber yaşamıyorsun?” Elinor, “Allaha şükür yaşamıyorum,” dedikten sonra âdeti olduğu üzere, Allahaısmarladık, bile demeden telefonu kapadı. Elinor böyleydi işte. Tiren yeknesak seslerle ilerlerken Carol düşünmeye devam etti. Tabiî Greg için elinden geleni yapmayı isterdi. Ağabeysi bunu haketmişti. Otuz dört yaşında hava yüzbaşısı olmuş, Pasifik’te düşmana duman attırmıştı. Şimdi bir aylık izinle eve geliyordu.

Kazandığı madalyayı cumhurbaşkanı bizzat takacaktı. Carol savaşla ilgili bu düşünceleri bırakıp, ev için yapılmış ve yapılacak işleri zihninde sıralamaya başladı. Şu anda ellerindeki üç hizmetçi Park Avenue’deki apartmanda, halıları naftalinlemek, abajurlara kâğıt kaplamakla meşguldüler. Carol’un kendisi de yola çıkıncaya kadar durmadan çalışmış, kalın perdeleri indirmiş, kışlıkları kaldırmıştı. Bu sırada annesi onun düşüncelerini okumuş gibi konuştu. 

— “Kürklerimi naftalinleyip kaldırdın değil mi?” 

— “Tabiî kaldırdım, anneciğim. Torbalan sizin önünüzde kapadım ya.” 

— “Peki Greg’in elbiseleri ne oldıı?” 

— “Yazlıkları zaten Crestview’de bırakmıştık.”


Michael Cordy – Nasıra Geni Kitabını PDF İndir

 

1968, GÜNEY ÜRDÜN Bu gerçekten doğru muydu? İki bin yıllık bekleyişten sonra kehanet, o yaşarken, onun liderliği sırasında gerçekleşmiş miydi sonunda? Sikorsky helikopteri Petra’nın üzerinden geçerken, eski kentin üzerinde bir böcek gibi dolaşan gölgesi sarp kayalıkları oyarak ilerliyordu. Muhteşem heykeller ve sütunlar akşamüzerinin ışığında kızıllaşmıştı, ama Ezekiel De La Croix aşağıya bakmıyordu; zira altındaki çölleşmiş kentin nefes kesici güzelliğine ilgisiz kalmayı tercih etmişti. Gözlerini önündeki ufka dikmiş, helikopterin sonunda ineceği uçsuz bucaksız kum deryasını seyrediyordu. Yanındaki iki yol arkadaşından biri -siyah takım elbisesi onunki kadar buruşuk olan- kımıldadı. Her iki adam da yolculuktan bitkin düşmüş halde uyuyakalmışlardı. Ne de olsa ona ha beri ulaştırmak için Kardeşlik Bankası’ndaki heyet toplantısını yarıda kesip Cenevre’ye gittiklerinden beri dinlenmemişlerdi. Eğer doğruysa bu haber her şeyi değiştirecekti. Ezekiel kolundaki Rolex marka saate baktıktan sonra eliyle seyrek beyaz saçlarına hafifçe dokundu. Olan biteni dinlemek, Amman’a uçak tutmak ve ardından Kardeşliğin bekleyen helikopterine binip buraya gelmek tam bir iş gününü almıştı; ayrıca planlı uçuşun binlerce frank fazlasına mal olmuştu. Ne var ki para Kardeşlik için hiçbir zaman sorun olmamıştı; sorun zamandı, iki bin yıllık bir zaman… Artık gidecekleri yere varmalarına sadece dakikalar kalmıştı. Parmağındaki liderlik yüzüğünü gergin halde çevirdi -beyaz altından bir haçın üzerine kondurulmuş kan kırmızı bir yakut- ve buraya daha erken gelemeyeceği konusunda kendi kendini tes kin etti. Helikopter kum deryasını hızla geçip Petra’nın kayalıklarını çok gerilerde bırakırken, pervanesinin çıkardığı ritmik “vamp vamp” sesleri adamın gerginliğini artırmaya yarıyordu sadece. Bir on dakika daha geçtikten sonra beklediği şeyi nihayet gördü: çevredeki çöle meydan okuyan bir yumruk halinde toplaşmış beş kaya. Öne doğru uzandı ve boyu on iki metreyi aşan en yüksek kayaya baktı. Eğik şekli sanki onu işaretle çağırıyor gibiydi.

Sırtından aşağıya doğru bir ürperti hissetti. Bu yerin gücü onu her zaman etkilemişti ama bugün neredeyse dayanılmaz derecedeydi. Beş kaya çok az haritada gözüküyordu, sadece isimsiz birkaç sınır çizgisi olarak. Kardeşliğin dışındaki çok az insan onların varlığından haberdardı; binlerce yıl önce bu kum deryasını dolaşmış eski su kâşifleri Nebatiler ve daha yakın asırlarda yaşamış göçebe Bedeviler hariç. Ancak çölün bu prensleri bile kayalık kümesinden ürkmüşler, bereketsiz gölgelerinden uzak durmuşlar ve kuzeye, Patra’ya gitmeyi tercih etmişlerdi. Yalnızca kendilerinin bildiği nedenlerden dolayı Asbaa El-Lah – Tanrı’nın parmakları- diye adlandırdıkları bu yere çok yakın olmaktan rahatsızlık duymuşlardı. “İnişe geçiyoruz!” diye bağırdı pilot, pervanenin gürültüsünü bastıran bir sesle. Ezekiel hiçbir şey söylemedi, altında yükselen kayalıklar onu büyülemişti. Helikopter bir kayalığın altına inince Ezekiel üç tane tozlu Land Rover’i fark edebildi. Kumda bıraktıkları izleri silmesi için arka tamponlarında keçeden yapılma bir pervane uzanıyordu. Görünüşe bakılırsa diğer üyeler de orada hazır bekliyorlardı. Ezekiel yanında uyuyan adamlara şöyle bir baktı. Kardeşliğin dışındaki dünyada birisi seçkin bir Amerikalı sanayici, diğeriyse ünlü bir İtalyan politikacıydı. Her ikisi de altı güçlü İç Daire’nin üyeleriydiler. Ezekiel diğerlerinin Kutsal Mağara tarafından toplandığını sanıyordu.

Kardeşliğe bağlı daha ne kadar insanın söylentilerin etkisinde kalarak buraya geldiğini merak ediyordu. Örgütlerinin gizlilik saplantısı bile bunu saklayamazdı. En uzun kayalığın dibine yaklaşırlarken pervanenin gürültüsü arttı. Sonunda helikopter yere indiğinde Ezekiel De La Croix öne atılarak kapıyı açtı ve altmışında olduğunu yalanlar bir zarafetle sıçrayıp güneşin kavurduğu kumlara adımını attı. Yakıcı kumlara karşı gözlerini kısarak pervanenin altından hızla yürüdü. Önündeki yüksek kayalıktaki girişi görebiliyordu. Üzerinde spor bir takım olan bir adam mağaranın kemerli geçidinin altında duruyordu. Ezekiel onun İç Daire’nin diğer bir üyesi Michael Urguart Kardeş olduğunu hemen fark etti. Urguart çok başarılı bir avukattı ama Ezekiel adamın o şişmiş, yaşlı bedenine bakınca, İç Daire’nin diğer pek çok üyesi gibi onun da önlerindeki yeni engellere meydan okuyamayacak kadar yaşlı ve yorgun olabileceğini düşündü. Ezekiel elini uzatıp Michael Kardeşin elini avucuna aldı ve “Tanrı onu korusun,” dedi. Michael Kardeş de onun sol elini sıktı ve haç oluşturacak şekilde el sıkıştılar. Sonra Urguart, “O da doğruyu korusun,” diye karşılık vererek bu eski selamlaşmayı tamamladı. Ardından ellerini ayırdılar ve Ezekiel, “Yine mi değişti?” diye sordu. Gözleri yorucu yolculuğunun boşa geçtiğini duyma cesaretiyle doluydu. Michael Kardeşin bitkin yüzünde bir gülümseme belirdi.

“Hayır, Ezekiel Baba, sana söylenen şey değişmedi.” Ezekiel’in tüm kaslarında hissettiği gerginlik ancak küçük bir gülümseme gösterisinde bulunmasına izin verdi. Helikopterden sersemlemiş halde inen diğer iki Kardeşi boş verip Urguart’ın omzuna hafifçe dokundu, sonra da mağaranın içine doğru yürüdü. Bu aşınmış yer bölgede bulunan diğer doğal oyuklardan farklı değildi. Altı metreye yaklaşan genişliği ve derinliği, üç metre civarında yüksekliğiyle hiçbir insanî müdahalenin belirgin izini taşımıyordu, duvarlarda duran meşaleler dışında. Karanlığın içinde Ezekiel karşı duvardaki gizli kapının açık olduğunu görünce rahatladı; ağır taşı kenara itmek asırlar alabilirdi. Kapıdan içeri giren Ezekiel De La Croix iki büyük gaz lambasıyla karşılaştı. Lambalar daha önce ölmüş kişilerin isimlerinin yazıldığı duvarları ve mozaik zemini aydınlatıyordu: Binlerce Kardeş bu anın gelmesini boşuna beklemişti. Odanın ortasında bulunan spiral şeklindeki pürtüklü Büyük Merdiven, altmış metrelik kıvrımlı yoldan sonra Ürdün’ün kumlarının altındaki kayaya ulaşıyordu. Ezekiel diğerlerini beklemeden aşınmış merdivenlerden inmeye başladı. İniş sırasında adımlarını sağlam atmak için ip parmaklık yerine taş duvarların soğuk yüzeyini kullandı. Hava tünelleri labirentinden esen yeraltı esintisinin içinde titrek ışıklarla yanan alevden meşaleler dipteki zifirî karanlığı dağıtıyordu. Bu yanıp sönen ışıkta alçak tavandaki oymalar ve freskler Ezekiel’in önünde dans ediyor gibi görünüyordu. Buradan Kutsal Mağara’ya uzanan dolambaçlı geçide girdi. Koşmadan, hızlı adımlarla geçitte ilerledi.

Topukları kendinden önce sayısız ayağın parlattığı düz taş zemine vuruyordu. Son köşeyi dönünce sesler duydu ve üzerine, mağarayı koruyan hanedan nişanlarının ve haçların oyulduğu, üç metre yüksekliğinde, abanoz ağacından kapıların dışında toplanmış on civarında adam gördü. Haber, İç Daire’nin dışına yayılmıştı ve Kardeşliğin diğer üyeleri de söylentinin doğru olup olmadığını görmek için gelmişti. Ezekiel, İç Daire’nin, kemerli kapıların yanında duran son iki üyesini de tanıdı: keçi sakalını gergin halde sıvazlayan, sağlam yapılı Bernard Trier Kardeş ve sıska uzun boylu Darius Kardeş. Darius, Ezekiel’i ilk kez görüyordu. Grubu sakinleştirmek için elini kaldırdı. Bunun üzerine grup hemen liderine dönüp sessizleşti. Toplanan Kardeşleri yarıp geçen Ezekiel, Darius Kardeşle selamlaşma ritüelini yaptı. “Tanrı onu korusun.” “O da doğruyu korusun.” Elleri birbirinden ayrıldı ve Ezekiel ona soru sormaya kalmadan Darius genç meslektaşına dönerek şunları söyledi: “Bernard Kardeş, ben içeride Babaya eşlik ederken sen burada bekleyeceksin. O kararını verip işaretin doğru olduğunu ilan ettikten sonra kapıları diğerlerine açabilirsin.” Bernard sol kapıyı birkaç santim açtı. Kapının eski menteşeleri gıcırdıyordu. Ezekiel ve Darius içeri girdiler, arkalarından kapı kapandı.

Kapanma sesinin gürültüsü önlerindeki mekânda yankılandı. Ezekiel, Kutsal Mağara’ya girerken her zaman olduğu gibi durakladı, bu yerin gösterişsiz azametinden çok etkilenmişti: Yukarıdaki tonlarca kayayı destekleyen kare şeklindeki sütunlar, yontulmuş duvarları süsleyen goblenler, sıcak ışıkları yontma taştan tavana altın varakla kaplanmış görüntüsü veren çok sayıda meşale ve mum… Ama bugün Ezekiel’in gözleri tek bir yere kaydı, mağaranın öte ucunda duran sunağa.

Michael Crichton – 13. Savaşçı Kitabını PDF İndir

 


İbn-i Fadlan’ın M.S. 922’de Kuzeylilerle yaşadığı deneyimleri içeren elyazması. “Eaters of the Dead” “Gündüzü akşam olmadan, bir kadını yakılmadan, bir kılıcı kullanmadan, bir kızı evlenmeden,buzu aşmadan, birayı içmeden önce asla övme.”
—VİKİNG ATASÖZÜ
“Kötülük her zaman vardır.”
—ARAP ATASÖZÜ İBN-İ FADLAN ELYAZMASI, TANIK OLUNMUŞ EN ESKİ Viking yaşamı ve toplumunu gözler önüne serer. Bu, bin yıldan daha da fazla bir süre önce meydana gelen olayları canlı ayrıntılarıyla aktaran sıradışı bir belgedir. Elyazmasının tabii ki bu kadar büyük bir zaman dilimi içinde zarar görmeden günümüze kadar ulaşması mümkün olmamıştır. Onun da en az metnin kendisi kadar çarpıcı bir geçmişi vardır. ELYAZMASININ KÖKENİ MS. 921’in haziran ayında, Bağdat halifesi saray erkânından Ahmed İbn-i Fadlan’ı Saka Kralı’na elçi olarak gönderdi. İbn-i Fadlan’ın seyahati üç yıl sürdü ve asıl amacına hiçbir zaman ulaşamadı. Bu arada yol boyunca İskandanivyalılarla karşılaştı ve onlarla birçok macera yaşadı. İbn-i Fadlan neden sonra Bağdat’a geri döndüğünde, yaşadığı deneyimleri resmi bir rapor şeklinde saraya sundu. Bu orijinal elyazması zamanla yok oldu ve onu yeniden oluşturmak için daha sonraki kaynaklarda bulunan kısmi parçalara güvenmek zorundayız.

Bunlardan en iyi bilineni, on üçüncü yüzyıl dolaylarında Yakut İbn-i Abdullah tarafından yazılmış olan Arapça coğrafya sözlüğüdür. Yakut, o zamanlar sözlüğüne Fadlan’ın üç yüz yaşında olan eserinden harfi harfine alınmış bir düzine metin eklemiştir. Bu yüzden Yakut’ta orijinal metnin bir kopyası bulunduğu düşünülebilir, fakat bu birkaç paragraf daha sonraki âlimler tarafından defalarca yeniden çevrilmiştir. Elyazmasının bir başka bölümü 1817’de Rusya ‘da keşfedilmiş ve 1823’te St. Petersburg Akademisi tarafından Almanya’da basılmıştır. Bu belge 1814’te J.I. Rasmussen tarafından daha önce yayımlanmış o içermektedir. Bu elyazmasının yazan da, tarihi de kesin olarak belli değildir. Binlerce yıldan daha fazla bir zamana yayılmış, bu çok çeşitli Arapça, Latince, Fransızca, Danca, İsveççe ve İngilizce çevirileri karşılaştırıp bir sıraya sokmak yutulması zor bir lokma gibi görünüyor. Zaten bunu ancak büyük bir güç ve enerji sahibi biri yapabilirdi ve 1951’de böyle biri yaptı da. Norveç’te Oslo Üniversitesi’nden emekli, karşılaştırmalı edebiyat profesörü Fraus-Dolus bütün kaynakları derleyip onu 1957’deki ölümüne kadar meşgul eden yoğun bir çeviri işine girişti. Yeni çevirisinin bölümleri Oslo Milli Müzesi Raporları’nda (1959-1960) yayımlandı, fakat belki de makale sınırlı sayıda yayımlandığından bilimsel alanda pek fazla ilgi çekmedi. Fraus-Dolus çevirisi tamamen edebi nitelikteydi. Fraus-Doluş kendi giriş bölümünde: “Bu dillerin doğastndandır ki, güzel bir çeviri doğru değildir, ve doğru bir çeviri güzelliğini kendiliğinden bulur.

” diyor. Fraus-Dolus çevirisinin açıklama ve dipnotlu tam bir metnini hazırlayabilmek için birkaç değişiklik yaptım. Tekrarlanmış bölümleri çıkardım ve buhu metinde belirttim. Paragraf yapısını değiştirdim; modern geleneğe göre her aktarılan konuşmaya yeni bir paragrafla başladım. Arapça isimlerin üzerindeki ve altındaki işaretleri almadım. Son olarak, duruma göre orijinal cümle yapısını değiştirdim ve bunu genellikle anlamını daha iyi vermesini sağlamak için yan cümleciklerin yerini değiştirerek yaptım. VİKİNGLER İbn-i Facüan’ın Vikinglerle ilgili görüşleri Avrupalıların bu insanlar hakkındaki geleneksel fikirlerinden çarpıcı şekilde ayrılıyor. Avrupalıların ilk Viking tasvirleri rahipler tarafından kaydediliyordu. Rahipler, o zamanın kayıt tutabilen tek gözlemcileriydiler ve kuzeyin putperest insanlarını korkuyla izliyorlardı. İşte on ikinci yüzyılda yaşamış İrlandalı yazar D.M. Wilson’dan alınmış abartılı bir metin: Her vücutta yüz tane çelik gibi sert demir kafa, her kafada yüz tane keskin, hazır; soğuk, hiç paslanmayan, tunçtan dil ve her dilde yüz tane geveze, gürültülü, hiç dinmeyen ses olsa da, İrlandalIların kadın ve erkek, halk ve kilise, yaşlı ve genç, yüksek sınıf ve haricindekilerin bu cesur, öfkeli ve tamamen putperest insanlar yüzünden her evde ortakça yaşadığı zorlukları, yaraları ve baskıyı kimse ne sayıp açıklayabiliyor, ne numaralandırabiliyor ne de anlatabiliyordu. Modern bilim adamları Viking akınlarının bu kadar, insanın kanını donduracak şekilde anlatılmasını fazlaca abartılı buluyorlar. Yine de Avrupalı yazarlar İskandinavyalIları kanlı barbarlar oldukları ve Batı kültürü ve fikirlerine ters düştükleri iddiasıyla hâlâ dışlamaya çalışıyorlar. Çoğu kez bu belli bir mantık çerçevesinde yapılıyor.

Örneğin, David Talbot Rice diyor ki: Sekizinci yüzyıldan on birinci yüzyıla kadar Vikingler Batı Avrupa’da belki de diğer etnik gruplardan çok daha fazla etkili olmuşlardır… Vikingler aslında büyük gezginlerdi ve deniz yolculuğunda oldukça ustaydılar. Şehirleri büyük ticaret merkezleriydi, sanatlan orijinal, yaratıcı ve etkileyiciydi, iyi edebiyatlan ve gelişmiş kültürleriyle övünürlerdi. Peki gerçekten bir medeniyet miydiler? Bence öyle olmadığını kabul etmek gerekir. Medeniyetin alameti olan hümanizm eksikti çünkü. Aynı tavır Lord Clark’ın fikirlerine de yansıyor. İzlanda destanlarına baktığımızda -ki bunlar dünyanın en büyük eserlerindendir- eski Norveçlilerin bir kültür meydana getirdiklerini kabul etmemiz gerekir. Fakat bu bir medeniyet miydi?… Medeniyet enerji, istek ve yaratıcı güçten daha fazla bir şey, eski Norveçlilerde olmayan, ama onların zamanında bile Batı Avrupa’da yeniden ortaya çıkmaya başlamış olan bir şey. Nasıl tarif edebilirim ki? Yani kısaca bir tür kalıcılık. Gezginler ve işgalciler sürekli bir değişim içindeydiler. Bir sonraki ilkbahardan, yolculuktan ya da savaştan daha ilerisini düşünme ihtiyacı duymuyorlardı. Ve bu yüzden de taş evler inşa etmek ya da kitap yazmak gibi işlerle uğraşmadılar. Bu yorumlar ne kadar dikkatli okunursa o kadar da mantıksız geliyor insana. Aslında yüksek eğitim almış, zeki AvrupalI bilim adamlarının Vikingleri sadece başlarını sallayarak bu kadar özgürce nasıl dışlayabildiklerini ve Vikinglerin bir “medeniyet” olup olmadıkları gibi bir soruyla niye uğraştıklarını merak etmemek elde değil. Bu durum, ancak eski Avrupa tarihi hakkındaki geleneksel fikirlerden sıyrılıp Avrupa uzun vadede ve geniş bir açıyla ele alınırsa açıklanabilir bir hale gelir. Okul çağındaki her Avrupalı çocuğa Yakındoğu’nun “medeniyetin beşiği” olduğu, ilk medeniyetlerin Nil, Fırat ve Dicle nehirleriyle beslenen Mısır ve Mezopotamya’da oluştuğu, buradan Girit ve Yunanistan’a, sonra da Roma ve son olarak da Kuzey Avrupa’daki barbarlara kadar yayıldığı öğretilir.

Oysa bu barbarların .medeniyet gelene kadar ne yaptıkları bilinmez, hatta bu soru gündeme bile getirilmezdi. Önemli olan bu tohumların atıldığı ve yayılmanın olduğu süreçtir. Gordon Childe bunu “Avrupa barbarlığının Doğu medeniyetiyle aydınlanması” olarak özetler. Modern bilim adamları da kendilerinden önceki Yunan ve Romalı bilim adamları gibi bu görüşü savundular. Geoffrey Bibby, “Kuzey ve Doğu Avrupa’nın tarihinin batı ve güneyden görünümü, kendini medeni sanan, önyargılı insanların barbar diye adlandırdıkları insanlara tepeden bakmalarına benziyor” diyor. Bu başlangıç noktasına göre İskandinavyalIlar medeniyete en uzak yerde olduklarından, doğal olarak, ona en son ulaşacaklardır ve dolayısıyla son barbarlar olarak kabul edilebilirler; diğer Avrupa bölgelerinin yanında Doğu’nun akıl ve medeniyetini hazmetmeye çalışan sorunlu bir diken gibi. Sorun şu ki, eski Avrupa tarihi ile ilgili bu geleneksel görüş son on beş yıl içinde büyük ölçüde ortadan kalktı. Hızla gelişen ve daha güvenli olan karbonla yaş belirleme teknikleri eski görüşlerin yaygınlaşmasını destekleyen bu eski kronolojiyi geçersiz hale getirdi. Şimdi ise Avrupalıların daha Mısırlılar piramitleri inşa etmeden önce büyük, abide gibi taş mezarlar yaptıkları, Stone Henge’nin Mikene Yunan medeniyetinden daha eski olduğu, Avrupa’daki maden işlemeciliğinin Yunanistan ve Truva’dan daha ileride olduğu su götürmez bir gerçektir. Bu keşiflerin anlamı henüz kavranabilmiş değil, ama tarih öncesi Avrupalıları aptalca, Doğu medeniyeti tarafından aydınlatılmayı bekleyen barbarlar olarak görmek de imkânsızdır. Tam tersine, Avrupalılar oldukça büyük taşlara şekil verebilecek yeteneğe ve aynca dünyanın ilk gözlemevi olan Stone Henge’yi inşa edecek kadar derinlemesine bir astronomi bilgisine sahiptiler. Yine de, Avrupa’nın Doğu medeniyetine karşı olan önyargısını sorgulamak ve “Avrupa barbarlığı” konusuna yeni bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekiyor. Bunu akılda tutunca, o barbar Vikingler bile ayrı bir önem kazanıyor ve onuncu yüzyılın İskandinavyalılan hakkında bilinenleri yeniden gözden geçirme şansımız doğuyor. Her şeyden önce şunu anlamalıyız ki “Vikingler” hiçbir zaman kesin olarak tanımlanmış bir grup değildi.

Avrupalıların gördükleri, büyük bir coğrafi bölgeden gelen —ki İskandinavya, Portekiz, İspanya ve Fransa’nın birleşiminden daha da büyüktür- dağınık ve bireysel denizcilerdi. Kendi feodal ülkelerinden ticaret, korsanlık ya da her ikisi için birden yola çıkmışlardı. Vikinglerin pek bir farkı yoktu. Zaten bu, Yunanlılardan Elizabeth dönemi İngilizlerine kadar pek çok denizcinin paylaştığı ortak bir amaçtı. Aslında medeniyetten uzak, “bir sonraki savaştan ilerisini görme ihtiyacı duymayan” insanlar için Vikingler çarpıcı derecede sürekli ve amaçlı bir davranış sergiliyorlar. Bu yaygın ticaret ağına kanıt olarak M.S. 692’de bile İskandinavya’da görülen Arap paraları gösterilebilir. Sonraki dört yüz yıl boyunca korsan Viking tüccarları batıda Kanada’ya, güneyde Sicilya ve Yunanistan’a -burada Delos arslanları üzerindeki oymaları bıraktılar-ve doğuda Çin tüccarlarının İpek Yolu’ndan gelen kervanlarla buluştuğu Rusya’daki Ural Dağları’na kadar genişledi. Vikingler imparatorluk kurmadılar ve bu büyük alandaki etkileri de pek kalıcı olmadı. Yine de İngiltere’nin bazı yerlerine adlarını verecek kadar kalıcıydılar. Bu arada Rusya’ya bu milletin adını bile onlar verdi. Eski Norveç kabilesinden Ruslara… Onların putperest inançları, bitmek bilmez enerjileri ve değer yargılarının daha az göze çarpan etkileri açısından, İbn-i Fadlan’ın elyazması birçok tipik Norveç tutumunun günümüzde bile nasıl muhafaza edildiğini gösteriyor. Viking yaşam tarzı hakkındaki modern duyarlılıkla çarpıcı derecede benzer olan bir şey var, son derece çekici bir şey. 

Michael Grant – Yoklar – Dünyanın Sonu Böyle Gelecek Kitabını PDF İndir

 


BİR DAKİKA önce öğretmen İç Savaş’ı anlatıyordu. Bir dakika sonra ise gitmişti. Tam şuradaydı. Oysa şimdi yoktu. Öyle sihirbazlık numaralarmdaki gibi bir duman bulutu ya da patlama olmamış veya ışık çakmamıştı. Sam Temple üçüncü dönem tarih dersi sınıfında oturmuş, boş gözlerle tahtaya bakıyordu. Aklı ise bulunduğu yerden çok uzaklardaydı. Kafasının içinde arkadaşı Quinn’le birlikte sahildeydi. Sörf tahtalarını da yanlarına almış, bağırarak Pasifik Denizi’nin soğuk sularında ilk kulacı atabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Bir an için öğretmenin kaybolduğunu kafasında hayal ettiğini sandı. Oturduğu yerde içi geçmiş ve rüya görmüş olmalıydı mutlaka. Sol tarafında oturan Marry Terrafino’ya döndü. “Sen de gördün, değil mi?” Marry az önce öğretmenin durduğu yere gözlerini dikmiş öylece bakıyordu. “Bay Trentlake nereye kayboldu?” diye soran Sam’in en iyi -belki de tekarkadaşı Quinn Gaither’dı. Sam’in sağ arkasında oturuyordu.

İkisi de cam kenarına oturmayı severlerdi çünkü doğru açıyı yakalayabildikleri zaman okul binası ve ilerisindeki evlerin arasından bazen okyanusun köpüren dalgalarını görmeleri mümkün olurdu. Mary, “Sınıftan çıktı sanırım,” derken sesinden buna kendisinin bile inanmadığı belli oluyordu. Edilio, “Hayır, dostum. Adam resmen buhar oldu,” derken parmaklarıyla bu durumu tasvir eden bir hareket yaptı. Çocuklar sağa sola bakınıp göz göze geldikçe gergin bir şekilde kıkırdaşıyordu. Hiçbiri korkmamıştı. Kimse ağlamıyordu. Aslında olay biraz eğlenceliydi de. “Bay Trentlake puf deyip gitti!” dedi Quinn, gülerek. “Hey,” diye seslendi biri. “Josh nerede?” Başlar bu sefer çocuğu görebilmek için sağa sola döndü. “Bugün geldi mi ki?” “Evet buradaydı. Tam yanımda oturuyordu,” diyen sesi Sam hemen tanıdı: Bette. “O da birden kayboldu,” dedi Bette. “Tıpkı Bay Trentlake gibi.

” Sınıf kapısı açıldı. Bütün gözler kilitlenmiş oraya bakıyordu şimdi. Belki de içeri Bay Trentlake, yanında Josh’la beraber girecek ve bu sihirbazlık numarasını nasıl yaptığını açıkladıktan sonra tekrar heyecanlı bir ses tonuyla aslında kimsenin umrunda bile olmayan İç Savaş’ı anlatmaya devam edecekti. Ancak içeri giren o değildi. Giren, Dahi Astrid diye tanınan Astrid Ellison’dı. Ona bu lakap takılmıştı çünkü… dahiydi işte. Okuldaki bütün ek derslere katıldığı gibi bazı projelerde üniversiteden online kurs bile alıyordu. Omuzlarına kadar inen sarı saçları vardı. Kızın sürekli giymekten hoşlandığı beyaz, kısa kollu, dar bluzler Sam’in hiç gözünden kaçmazdı. Astrid’in kendi dengi bir kız olmadığını çok iyi biliyordu aslında. Ama sonuçta onu düşlemesini engelleyen bir yasa da yoktu. “Öğretmeniniz nerede?” diye sordu Astrid. Herkes bu sorunun cevabını bilmediğini belli etmek istercesine omuz silkti. Quinn komik olacağını düşünerek “Puf deyip gitti,” dedi. “Koridorda değil mi?” diye sordu Mary.

Astrid hayır anlamında başını salladı. “Garip bir şeyler oluyor. Matematik çalışma grubum… üç kişiydik ve bir de öğretmen tabii. Birden hepsi kayboldu sonra.” “Ne?” diye sordu Sam. Astrid d Sam yavaşça elini kaldırıp yeri işaret etti. Bir parça tebeşir tam da tahtadaki yarım kalmış ‘polinom’ -artık her ne demekseyazısının hizasında yerde duruyordu. “Bu hiç normal değil,” dedi Quinn. Quinn, Sam’den daha uzun ve daha güçlüydü ve en az onun kadar da iyi bir sörfçüydü. Hafif çılgın tavırları ve gülümsemesiyle ve tabii tuhaf giyim tarzıyla -bugün üzerinde bol bir şort, asker bot lan, pembe, polo yaka bir tişört ve dedesinin tavan arasında bulduğu eski moda bir şapka vardıdiğer çocukları kendinden uzaklaştırıp ondan uzak durmalarını sağlardı. Quinn oldukça kendine özgü bir insandı ve belki de bu yönünden dolayı o ve Sam çok iyi anlaşırlardı. Sam Temple ise oldukça sıradan bir tipti. Üzerinden çıkarmadığı kot pantolonu ve sıradan görünümlü tişörtleriyle kimsenin pek ilgisini çekmezdi. Zamanının çoğunu plajda veya okulda geçirirdi. Hemen herkes onu tanırdı ama pek az kişi gerçekte nasıl biri olduğunu bilirdi.

O, diğer sörfçülerle takılmayan bir sörfçüydü. Zekiydi ama dahi olduğu söylenemezdi. Yakışıklıca bir çocuktu ama kızların hemen dikkatini çekecek türden de değildi. Diğer çocukların en iyi bildiği şey onun Okul Otobüsü Sam olduğuydu. Bu lakabı yedinci sınıfta kazanmıştı. Bir okul gezisinden dönerken otobanda servis şoförü kalp krizi geçirince Sam büyük bir soğukkanlılıkla adamı koltuktan kenara çekmiş ve otobüsü sağsalim durdurduktan sonra adamın cep telefonundan 9H’ i aramıştı. Eğer bir saniye bile tereddüt etseydi otobüs şarampole yuvarlanıp okyanusun serin sularını boylardı. Gazetelere resmini bile koymuşlardı. “Diğer iki çocuk ve öğretmen ortadan kaybolmuş. Bir tek Astrid hariç,” dedi Sam. “Bu kesinlikle normal bir şey değil. Kızın ismini söylerken dilinin sürçmemesine uğraştı ama beceremedi. Kız onun üzerinde böyle bir etki yaratıyordu işte. “Evet. Burası biraz fazla sessiz, dostum,” dedi Quinn.

“Artık uyanmaya hazırım,” derken bu defa şaka yapmıyordu. Bu sırada biri çığlık attı. Üçü birden şimdi çocuklarla dolu olan koridora fırladılar. Çığlığı atan altıncı sınıflardan Becka adında bir kızdı. Elinde bir telefon tutuyordu. “Kimse cevap vermiyor. Kimse cevap vermiyor,” diye ağlıyordu. “Hiç ses yok.” İki saniye için herkes olduğu yerde donup kaldı. Ardından ortalığı bir koşuşturmaca ve onlarca parmağın cep telefonlarının tuşlarına basarken çıkardığı sesler kapladı. “Hiçbiri çalışmıyor.” “Annem evdeydi. Mutlaka cevap verirdi ama telefon çalmıyor bile.” “Aman Tanrım, internet bağlantısı da yok. Sinyal alıyorum ama hiçbir şey olmuyor.

” “Benim telefonum çekiyor.” “Benimki de ama hiçbir yeri aramıyor.” Biri ağlamaya başlayınca etrafta insanın tüylerini ürperten bir ses yankılandı. Herkes hep bir ağızdan konuşmaya başladı ve bu sesler yerini bir süre sonra bağırışmalara bıraktı. “911’i deneyin,” dedi korkmuş bir ses. “Ben nereyi arıyorum sanıyorsun, gerizekalı?” “911 de cevap vermiyor.” “Hiçbir yere ulaşılamıyor. Bütün hızlı aramalarımı denedim ama hiç yanıt yok.” Koridor normal bir gündeki’ teneffüs arasında olacağı gibi çocuklarla doluydu ama bu defa çocuklar sınıfa yetişmek veya dolaplarına gitmek için orada değildi. Herkes ne yapacağını şaşırmış bir haldeydi. Orada dikilmiş, sürü gibi bekleşiyorlardı. Ders zili çalınca çocuklar sanki ilk defa duyuyormuş gibi irkildiler. “Şimdi ne yapacağız?” diye soruyordu birileri. “Müdürün odasında biri olmalı. Zilin sesi kesildi.

” “Zil zaman ayarlı, beyinsiz,” diye cevap veren Howard’di. Howard tek başına eziğin tekiydi ama dokuzuncu sınıfları bile ürküten yağ ve kas yığını baş belasının teki olan sekizinci sınıf öğrencisi Orc’un bir numaralı yalakasıydı. Kimse Howard’a bulaşamazdı. Ona yapılacak en ufak bir hareket Orc’a yapılmış sayılırdı. “Öğretmenler odasında bir televizyon olacaktı,” dedi Astrid. Sam ve Astrid, arkalarından gelen Quinn’le beraber öğretmenler odasına koştu. Merdivenleri inip daha az sınıf ve dolayısıyla daha az öğrenci olan alt kata indiler. Sam elini öğretmenler odasının kapısına uzatmıştı ki donup kaldılar. “Buraya girmememiz gerekiyor,” dedi Astrid. “Kimin umrunda?” diye karşılık verdi Quinn. Sam kapıyı itip açtı. Odada bir buzdolabı vardı ve kapısı açıktı. Bir kase meyveli yoğurt zemine ve halının üzerine saçılmıştı. Televizyon da açıktı ama ekranda sadece karlı bir görüntü vardı. Sam uzaktan kumandayı aradı.

Neredeydi bu? Kumandayı Quinn buldu ve kanalları gezmeye başladı. Ekranda sadece koca bir hiç vardı. “Anten kablosu çıkmıştır,” dedi Sam, söylediğinin ne kadar saçma bir şey olduğunun bilincinde olarak. Astrid televizyonun arkasına uzanarak kabloyla oynadı ancak görüntüde herhangi bir düzelme olmadı. “Dokuzuncu kanalda her zaman yayın vardır,” dedi Quinn. “Kablo takılı olmadığında bile.” “Öğretmenler, öğrencilerin bir kısmı, televizyon yayını ve cep telefonlarının hepsi aynı anda mı gitti yani?” diye sordu Astrid. Kaşlarını çatıp buna bir anlam vermeye çalıştı. Sam ve Quinn de kız sanki tüm bu olanlara bir cevap bulabilecekmiş gibi durup beklediler. Astrid bir anda, “Ah, tabii, şimdi anladım,” diyecekti. O, Dahi Astrid’di sonuçta. Ama kızın tüm diyebildiği, “Hiç mantıklı değil,” oldu. Sam duvara asılı telefonun ahizesini kaldırdı. “Çevir sesi yok. Buralarda bir radyo var mı acaba?” Yoktu ne yazık ki.

Birden kapı gürültüyle açıldı ve içeri yüzleri heyecan içinde birkaç tane beşinci sınıf öğrencisi çocuk girdi. “Okul bize kaldı!” diye bağırdı bir tanesi ve diğeri de ona katıldı. “Şekerleme otomatını açacağız.” “Bu o kadar da iyi bir fikir olmayabilir,” dedi Sam.

Favorilere Ekle Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş Friendfeed'de Paylaş RSS



Yazarlar

A. Kadir (1) A.P.Martinich (1) Abdulhak Sinasi Cinar - Fehim Bey ve Biz.pdf (1) Abdullah Uçman (1) Abdullah Ziya Kozanoğlu (3) Abdülhak Şinasi Hisar (2) Abraham Galante (1) Adalet Ağaoğlu (2) ADEM GÜNEŞ (1) Adrian Goldsworthy (1) Agatha Christie (2) Agnes Michaux (1) Ahmed Ağaoğlu (1) Ahmed Arif (1) Ahmed Hulusi (1) Ahmet Aydın (1) Ahmet Batman (1) Ahmet Gülüm (1) Ahmet Hamdi Tanpınar (1) Ahmet İnam (1) Ahmet Nacar (2) Ahmet Rasim (2) Ahmet Semih Mümtaz (1) Ahmet Şerif İzgören (4) Ahmet Ümit (1) Ajit K. Mohanty (1) Akın Karagöz (1) Ala Sivas (1) Alaeddin Şenel (1) Alain Badiou (1) Alan Lightman (1) Alan Sokal (1) Alberto Manguel (2) Alejandro Guillermo Roemmers (1) Aleksandr Sergeyeviç Puşkin (1) Alfred Adler (1) Ali Çankırılı (1) Ali Jean Çorakçı (1) Ali Kuzu (1) Ali Smith (2) Amy A. Bartol (1) Amy Silver (1) Andre Maurois (1) Anna Todd (1) Anthony D. Smith (1) Antoine de Saint-Exupéry (1) Anton Çehov (1) Ara Avedisyan (1) Ashlee Vance (1) Ashton Lee (1) Aslı Erdoğan (2) Asuman Susam (1) Atilla Atalay (1) Aydın Büke (4) Ayfer Tunç (2) Ayhan Tekineş (1) Aykut Tanrıkulu (1) Ayn Rand (2) Ayşe Gouverneur (1) Ayşe Şasa (1) Aziz Nesin (2) B. Tolga Sasık (1) Bahaeddin Ögel (1) Barış Kılınç (1) Barry Norman (1) Başak Yaman Yeroğlu (1) Bear Grylls (1) Bernard Shaw (2) Berrin TÜRKOĞLU (1) Bibi Dumon Tak (1) Bilge Karasu (1) Brian McClellan (1) Bryan Sykes (2) Burak Göral (1) Burak Turna (1) Burçe Bahadır (1) Burçin Ş. Yalçın (1) Bülent Diken (1) Bülent Güven (1) Cahit Irgat (2) Cahit Uçuk (1) Caitlin Moran (2) Camille Bordas (1) Can Başkent (7) Can Dündar (6) Canan Efendigil Karatay (1) Cante Jondo Şiiri (1) Carl Gustav Jung (2) Carl Sagan (3) Cem Altınsaray (1) Cemal Süreya (2) Cemal Yıldırım (1) Cemil Meriç (4) Cenk Durmuşkahya (2) Cevat Abbas Gürer (1) Charles Darwin (1) Christiane F. (1) Christie Golden (1) Christina Daniels (2) Chuck Palahniuk (1) Claude Levi-Strauss (1) Colette Estin (1) Connie Willis (1) Craig Fryhle (2) Cuma Bozkurt (1) Curtis Sittenfeld (1) Çağlar Sunay (1) Çetin Baytekin (1) Daniel Goleman (1) Daniel Kahneman (1) Darhan Hıdıraliyev (1) David Almond (2) David Eagleman (1) David Henry Wilson (1) David S. Kidder (1) Dean Burnett (1) Dean Koontz (3) Demir Özlü (1) Didar Çelikkanat (1) Dimitrios Katsikas (1) Doğan Hasol (1) Doğan Yurdakul (1) Doris Lessing (2) Doris Pilkington (1) Dostoyevski (2) Dr. Jekyll ve Mr. Hyde PDF İndir (1) E. L. James (1) Edmondo De Amicis (1) Eduardo Galeano (5) Eduardo Galeno (1) Ekrem Acar (1) Eleanor H. Porter (1) Eleanor Wood (1) Elif Ayla (1) Elif Şafak (1) Elisabeth Craven (1) Elisabeth M. Dodge (1) Eloise James (1) Emin Akif Ersoy (1) Emin Çölaşan (1) Emin Ergen (1) Emine Sevgi Özdamar (1) Emre Kongar (1) Emrullah Erdinç Kitapları (1) Encore Kitap (1) Engin Altelli (1) Enid Blyton (1) Ercan Kumcu (1) Erdal Demirkıran (1) Erdal Sarızeybek (1) Erhan Ateş (1) Eric Ries (1) Erich Von Daniken (2) Ernesto Che Guevara (2) Erol Manisalı (1) Erol Mütercimler (2) Evrim Çalkavur (1) Faruk Duman (2) Faruk Tuncer (2) Fatih Bayhan (1) Fatih Korkmazlar (1) Federico Garcia Lorca (1) Feraye Sünev Çokgürses (1) Ferdinand Von Schirach (1) Ferhan Şensoy (2) Fethiye Çetin (1) Fevzi Çakmak (1) Franz Kafka (3) Frida Nilsson e kitap indir (1) Fuat Sezgin (1) G. H. Hardy (1) Gabriel Garcia Marquez Kitabını İndir (1) Gary Small (1) Gennifer Albin e kitap indir (1) George Orwell (3) Giovanni Guareschi (2) Graham Greene (1) Graham Solomons (2) Gregory Dart (1) Greil Marcus (1) Grigory Petrov (1) Gülden Şen (1) Güler Kazmacı (1) Gülten Dayıoğlu (1) Hagop Mıntzuri (1) Hakan Evrensel (1) Hakan Yaman (1) Hal Edward Runkel (1) Halid Ziya Uşaklıgil (1) Halide Edib Adıvar (10) Halit Ertugrul (1) Haluk Yavuzer (1) Handan Kılıç (1) Haruki Murakami (1) Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi (1) Hasan Basri Efendi (1) Hasan Tuncay (1) Henri Loevenbruck (3) Henry David Thoreau (1) Holly Black e kitap indir (1) Homo Deus (1) Homo sapiens (1) Honore De Balzac (1) Hüseyin Cöntürk (1) Hüseyin Namık Orkun (1) Hüseyin Nihal Atsız (1) HypnoBirthing (1) Igor Stravinsky (1) Ivan Illich (1) İbn Battuta (1) İbrahim Canan (1) İbrahim Sertkaya (2) İhsan Latif (1) İlber Ortaylı (3) İlhan Uçkan (1) İlona Andrews (2) İshak Sunguroğlu (1) İskender Pala (3) İsmet Demir (1) İzzet Bozkurt (1) J. R. R. Tolkien (1) J.G. Sandom (1) Jaap Ter Haar (1) Jack London (1) Jacob Ludwig Carl Grimm (1) James Greer (1) Jane Casey (1) Jean Bricmont (1) Jean Dominique Bauby (1) Jean-Jacques Rousseau (1) Jeff Kinney (1) Jeff Sutherland (1) Jenny Lawson Lawson (1) Jenny Lawson Lawson e kitap indir (1) Jeremy Bernstein (1) Jesse Bering (1) Jheni Osman (1) Joan Aiken (3) Joan D. Vinge (1) Johan Harstad (1) Johann Wolfgang von Goethe (1) John Berger (1) John Coleman (1) John Fowles (2) John Gray (1) John Gribbin (1) John Grisham (2) John Katzenbach (1) John Lloyd (1) John Mitchinson (1) John R. Searle (1) John Scalzi (2) John Steinbeck (2) Jolan Chang (1) Jonathan Safran Foer (1) Jose Rodrigues Dos Santos (1) Jose Saramago (1) Joseph Conrad (1) Jules Verne (2) Juli Zeh (1) Julian Assange (1) Julian Stallabrass (1) Julie Kenner Kitabını PDF İndir (1) K. Beck e kitap indir (1) Kaan Arer E kitap indir (1) Karl Marx (2) Katarina Mazetti (1) Kazım Karabekir (3) Kemal Beydilli (1) Kemal Ekin Aysel (1) Kemal H. Karpat (1) Kemal Sülker (1) Kemalettin Tuğcu Kitapları (40) Kevin Hogan (1) Kevin Mitnick (1) Kiyohiro Miura (1) Kurt Vonnegut (1) Kürşat Başar (1) Laura S. Matthews (1) Leigh Bardugo (1) Leo Panitch Chibber (1) Leyla Azzam (1) Leyla Erbil (1) Leyla Erbil'e Mektuplar (1) Leyla Sabah (1) Lord Jim (1) Lucy Vincent (2) M. Âkif Ersoy (1) M. İlin & E. Segal (1) M. Scott Peck (1) M. Şükrü Hanioğlu (1) Mahfi Eğilmez (1) Mahlon B. Hoagland (1) Mahmut Makal (2) Marcel Ayme (1) Marcel Proust (1) Marcus Thompson (1) Margaret Atwood (1) Maria Montessori (1) Marie Mongan (1) Marlo Morgan (2) Martin Pistorius (2) Mehmet Altan (1) Mehmet Barlas (1) Mehmet Emin Ay (1) Mehmet Kara (2) Mehmet Kartal (1) Mehmet Önder (1) Mehmet Rauf (2) Mehmet Reşit Öztoprak (1) Melik Duyar (1) Melisa Gürpınar (1) Melissa Panarello (1) Memduh Şevket Esendal (1) Mert Altınkaynak (1) Metin And (1) Metin Üstündağ (1) Mıgırdiç Margosyan (1) Michael Brooks (1) Michael Connelly (1) Michael Grant (2) Michael Kohlmeier (1) Michael Korz (1) Michael Löwy (1) Michel Foucault (1) Michio Kaku (2) Mikita Brottman (1) Mim Kemal Öke (1) Mina Urgan (4) Minati Panda (1) Morris Rossabi (1) Muammer Taşçıkan (1) Muhsin Batur (1) Murat Özer (1) Musaffer Kılıç (1) Mustafa Çokay: Hayatı (1) Mustafa Kemal (2) Mustafa Ziyalan (1) Mutlu Dinçer (1) Müjdat Gezen (1) N. G. Çernışevskiy (1) Nalân Mahsereci (1) Namık Kemal (1) Nasır-ı Husrev (1) Nasiruddin Tusi (1) Nazif Ekzen (1) Necati Aydın (1) Necati başaran (1) Necati Demiroğlu (1) Necdet Sakaoğlu (2) Necip Fazıl Kısakürek (2) Necmeddin Sahir Sılan (1) Neda Olsoy (1) Nejat Bozkurt (1) Nicholas Carr (1) Nick Sandberg (1) Nicole Blake (1) Nihat Erim (1) Nil Peri Gökçe (2) Nilgün Marmara (1) Niyazi Berkes (1) Noah D. Oppenheim (1) Nurer Uğurlu (1) Nursel Duruel (2) Olcay Yılmaz (1) Oliver Sacks (2) Onur Ataoğlu (2) Orhan Boran (1) Orhan Gökdemir (1) Orhan Karaveli (2) Orhan Kurmuş (1) Orhan Pamuk (3) Osman Evcan (2) Osmanzade Hüseyin Vassaf (1) Ömer Asım Aksoy (1) Ömer Seyfettin (4) Öner Ünalan (1) Özcan Köknel (1) Özcan Yılmaz (1) Özgür Bacaksız (1) Özgür Bolat (1) Özgür Topyıldız (1) Pablo Neruda (1) Patricia Highsmith (1) Patti Smith (1) Paul Auster (1) Paul Berna (1) Paul Davies (1) Peyami Safa (5) Philip K. Dick (1) Philippe Sollers (1) R.I. Page (1) Rachel Hawkins e kitap indir (1) Rachel Walker (1) Ramazan Balcı (1) Ramazan Şeşen (1) Ray Bradbury (1) Rebecca Solnit (1) Recaizade Mahmut Ekrem (1) Reha Ülkü (1) Reinhold Hartmann (2) Rene Girard (1) Rene Jean Dupuy (1) Reşad Ekrem Koçu (1) Reşat Nuri Güntekin (6) Ricardo Coler (1) Richard Dawkins (3) Richard Feynman (1) Richard Tillinghast (1) Robert Ludlum (1) Robert Philipson (1) Robin Cook (1) Robin Wasserman (1) Roger Garaudy (1) Roger Penrose (2) Rosi Braidotti (1) ry Dart (1) Sabahattin Ali (1) Sadık Hidayet (2) Sait Aytemur (1) Savaş Çoban (1) Scott Maxwell (1) Sefa Saygılı (1) Sefer Turan (1) Selçuk Aydemir (1) Selçuk ÖZTÜRK (1) Selim Yeniçeri (1) Selin Ongun (1) Semih Gümüş (1) Senail Özkan (1) Sergey Lukyanenko (1) Serkan Özel (2) Seth Godin (1) Sevan Nişanyan (2) Seyyid Muradi (1) Sibel Özbudun (1) Sidney Finkelstein (1) Simon Crittle (1) Simone De Beauvoir (2) Sinan Meydan (1) Soner Yalçın (1) Stefan Zweig (5) Stephen King (6) Stephen Lundin (1) Steve Silverman (1) Steve Stewart-Williams (2) Steve Tesich (1) Steven Spielberg (1) Suat Yağmuroğlu (1) Susan Sontag (1) Suzy Favor Hamilton (1) Svagito R. Liebermeister (1) Sylvia Nasar e kitap indir (1) Şahin Uruk (1) Şermin Çarkacı (1) Talat Aydemir (1) Talip Apaydın (1) Tamer Korugan (1) Tami Hoag (1) Tanıl Bora (1) Tarık Akan (1) Tarık Buğra (2) Tekin Ertuğ (2) Terry Eagleton (1) Tess Gerritsen (1) Tevfik Taş (1) Tezer Özlü (2) Theodor Herzl (1) Thomas Bernhard (2) Thomas Hobbes (1) Tom Knox PDF indir (1) Tove Skutnabb-Kangas (1) Tuba Ezici (1) Tuğçe Işınsu (1) Tunca Arslan (1) Turgut Uzer (1) Uğur Canpolat (1) Uğur Mumcu (1) Umay Umay (1) Ursula K. Le Guin (2) Ümit Zileli Kitabını İndir (1) Vedacarya David Frawley (1) Vefa Zat (1) Vera Tulyakova Hikmet (2) Viktor E. Frankl (1) Virginia Woolf (3) Vladimir Arsenyev (2) W. B. Yeats (1) W. R. Reinfeld (1) Wassily Kandinsky (1) Werner Herzog (2) Wilbur Smith (1) Wilhelm Carl Grimm (1) Wilhelm Reich (1) William Gibson (1) William Hope Hodgson (1) William Saroyan (1) Wolfgang Smith (1) Woody Allen (2) Yakup Kadri Karaosmanoğlu (2) Yalçın Küçük (1) Yaşar Ayaşlı (2) Yaşar Kemal (1) Yılmaz Erdoğan (1) Yılmaz Özdil (3) Yılmaz Öztuna (4) Yolande Mukagasana (1) Yuri Bondarev (1) Yusuf Akçura (1) Yusuf Halaçoğlu (1) Yuval Noah Harari (4) Zafer Okur (1) Zafer Toprak (1) Zecharia Sitchin (2) Zeki Kayahan Coşkun (1) Zeki Tez (2) Zeynep Cemali (1) Zeynep Selvili Çarmıklı (1) Ziya Gökalp (4) Zubritski Mitropolski Kerov (1)

Yayın Evleri

ABM Yayınevi (1) Adam Yayıncılık (1) Alfa Yayıncılık (7) Alkım Kitabevi (1) Alter Yayınları (4) Altıkırkbeş Yayınları (5) Altın Kitaplar (13) Ankara Okulu Yayınları (1) Anonim Yayınları (3) Ant Yayınları (1) Arkadya Yayınları (1) Artemis Yayınları (2) Artshop Yayıncılık (1) Arya Yayınları (2) Aşk Kitapları (61) Ataç Yayınları (1) Aykırı Yayınları (2) Ayrıntı Yayınları (7) Babıali Kültür Yayıncılığı (3) Bağlam Yayıncılık (1) Berikan Yayınevi (1) Bilgi Yayınları (2) Bilim ve Gelecek Yayınları (2) Birey Yayıncılık (1) Bordo Siyah Yayınları (1) Butik Yayınları (1) Buzdağı Yayınları (1) Can Yayınları (45) Cinius Yayınları (1) Cumhuriyet Yayınları (1) Çığır Kitabevi (1) Çınar Yayınları (2) Çitlembik Yayınları (1) DBY Yayınları (2) Dergah Yayınları (1) Destek Yayınları (3) Dharma Yayınları (1) Doğan Kitap (8) Doğu Batı Yayınları (1) Domingo Yayınevi (3) Düşünbil Yayınları (1) E Yayınları (1) Eğitim Sen Yayınları (1) Eksik Parça Yayınları (1) Elit Kültür Yayınları (1) Elma Yayınevi (3) Epsilon Yayınları (3) Etkileşim Yayınları (1) Everest Yayınları (10) Evrensel Basım Yayın (7) Genç Destek Yayınları (1) Geyik Yayınları (1) Gün Yayıncılık (3) Hayy Kitap (6) Islık Yayınları (1) Işık Yayınları (2) İleri Yayınları (1) İletişim Yayınları (23) İmge Kitabevi (1) İnkılap Kitabevi (11) İnsan Yayınları (1) İnter Yayınları (1) İş Bankası Kültür Yayınları (9) İşaret Yayınları (1) İthaki Yayınları (4) İz Yayıncılık (2) İzgören Yayınları (1) Kapı Yayınları (1) Kavram Yayınları (1) Kaynak Yayınları (1) Kırmızı Kedi Yayınevi (9) Kitap Zamanı Yayınları (1) Kitsan Yayınevi (1) Koç Üniversitesi Yayınları (1) Kodlab Yayınları (1) Kolektif Kitap (4) Koridor Yayıncılık (2) Köxüz Yayınları (1) Kuraldışı Yayınları (1) Kurtuba Kitap (2) Kurtuba Yayınları (1) Kuzey Yayınları (2) Kültür Bakanlığı Yayınları (1) Kültür Kitapları (8) Litera Yayıncılık (1) Literatür Yayıncılık (5) Martı Yayınları (6) Maya Kitap (2) MediaCat Yayınları (4) Meta Yayınları (1) Metis Yayıncılık (2) Metis Yayınları (6) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları (2) Milliyet Yayınları (5) Mobidik Yayınları (1) Nemesis Kitap (2) Nesil Yayınları (4) Nesin Yayınevi (1) Nobel Akademik Yayıncılık (1) Nokta Yayıncılık (1) Notos Kitap (3) Oda Yayınları (1) ODTÜ Yayıncılık (3) Oğlak Yayıncılık (1) Okuyan Us Yayınları (2) Okyanus Yayıncılık (1) Olimpos Yayınları (1) Optimist Yayınları (1) Ortaoyuncular Yayınları (1) Overteam Yayınları (1) Ötüken Neşriyat (7) Ötüken Neşriyat Yayınları (4) Özgür Yayınları (1) Pan Yayınları (2) Panama Yayıncılık (1) Paradoks Kitap (1) Parola Yayınları (1) Payel Yayınevi (1) Pegasus Yayınları (4) Phoenix Yayınları (2) Pinhan Yayıncılık (1) Plato Film Yayınları (2) Polat Kitapçılık (1) Portakal Yayınları (1) Pozitif Yayınları (2) Profil Yayıncılık (2) Propaganda Yayınları (8) Purnam Yayınları (1) Remzi Kitabevi (5) Ruh ve Madde Yayınları (2) Sanat A.Ş (1) Say Yayınları (5) Sel Yayıncılık (6) Siren Yayınları (2) Sis Yayınları (2) Sokak Yayınları (1) Sol Yayınları (2) Sözcükler Yayınları (1) Su Yayınevi (1) Sümer Yayınevi (1) Şule Yayınları (1) Tarih Vakfı Yurt Yayınları (1) Tekhne Yayınları (1) Tercüman Yayınları (2) Timaş Yayınları (10) Toker Yayınları (2) Truva Yayınları (1) Tudem Yayınları (3) Tübitak Yayınları (12) Türk Dil Kurumu Yayınları (1) Uğur Mumcu Vakfı Yayınları (1) Ütopya Yayınevi (1) Varlık Yayınları (4) Yabancı Yayınevi (2) Yağmur Yayınları (2) Yakamoz Yayınları (3) Yapı Kredi Yayınları (38) Yeditepe Yayınevi (1) Yediveren Yayınları (1) Yeni Akademi Yayınları (2) Yeni Avrasya Yayınları (1) Yitik Hazine Yayınları (2) Yol Yayınları (1) Yurt Kitap Yayın (3) Zafer Yayınları (1)