Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben Alper Kamu,
birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük
kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum.
Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak
yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek
beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve
ben hızla yaşlanıyordum. Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek
zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun
bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel
dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter
içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir
krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları
için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı.
Aslında anaokuluna başlarken bu kurum hakkında iyi ya da kötü herhangi
bir önyargıya sahip değildim. Ama talihsiz bir başlangıç yaptım işte.
Müdire Hanım’la, sınıf öğretmenimle ve yuvadaki diğer çocuklarla tek tek
tokalaştıktan sonra kustum. Annem çok utandı ama sınıf öğretmenimiz
anlayışlı davrandı. Anneme ilk gün biraz heyecan duymamın normal
karşılanması gerektiğini, sık sık böyle şeyler yaşandığını falan açıkladı.
Keşke saçını öyle tuhaf bir biçimde topuz yapmasaydı. Belki o zaman ona
ben de inanabilirdim. Bir şey nasıl başlarsa öyle gidiyor. Bir türlü
ısınamadım anaokuluna. Günün ilk kısmı, genellikle öğretmenimizin bize
yazın ne yetişir, kışın ne pişer türü saçmasapan bilgiler vermesiyle
geçiyordu. İşin kötüsü kadın katılımcı ders işleme metoduna kafayı
takmıştı ve durmadan, açtığı can sıkıcı konular hakkında bir yorumda
bulunmamızı bekliyordu. Bana bir şey soracak korkusuyla başımı önümden
kaldıramıyordum. Bir de şarkı söyleme muhabbeti vardı. Repertuarımız,
dünyanın en kötü müzisyenleri tarafından, eğitilebilir küçük embesiller
için yazılmış bazı eserlerden oluşuyordu ve açıkçası sınıf arkadaşlarımın
müzikal yetenekleri heveslerinin çok altındaydı. Ben tabii ki süregiden
kakofoniye katılmayı reddettiğim için, şarkının durak noktalarında
öğretmen adımı bağırarak aklınca beni sanata teşvik ediyordu.
Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oluyordum. Benden, evde Shostakovich
dinleyen benden, “kestane, gürgen, palamut” diye yırtınmam bekleniyordu.
Neyse ki asosyalliğim ve ara ara içimde kopan fırtınaları dışa vuran
mimiklerim sayesinde öğretmen benim bir zihinsel özürlü olduğuma hükmetti
de düştü yakamdan. İki saatlik öğle uykusu da cehennem azabından
farksızdı. Üç katlı bir ranzanın orta katına yerleştirilmiştim. Bir dakika
bile uyuyamadım orada. Tepemdeki suntanın üzerinde bulup çıkardığım,
benden başka kimsenin görmediği korkunç suratlarla bakışıp durduk beş ay
boyunca. Ayrıca susuzluktan geberiyordum. Yatağımıza işemeyelim diye
öğleden önce su vermiyorlardı çünkü. Herkes osura osura uyuyor, ben diri
diri gömüldüğüm bu mezarda çile dolduruyordum. İki saat sonra öğretmen
çıngırağını sallayarak odaya girdiğinde gerinerek uyanıyormuş gibi
yapıyordum. Sonra çocukların en çok bayıldığı faaliyete, oyun oynamaya
geliyordu sıra. Oyun odasının kapısı açılınca çocuklar gerçekten göz alıcı
rengarenk tuğlalar, toplar, arabalar ve daha bir sürü oyuncakla dolu odaya
saldırıyorlardı. Onlar kurtlarını dökerken sadece ben ve birkaç sersem
kız, elişi masasının başına geçiyorduk. Öğretmen, biz sakin mizaçlı
öğrencilerine, takvim kağıdından kolye yapımı zanaatını öğretmeye
çalışıyordu.
Anneler Günü yaklaşırken iki üç günlüğüne tüm sınıfın elişi dersine
girmesi zorunlu tutuldu. Herkes annesine hediye olarak takvim kağıdından
kolye yapabilsin diye. Sonuçta kolye yapmayı kıvıramayan tek çocuk bendim.
Tabii kimse yadırgamadı bu durumu. Öğretmen kendi yaptığı örnek kolyeyi
verdi bana, anneme götüreyim diye (sanıyorum bunu baştan planlamıştı) ama
ben bu teklifi kesin bir dille geri çevirdim. Öğretmen de durumu tüm
sınıfa ilan etme gereği duydu. “Arkadaşınız annesine hediye vermeyecekmiş
çocuklar.” İşte o zaman ölmek istedim. Meseleyi daha fazla uzatmasın diye
kaptım zımbırtıyı elinden. Kapadı çenesini sürtük.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder