Galya kabilelerinin yaşadığı topraklar batıda Pirene’nin engebeli
dağlarından doğuda karla kaplı görkemli Alp Dağları’na, her zaman nemli ve
sisli Kuzey Denizi kıyılarından ılık güney havasının Akdeniz kokusuna
karışarak ulaştığı dağlara kadar uzanıyordu. Aslında Edui ve Arverni,
Carnutelar ve Belovaquelar, Turonlar ve Santonlar’la tüm diğer kabilelere
ait araziler; onların çiftlikleri, şehirleri, kırsal alanları adeta bir
ağaç okyanusunun ortasındaki birer ada gibiydi. Bu insanların hayatlarına
hükmeden devasa ormanlar, dağların doruklarından vadilere kadar uzanarak
yaşamlarını yeşilin türlü tonlarına boyamaktaydı. İşte bu yüzden onlar
için hükümran, insanoğlu değil meşe ağaçlarıydı. Bu uçsuz bucaksız meşe
ormanlarının derinliklerinde yabani bitkilerle örülü çalılar, mantarlar ve
yosun tutan kayalarla çevrelenmiş boş, açık bir alan bulunuyordu. Bu açık
alanın tam ortasında ise parlak öğle güneşiyle aydınlanan Guttuatr, tüm
Galyalıların Baş Druid’i duruyordu. Guttuatr uzun, hafif kambur, orta
yaşın henüz başlarında bir adamdı. Saçları ve düzgün kesilmiş sakalı gümüş
grisiydi. Üzerinde kabilesinin kendine özgü renklerini taşımayan beyaz bir
cüppe vardı. Cüppenin bol başlığı yüzünü büyük ölçüde örtse de bu dünyadan
öbür dünyaya uzanan derin, yeşil gözleri ve iri burnu açıkta kalıyordu.
Elinde her zaman meşe ağacından yontulmuş asasını taşır ama hiçbir zaman
onu bir baston niyetine kullanmaz, ona yaslanarak güç almaya çalışmazdı.
Nitekim asanın ucunda iki elma büyüklüğünde demir bir yıldız vardı. Baş
Druid önce tam tepedeki güneşe sonra da gölgesinin en kısa haline bakmış,
ardından asasını insan boyunun dörtte biri kadar havaya kaldırmıştı. Beyaz
cüppeleri, ait oldukları kabilenin renkleriyle bezeli druidler,
reislerinin önünden usul usul geçerek açık alanda yan yana dizilmeye
başlamışlardı. Baş Druid’in çevresinde bir halka oluşturmuş, sükünetle
bekliyorlardı.
Guttuatr asasını yeniden göğe kaldırmıştı; hiç kimse ne kıpırdıyor ne de
tek bir kelime ediyordu. Belli belirsiz seçilen ay, altın sarısı güneşin
çaprazına doğru yol alıyordu. Gökyüzü koyu maviye dönmeye başlamıştı.
Sessizliği bozan Baş Druid Guttuatr oldu. “Cennette olduğu gibi yeryüzünde
de gecenin tanrıları güne hükmetmeye çalışır. Aslında bu, karanlığa hizmet
edenlerle aydınlık için çabalayanların arasındaki savaştır. Dünyada olduğu
gibi cennette de…” Ay, ağzını sonuna dek açmış bir canavar gibi altın
sarısı güneşi ağzının içine atıp çiğnemeye başlamıştı. Güneşi birazdan
tamamen mideye indirecekti. Kabile liderleri homurdanıp oldukları yerde
huzursuzca hareket etmeye başlamışlardı. Druidler sessizliklerini korurken
tüm gözler Guttuatr’a dönmüştü. Tüm gözler ondan gelecek bir hareketi
bekler gibiydi. Gittikçe yavaşlamakta olan kabile liderlerinin
mırıltılarından başka çıt çıkmıyordu ortalıkta. Derken bu garip homurtuya,
yuvalarına dönen gündüzcü kuşların sesleri ile yeni bir geceyi
karşılamakta olan gececi kuşların çığlıkları karışmıştı. Kan kırmızısı
mehtap, göz alıcı pırıltısını ormanın üzerine düşürmesiyle bu garip
seremoniye köpek ve kurt ulumaları da uzaktan eşlik etmeye başlamıştı. Ve
gece alçalmaya başlamıştı.
Hava tamamen kararınca yıldızlar bir bir ortaya çıkmış, güneşin davetkâr
yüzü karanlığın içinde cazibesini yitirmişti. Ertesi sabaha kadar da
kutsal bir tanrının tacında alev almaya hazır bir tül olarak kalacaktı.
“Gece günü alt eder!” Guttuatr var gücüyle haykırmıştı. Onu takip eden
dört druid ise kabile geleneklerinin dışına çıkarak, “Karanlık ışığı
yutar!’ diye bağırmıştı. Druidler, Guttuatr’ın etrafındaki çemberi
daraltıyordu. Guttuatr ise usul usul bir ilahiye başlamıştı: “Yüce
Tekerlek döner, biz de onunla beraber döneriz…” Guttuatr’ın etrafında
oluşturdukları halkada dönen druidler yanıtladı: “Sonsuz olan da budur ve
o …” “Cennette olduğu gibi yeryüzünde de…” “Yeryüzünde olduğu gibi
cennette de…” “Haydi! Yüce Tekerlek bizle beraber dönsün,” diye bağırdı
Guttuatr. Asasını göklere hükmetmek istercesine havaya kaldırdı: “Gece
günün içinde!” Bir kez daha havaya kaldırdı asasını: “Karanlık ise
aydınlığın! Haydi Yüce Tekerlek!” Aniden tüm kabile reisleri ve druidler
hep bir ağızdan bağırdılar; bu dehşetin değil, hayranlık ve mucizenin
çığlığıydı. Druidler birdenbire dönmeyi bırakmış ve Guttuatr’ın gerisinde,
yukarıda bir noktaya odaklanmışlardı. Büyüsünü yitiren bu garip
seremoninin yerini, gökyüzündeki bir noktaya odaklanmış şaşkın kalabalığın
anlamsız bağırışları almıştı. Guttuatr etrafında bir şey arıyor gibi kendi
çevresinde dönmeye başlamıştı. Boşluğun derinliklerinde bir ışık huzmesi
belirmişti. Ortalık gitgide aydınlanıyordu. Bu, doğarken ortalığı
aydınlığa boğan yeni bir yıldızdı. Olanlar karşısında Guttuatr’ın ağzı bir
karış açık kalmış, gözleri fal taşı gibi açılıvermişti. Kendini Tanrı’yla
yüz yüze hissediyordu.
“Binlerce yılda bir…” Baş Druid’in sesi bir fısıltı olarak çıkmıştı.
Kabile reisleri de donakalmıştı. Druidler ise çemberi daha da daraltarak
Baş Druid’e sokulmuştu. İçlerinden biri, “Baş Druid, bu ne anlama
geliyor?” diye sordu. Guttuatr istemeyerek de olsa dikkatini bu görkemli
işaretten soruyu sorana çevirmişti. “Bu büyük bir dönüşümün habercisi.”
Yoldaşlarına bu açıklamayı yaparken epeyce zorlanmıştı. “Büyük bir çağ,
bir yenisine yol vermek için kapanıyor.” “Peki ne?” “Bu çağa ait hiç kimse
bu dönüşümün insanlığa neler getireceğini bilemez.” Guttuatr’ın sesi sert
ve kararlı çıkmıştı. “Bizler dünyevi çekişmelere gereğinden fazla
burnumuzu soktuk. Bu seremoniye de, Tanrılar önce davranıp bizim yerimize
bitirmeden son vermeliyiz.” Guttuatr asasını yeniden havaya kaldırıp
haykırdı: “Ey sizler, farkına varın ki Tanrılar bizden ne istediklerini
haber veriyor! Karanlıktan ışığa! Işıktan gündüze! Haydi! Yüce Tekerlek
dönsün!” Druidler telaşla, biraz da ne yaptıklarını bilmeyerek dönmeye ve
ayinlerini söylemeye devam ediyorlardı. Reisler ise geri çekilmişti. “Biz
etrafımızda dönüyoruz, dönüyoruz, dönüyoruz…” “Bırakın Yüce Tekerlek de
bizimle dönsün.
” Guttuatr komutunu vermişti. Ay da sanki bu komutu duymuş gibi midesine
indirdiği aydınlığı adeta kusmaya başlamıştı. Gökyüzü yeniden pembe ve
altın sarısının her tonunu barındıran olağanüstü bir mehtapla
aydınlanıyordu. Orman da uykusundan uyanıyor, masmavi gökyüzünde ışıl ışıl
parlayan güneş, yeşil örtünün üzerinde yükseliyordu. Druidlerin seremonisi
bir kez daha yerini bulmuştu. Ya da öyle görünüyordu. Yarım düzine
kızarmış yaban domuzu ve bir o kadar da yağları harlı ateşe damlayan kuzu,
havayı leziz bir duman ve is kokusuna boğuyordu. Genç erkekler buharı
tüten ekmek somunlarını fırının içinden yassı küreklerle çekip, ılımaları
için bir kenara diziyorlardı. Köylüler ise küfelerini tepeleme kırmızı
elma, beyaz turp ve henüz toplanmış taze sebzelerle doldurmuşlardı.
Ozanlar da hem harplarını konuşturuyor hem de hizmetlilerin eşlik ettiği
bir şarkıyı söylüyorlardı. Bu Vercingetorix için, babası Keltill ile
ailesine ait çiftlik evinden güneşli bir öğleden sonra çıktıkları günden
bu yana yaşadığı en güzel gündü. Babasının Arvernilerin reisi ilan
edilişinin şerefine düzenlenen şölen yemeğiydi. Keltill kaslı ve güçlü
vücut yapısına rağmen, bir Galyalı için orta boylu sayılırdı. Ama henüz on
dördünü sürmekte olan oğlunun gözünde gerçek bir devdi. Druidlerin de ilan
ettiği gibi, babasının sahip olduğu toprakların tümü tanrıların da izniyle
ona geçebilirdi fakat babasının tebaasının gözlerinde gördüğü itaat,
tanrıların kendisine bağışlayabileceğinden çok daha anlamlıydı.
Tıpkı kendisini kutsayan yüzlerde gördüğü gülümseme gibi. Keltill,
tebaası tarafından sevilen hatta tapılan bir liderdi. Keltill, yüzünde
kocaman bir gülümseme ve şapırdamasına engel olamadığı dudaklarıyla bira
taşıyan arabacıya seğirtmişti. El arabasını süren kel ve tıknaz biracı,
Keltill’in gözlerindeki hevesli pırıltıyı yakalayınca iki farklı fıçıdan,
iki tası ağzına dek köpüklü birayla dolduruvermişti. Sol elindeki tası
Keltill’e uzatarak, “Bunun daha çeşnili olduğunu söyleyebilirim,” dedi.
“Ama bunun da hassası daha kuvvetlidir.” Keltill önce kendisine ilk
uzatılanı sonra da diğerini bir dikişte içti. “Pekâlâ, hangisini daha çok
beğendiniz?” Biracı dayanamayıp sormuştu. “Sen benim bira tadıp da
beğenmediğimi gördün mü?” Keltill ağız dolusu bir kahkaha atıp yüzünde
asılı kalan gülümsemeyle oğluna döndü: “Sen ne diyorsun Vercingetorix,
yorum yapmanın bir önemi var mı? Galya’nın tüm genç delikanlıları gibi
Vercingetorix da sulandırılmış biranın tadına aşinaydı; özellikle de
inekler sütten kesildiğinde ya da telef olduklarında içtiklerine. Şimdi
ilk kez sulandırılmamış gerçek erkek birası tadacaktı. Daha çeşnili olduğu
söylenen biradan çekingen bir yudum aldı. Sert ve tatlıydı. Babasının onu
izleyen bakışları altında, bu kez tası başına dikerek daha büyük bir yudum
aldı biradan. Ağzında buruk, acımsı bir tat kalmıştı ve bu tattan pek de
hoşnut olduğu söylenemezdi. “Pekâlâ,” diyerek soran gözlerle oğluna baktı
Keltill.
“Ah… Güzel. İyi… hımm, bol köpüklü!” Keltill ikinci tası uzattı oğluna.
Vecingetorix bu kez gerçek bir yetişkin gibi duraksamadan dayadı tası
ağzına ve ağız dolusu içmeye başladı. Daha az acı, aynı zamanda daha az
tatlıydı. İlki kadar sert de sayılmazdı. “Çok daha iyi!” dedi samimiyetle.
“Babasının oğlu,” diyerek oğlunun omzuna hafif bir şamar indirdi, keyfi
yerindeydi. “Tam da benim hissettiklerim. Biraları tadan delikanlıyı
duydun, her birinden yirmişer fıçı!” “İkisinden de mi?” Bira satan adam
Keltill’i şüpheyle süzüyordu. “Parası ne olacak?” “Sen sadece fiyatı
söyle. İkimiz de ölüp öbür dünyayı boyladığımızda, Gallik geleneğinde
olduğu gibi sana iki katını ödeyeceğim!” “Çok cömertsin Keltill fakat ben
ve ailem bu dünyada aç kalırsak, senden epey önce boylarız öbür dünyayı.
Bu yüzden eğer umursamayacaksan…” “Eğer böyle davranacaksan…” dedi
Keltill, kabaca ve hesapsızca harcadığı deri kesesindeki paralardan bir
tane metal para çıkarıp biracıya uzattı.