Bu Blogda Ara

Translate

17 Ekim 2021 Pazar

Karyn Monk – Savaşçı Kitabını PDF İndir

 


Kuzey İskoçya Bahar 1207 “Ölüyorum.” Bu sözleri, kötü bir sonla karşılaşmak yerine başka bir şey olmasını umuyormuş gibi karamsarlık ve belki de şüphenin gölgesinde sarf etmişti. Alpin, içini kemiren üzüntüyü belli etmeden, sakin bir tavırla bakıyordu ona. Bu adam, dünyaya gözünü açtığında da Alpin’in kollarındaydı. Babasına, oğlunun harika bir lider olacağından ve MacKendrick Klanı’nı huzur ve refah dolu günlerin beklediğinden bahsetmişti. Pembemsi, avazı çıktığı kadar ağlayan bebeğe bakarak, onun geleceğiyle ilgili parlak hikâyeler anlatırken, üzülerek, çaresizce bu kasvetli anın gelip çatacağını biliyordu. on nefesini verirken, Alpin, kendisinin bu değerli çocuk büyürken onun yanında olacağını, ona göz kulak olacağını da biliyordu. “Zamanı geldi,” dedi Alpin açık bir şekilde. Klan lideri, kendisini bu fikre alıştırmak için bir süre düşündü. Koridordan, son anlarını cehenneme çeviren korku ve keder çığlıkları yükseliyordu. Kalan son gücüyle öfkeli bir şekilde, belinde sızlayan yarayı kavrayarak doğrulmaya çalıştı. “Ama gelmedi,” diye itiraz etti Alpin’e, yanılmış olabileceğini göstermeye çalışarak. “Roderic’e karşı olan savaşı sürdürmeliyim. Kara Kurt’un geldiğini görene dek ölmeyeceğim. Onun yeni lider olduğundan emin olmam lazım.

Bu, sizin karar verebileceğiniz bir konu değil,” dedi Alpin sakin bir ifadeyle. “Sadece Ariella onun liderlik için uygun olup olmadığına karar verebilir. Bu karar yalnızca ona ait.” MacKendrick sert bir ifade takındı. “Eğer yeni lider o ise, şimdiye kadar çoktan burada olması gerekirdi,” dedi bir hışımla. “Hangi cehennemde kaldı?” Sesi, odayı inlettikten sonra, acınası bir öksürük krizine dönüşüverdi. “Gelecek,” diye söz verdi Alpin son anlarını yaşayan klan liderini tekrar yatağına yatırırken. 

MacKendrick Klanı’ndan geliyorlarmış.” Malcolm kaşlarını çattı ve ‘MacKendrick’ kelimesini hatırlamak için hafif dumanlı zihnini şöyle bir yokladı. Biraz sonra hatırlamıştı. “Tanrı aşkına! O klanın lideri inatçı adan Hâlbuki daha önce gönderdiği elçilere teklifiyle ilgilenmediğimi söylemiştim. Benden hâlâ ne istiyor ki?” diye söylendi. “Bilmiyorum,” dedi Gavin omuz silkerek. “Eğer bu adamlardan kurtulmak istiyorsan dışarı çıkıp onlarla konuşman gerekiyor.” “Tanrım!” diyerek yavaşça yattığı yerden doğruldu Malcolm. Ağrı dayanılmaz bir hal almıştı artık. Ama en azından dünkü, geçen haftaki ya da geçen seneki kadar acı vermiyordu. Ağrısız geçen bir günü hatırlamak neredeyse imkânsız hale gelmişti. Gavin’in peşinden giderken göz kamaştırıcı parlaklıktaki güneş ışınları her yanını sarmıştı. Gözlerini kısarak istenmeyen ziyaretçilerine baktı. Ziyaretçilerden ikisi boylu poslu, iri yarı adamlardı. Birisinin kapkara, diğerininse omuzlarına kadar uzanan kahverengi saçları vardı.

“Gördüm. Kara Kurt gelecek.” “Emin misin?” diye sordu lider, tehditkâr bir ses tonuyla. “Son anlarımda bana yalan söyleyerek içimi rahatlatmaya çalışmıyorsun, değil mi?” “Gördüm,” diye yineledi Alpin, lideri temin etmek için. “Gelecek.” Lider, ona inanmaktan başka çaresi olmadığının bilinciyle, umutsuz bakışlarla, uzunca bir süre baktı Alpin’e. Hissettiği gerçeklerin, Alpin’in karanlık gözlerine yansımasını da fark ettikten sonra, gözlerini kapatabilirdi artık. “Kara Kurt gelene kadar Ariella’ya göz kulak olacaksın,” dedi usulca. “O gelene dek Ariella’yı güvende tut.” Alpin, solgun ve kırışmış elini liderinin alnına götürdü ve hiçbir şey söylemedi. Kontrol edemeyeceği ya da öngöremediği konularda gereksiz yere güven vermek gibi bir huyu yoktu. MacKendrick’in bunu anlayacağını biliyordu. Yine de, ölmek üzere olan bir babaya, onu rahatlatacak birkaç çift sözü çok göremezdi. “Ona göz kulak olacağım, MacKendrick,” diye söz verdi. “Kendi çocuğummuş gibi.” Bu sözler, klan liderini rahatlatmaya yetmişti. “Çok iyi,” diye mırıldandı kısık sesiyle. Klan lideri güçlükle nefes alarak ölümle savaşırken, Alpin öylece izliyordu onu. Oysa ikisi de bunun, liderin kazanamayacağı bir savaş olduğunu biliyorlardı. Verdiği son nefes kasılmış akciğerlerini iyice zorlarken, gücünü tamamen yitirene dek hayata tutunmaya çalışarak, Alpin’in elini sıkıca tuttu. Sonra, ruhu, ani bir iç çekişle terk etti bedenini. Kayıp hissi ezip geçmişti Alpin’i. Tıpkı onca zamandır sevdiği birileri yaşam savaşını kaybedip hastalığa yenik düştüğünde olduğu gibi donuk ve bomboş bir duyguydu bu.

” Malcolm ışıktan sakınmak için ağrıyan kolunu gözüne siper ederek bitkin bir ses tonuyla, “Onlara rahatsız olduğumu söyle,” dedi bıkkınlıkla. “Söyledim zaten. Hatta eğer yardıma ihtiyaçları varsa Harold’ı bulmaları gerektiğini de söyledim. Fakat adamlar MacFane Kalesi’ne giderek Harold’la görüştüklerini ve kendisinin onları buraya gönderdiğini söylediler,” diye cevap verdi Gavin. “Boşa zaman harcamışlar,” dedi Malcolm, kesin bir ifadeyle. “Harold onları buraya göndermekten fazlasını yapabilirdi.” “Ama onlar Harold’a Kara Kurt’u aradıklarını söylemişler.” Malcolm bir an için tereddüt etti. Neden sonra, yüzünü ekşiterek homurdandı. “Kara Kurt öldü,” dedi. Gavin’i kapı dışarı etmek için yüzünü duvara döndü. “Onlara böyle söyle.” “Korkarım öyle olmadığını biliyorlar,” dedi Gavin. “Bana Kara Kurt’la görüşmeden buradan gitmeyeceklerini söylediler. Oldukça kararlı görünüyorlar.

Malcolm adamların iki metreden uzun olmadıklarını düşündü. Üçüncüsü; kirden rengi seçilemeyen, birbirine girmiş saçları ve haftalardır yıkamadığı her halinden belli olan yüzüyle delikanlılık çağında gibi görünüyordu. İronik bir biçimde, onları görünüşlerine göre yargılayacak konumda olmadığını fark etti. Her zaman olduğu gibi Gavin, verandada bira, peynir ve ekmekten oluşan bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Malcolm ziyaretçilerine aldırış etmeden bira şişesine uzandı. Bir yudum aldıktan sonra ağzında çalkalayarak hızla yere tükürdü. Böylece kendine gelmiş oluyordu. Sonra başını geriye doğru attı ve şişede ne varsa son damlasına kadar kana kana içti. Islak ağzını koluyla sildi ve hiçbir şey olmamış gibi kendisini şaşkınlık-tiksinti karışımı bir ifadeyle izleyen ziyaretçilerine baktı. “Ne istiyorsunuz benden?” diye sordu kabaca. Şoku ilk atlatan uzun boylu, kahverengi saçlı adamdı. “Adım Duncan MacKendrick. Bu Andrew, bu da Rob,” dedi ters ters Malcolm’a bakan çocuğu göstererek. Buraya ‘Kara Kurt’ lakaplı savaşçıyla konuşmak için geldik,” dedi ve sustu. Karşılarında uzun adamın, aradıkları o güçlü savaşçı olduğundan şüphe eder gibiydi.


Bir süre daha tuttu liderinin elini. Önünde yatan hırpalanmış, acıdan ve ruhtan yoksun bedeni değil de kendi içini rahatlatmak için. Barbarlık ve öfke duyguları hüküm sürüyordu benliğinde, ama hiçbir şey keder duvarını aşamazdı. Nihayet, duyduğu keskin duman kokusu donmuş hislerini uyandırdı. Odaklandığı düşüncelerden sıyırarak pencereye doğru sürükledi onu. Kalenin ahşap yapısını yalayıp geçen kızıl-sarı alevleri ve avluyu izledi bir süre. Erkekler ve kadınlar oradan oraya koşuşturuyor, can havliyle çığlıklar atarak kovalar dolusu çamurlu su taşıyorlardı kuyudan. Alevlerin üzerine az miktarda su dökebildiler, fakat bu acınası çabaları yangını kontrol altına almaya yetmiyordu. Ağır bir duman tabakası, gökyüzüne doğru yükselerek atmosferi siyah ve griye boyadı. Ardından kömür karası bir sağanak şeklinde yere doğru süzülen, ateşin sıcaklığı üzerinde dans eden kırılgan kül demetlerine buladı. “Ariella!” diye haykırdı Elizabeth, cehennem yerine dönen ahşap yapıya bakınca, kalbi acıdan parçalanmıştı sanki. “Ariella!” Ne olduğunu anlamaya çalışırken Alpin’in içini korku sarmıştı. Roderic, Ariella’yı kaleye kilitlemiş, kalenin altını üstüne getirip halka işkence ederken onu öylece izlemeye zorluyordu. Kale, artık alevler içindeydi. Ariella içeride kilitli kalmıştı.

Kolu da ağrıyordu zaten. Bir zamanlar sahip olduğu gücün gölgesinde kalan koluna ve güçsüzleşen kaslarına yayılan sancı, bildiği herhangi bir savaşçı ve silah kadar zorlayıcıydı sanki. Tekrar uyku kalkanına sığınmayı denedi. Uyurken kendisini bir bütün gibi hissedebiliyordu. “Uyan artık, Malcolm,” dedi bir ses, sinir bozan neşesiyle. “Ziyaretçilerin var.” Gözlerini aralama zahmetinde bile bulunmadan tüm hırçınlığıyla “Başını gövdenden ayırmamı istemiyorsan defol buradan,” diye haykırdı Malcolm. Dili, kuruyan ağzının içinde kaskatı kesilmişti. Gavin, soğukkanlı bir şekilde pencere kenarına yaklaşarak sert kepengi açtı. Gün ışığı tüm parlaklığıyla odaya dolarak dağınık ve kirli zemine çarptıktan sonra Malcolm’un yüzüne yansıdı. “Lanet olsun!” diye bağırdı. Işığa karşı yüzünü buruşturarak yanında duran boş sürahiyi kaptığı gibi Gavin’e fırlattı. Gavin yana doğru hamle yapınca sürahi duvara çarparak paramparça oldu. “Biliyorum, uyanman için çok erken bir vakit,” dedi. “Ama dışarıda seni bulabilmek için günlerdir yollarda olduklarını ve acilen seninle görüşmeleri gerektiğini söyleyen birileri var.

Hayır,” dedi Alpin öfke içinde başını iki yana sallarken. “Bu olamaz. Olamaz.” Öldürücü alevlerin yarattığı etkiyle donakalmıştı. Alevlerin kalenin üst kısımlarına ulaşmasını çaresizce izledi. Kalabalık, alevlerin üzerine su dökmeye devam ediyordu, fakat çabalan yetersiz kalıyordu. Yine de yüzleri dumandan kararıp, su taşımaktan bedenleri yorgun düşene ve boğazları kuruyana dek mücadele etmeye devam ettiler. Sonunda, Ariella için olan feryatları yerini donuk, acı veren bir sessizliğe bırakınca, oldukları yerden kalenin yanmasını izlediler. Birinci Bölüm Her zaman olduğu gibi ilk hissettiği şey acıydı. Kaşlarını çattı ve hızla çekilmeye başlayan uyku denizinin derinliklerine dalmaya çalışarak yatağında huzursuzca kıpırdandı. Uyurken, acıları bir koya demir atıyordu. Tamamen ya da uzun bir süreliğine olmasa da bu, onun, puslu ve alkolle geçen zaman dilimini gündüzün acı veren berraklığına tercih etmesine yetiyordu. Amansız düşmanı olan acıya karşı verdiği uyku mücadelesini kaybetmişti artık. Acı, hızla beline doğru yayıldı. Sol bacağında bilindik bir sızı hissetti.

Kristin Harmel – Fransız Öpücüğü Kitabını PDF İndir

 


Paris’te aklımı ilk çelen ve her döndüğümde şiltesinde uyumama izin veren Lauren Elkin’e özel teşekkür. O da büyük bir yazar ve ben de bu kitapta ilk olarak onun adını vermekten memnunum. Harika bir amigo olan ve ilk taslaklarda verdiği fikirlere yürekten inandığım (son derece yetenekli, usta tasanmcı ve olağanüstü arkadaşım) Amy Tangerine’e de teşekkürler. Hem kişisel hem de mesleki açıdan fazlasıyla hayran olduğum (ve Los Angeles’a geldiğimde ikinci yatak odasma evim dememe izin veren) güvenilir arkadaşım Gillian Zucker’a binlerce teşekkürler. 

Sana Katsuya’da bir (ya da binlerce) içki borcum var! Her zamanki gibi, anneme, Dave’e, Karen’a, babama ve olağanüstü ailemin geri kalanına teşekkürler. Bence dünyanın gerçekten en samimi, en mükemmel insanlarından oluşan ailenin bir ferdiyim. 

Bu romanı şekle sokmama yardım ettikleri için mükemmel editörlerim Karen Kosztolnyik ve Rebecca Isenberg’e, aklıma gelen bütün fikirleri anlatıp dururken beni dinlediği için mükemmel ajansım Jenny Bent’e (ve asistanı Victoria Hom’a) muazzam bir minnet borcum var. Arkadaşım demekten mutluluk duyduğum film ajansım Andy Cohen’e; Hachette’teki herkese, özellikle Elly Weisenberg (Tebrikler!!!), Emily Griifin, Caryn Karmatz Rudy, Brigid Pearson, Laura lorstod. Celia Johnson ve Man Okuda’ya; İngiltere’deki editörüm Cat Cobain’e de teşekkürler. Her zamanki gibi, ilk editörüm Amy Einhom’a teşekkürler. 

Dünyanın en iyi yazarlarmdan bazılarıyla tanışmaktan da mutluyum. Özellikle zamanı ve tavsiyeleri konusunda fazlasıyla cömert davrandığı için Sarah Mlynowski’ye, New York’ta uyuyabileceğim bir yatak verip beni müthiş Carlie’yle yürüyüşlere çıkardığı için Alison Pace’e; bana sağladıkları tüm dostluk ve destek için Sarah, Alison, Lynda Curnyn ve Melissa Sena te’ye teşekkür ederim.

 Muhteşem yazarlar (ve muhteşem kadmlar) Jane Porter, Laura Caldwell, Brenda Janowitz, Johanna Edwards, Megan Crane ve Liza Palmer’a da teşekkürler.ükemmel, inanılmaz arkadaşlarıma, özellikle Kristen Milan, Kara Brown, Kendra WilHams, Wendy Jo Moyer, Megan Combs, Amber Draus, Lisa YVilkes, Ashley Tedder, Don Clemence, Michelle Tauber, Willow Shambeck, Melixa Carbonell, Josh Yang, Courtney Jaye, Marc Mugnos, Ryan Dean, Wendy Chioji, Brendan Bergen, Ben Bledsoe, Jamie Tabor, Andrea Jackson, Lana Cabrera, Joe Cabrera, Pat Cash, Adam Evans, Courtney Harmel, Janine Harmel, Steve Helling, Emma Helling ve Cap’n’a da teşekkür ederim. Mediabistro com öğrencilerime de teşekkürler. Ve benimle bu yolculuğa katıldığınız için size teşekkür ederim okuyucularım! 

E-postalarmızı seviyorum, o yüzden yollamaya devam! Mille fois mercii Düğünümüz eylülde olacaktı. Son gelinlik provama çoktan gitmiştim. Nedimelerime karar verip çiçeklerimi seçmiş, bir yemek şirketi ayarlamıştım. Davetiyeler basılmıştı ve hepsi gönderilmeye hazırdı. Brett’le, düğünde çalacak bir grup da seçmiştik. Bir gün sahip olacağımız çocuklarımıza ne isim koyacağımızı konuşmuştuk. Sayfalar dolusu karalamalar yapmıştım: Bay ve Bayan Brett Landstrom. Brett ve Emma Landstrom, Brett Landstrom ve eşi Emma SullivanLandstrom. Landstromlar. 

Birlikte geçireceğimiz geleceği gözümde canlandırabiliyordum. Ve sonra bir gün, her şey altüst oldu. Nisan aymda, sıcak, bunaltıcı bir salı akşamıydı, Brett’le aynı eve taşınmamızın birinci yılı şerefine ona özel bir akşam yemeği hazırlamak erken çıkmıştım. Bahçe masa sını temizleyip canlı çiçekler alarak onun en sevdiği yemeği pişirdim: enginarlı ızgara tavuk, kuru domatesler ve el yapımı marinara soslu tel şehriyenin üstünde servis edilen keçi peyniri. “Mükemmel,” diye düşünerek kadehlerimize Chianti koydum.

Saat altıda Brett, “Yemek güzel görünüyor,” diyerek sürgülü kapılardan geçip ağır ağır bahçeye çıktı. Dışan adımını atarken kravatını gevşetip gömleğinin ilk düğmesini açtı ki bu, onu ister istemez, normalden daha seksi gösteriyordu. Brett’i, onunla tanıştığım günkü kadar çekici bulmam iyiye işaret, diye düşündüm. Ona gözlerimin içi gülerek bakıp, “Yıldönümümüz kutlu olsun,” dedim. Şrett şaşkın görünüyordu. 

“Yıldönümü mü?” Siyah, dal galı saçlarının arasından elini geçirdi. “Neyin yıldönümü? Gülümsemem biraz söndü. “Birlikte yaşamaya başlamamızın,” dedim. “Ah.” Boğazını temizledi. “Ee, o zaman kutlu olsun.” Bir seksen beşlik boyuyla sürgülü kapıya en yakın koltuğa iki büklüm oturup şarabından bir yudum aldı, içkiyi damağında gezdirip beğeniyle onaylayarak yuttu. 

Gülümseyerek karşısma oturdum ve ona doğranmış marul, zeytin, pepperoncini’ , domates, taze sıkılmış limon suyu ve feta~ peyniriyle dolu salata kâsesini uzattım. Tabağma birkaç kaşık koymadan önce mest halde kâseyi kokladı. “Yunan usulü,” derken ela gözlerinin kenarları kırıştı.

Gülümseyerek “Evet,” dedim. “En sevdiğin.” Evlendikten sonra yemek pişirmek, temizlik yapmak ve ev işleri tanrıçası olmak konusunda kendimi daha da geliştirmeye kararlıydım. Bre 11’in (çalışmayıp bir de üstüne üstlük hem aşçı hem de hizmetçi çalıştıran) annesi, bana yüzünde gergin bir gülümsemeyle, oğlunun işten eve döndüğünde masada yemeğin hazır bulunmasına ve derli toplu, pırıl pırıl görünen bir eve alıştığını defalarca hatırlatmıştı. 

Altta yatan mesaj, benim bunlara yetecek düzeyde olmadığımdı. Anlaşılan hem tam zamanlı bir hizmetçi hem de tam zamanlı bir aşçı olup aynı zamanda da tam zamanlı işimi dengede tutmam gerekiyordu. Aramızdaki birkaç dakikalık kopukluktan sonra, “Peki,” dedim. Brett, yemeye başlamıştı bile, çiğnerken de mmmmmm sesleri çıkarıyordu. Bir an ne diyeceğimi bilemedim. “Davet listemizle uğraşmaya fırsatın oldu mu?” Brett’in yapmasına ihtiyacım olan tek şey, davet etmeyi arzuladığı aile fertlerinin isimleriyle adreslerinin listesiydi 

 Bir tür acı biber, (ç.n.)* Yunanistan’a özgü bir peynir, (ç.n.) ve bunu ondan dört kere istemiştim. Bir şeyler planlamaktan nefret ettiğini ve düğün hazırlığımıza bir yük gözüyle baktığını biliyordum ama papazla müzik grubunu benim ayarladığımı, yemek şirketlerinde yiyeceklerin tadına bakmaya benim gittiğimi, düğün planlayıcısıyla beş kere buluşup davetiyeleri kendi başıma aldığımı göz önünde bulundurunca, o kadar da talepkâr değildim bence.

11 Ekim 2021 Pazartesi

Day Leclaire – Son Aday Kitabını PDF İndir


 

EŞ ARANIYOR ! Çiftçi bir kadın acilen bir erkek arıyor! Başvuracakların aşağıdaki özelliklere sahip olması gerekmektedir: 25-45 yaşları arasında olmak ve kalıcı bir ilişki istemek. Nazik ve yumuşak karakterli olmak tercih sebebidir. Çiftçilik tecrübesine sahip olmak. At binmek, işçilere adil davranmak, sürü gütmek v.s  Ve inatcı bir bankeri memnun edecek konularda bilgi birikimine sahip olmak. 26 yaşındayım

Size konforlu bir yuva, üç öğün yemek ve Texas Hill Country’nin en güzel manzarasını vaad ediyorum (Daha şahsi detaylar görüşme sırasında verilecektir.) İlgilenenlerin özgeçmiş ve referanslarını, bir tanıtım mektubuyla birlikte ‘Bayan Peygamber Çiçeği’ P.K. 42 Crossroads, Texas adresine göndermeleri rica olunur. Hunter Pryde, gazete ilanını eline alarak tekrar okudu. Ağzının kenarında acımasız bir gülümseme belirmişti. Demek Leah acilen bir koca arıyordu. Ne kadar ilginç

“Bu gerçek bir evlilik olacak değil mi?” diye sözünü kesti aday. “Yani, gerçek bir evlilik olmayacaksa kabul etmem.” Leah, Titus T Culpeppe’in öz geçmişinden başını kaldırarak adamı soğuk bakışlarla süzdü. “Evlilikten doğacak haklarınızdan söz ediyor olabilir misiniz acaba, Mr. Culpepper?” “Eğer bu, aynı yatağı paylaşmamız anlamına geliyorsa, tam olarak bundan söz ediyorum Ms. Hampton. Mavi gözlü sarışınlara bayılırım.

 Leah geriledi. Duyduğu hoşnutsuzluğu saklamaya çalışıyordu.”Ben… İltifat ediyorsunuz ama…” “Bir, iki tatlı söz hoşuna gidiyor değil mi?” diye sırıttı. “İstediğimi aldığım sürece benim için sakıncası yok. Çünkü bence eğer aynı yatağı paylaşmayacaksak evlenmenin hiçbir anlamı yok.” “Bu konuyu tartışmak için henüz çok erken olduğunu düşünüyorum,”demekle yetindi Leah. 

Özellikle de, platonik birilişkiye razı olacak iyi bir koca arıyorken. “Öz geçmişinize gelince, Mr.Colpepper…” “Arkadaşlar bana Titus T. Der. Evleneceksek. Bana daha samimi davranmaya alışsan iyi olur.” Göz kırptı. “Anlıyorum.”Leah önünde duran kağıtlara baktı. Bu görüşme hiçte umduğu gibi gitmiyordu. 

Ne yazık ki, Titus’tan görüşeceği son kişi olan H.P. Smith hariç bütün adayları elemişti. Mr. Culpepper’e bir şans daha vermekten başka seçeneği yoktu. “Burada kapsamlı bir çiftçilik geçmişiniz olduğu yazıyor.” “Küçük bir tarım çiftliği idare etmiştim.

Kovayı ineğin neresine koyacağımı bildikten sonra fark etmez.” Leah şaşkınlıkla bakakaldı. “Aslına bakarsanız, fark eder.” “Bence fark etmez. İlanda aynı zamanda bir iş adamı arandığı yazıyor. Neden?

Debbie Macomber – Küçük Mucizeler Dükkanı Kitabını PDF İndir

 

                               Karen Alfke LYDIA HOFFMAN 

Blossom Sokağı’ndaki boş dükkânı görünce aklıma hemen babam geldi, Babamın çocukluk yıllarımda işlettiği bisikletçiyi anımsamıştım. Rengârenk çizgileri olan tentenin gölgesindeki büyük camlar bile anılarımıdakilerin aynısıydı. Kapının önünü annemin elleriyle diktiği camgüzelleriyle dolu saksılar süslerdi, ilkbahar ve yazda camgüzelleri, sonbaharda kasımpatılar, Noel’de de parlak yeşil ökseotları vitrinimizin önünü renklendirirdi.

 Ben de dükkânımın önüne çiçekler dikecektim. Babamın işleri gün geçtikçe artmış ve dükkânımız çok daha büyük bir yere taşınmıştı ama ben en çok ilk işyerimizi seviyordum. Bana dükkânı gösteren emlakçıyı çok şaşırttım galiba. Kadın kapıyı açmaya çalışırken, “Tutuyorum,” dedim. Emlakçı hemen yüzüme bakmak için arkasını döndü. Beni yanlış anlamış olabileceğini düşündüğünden dolayı yüzüme boş boş baktı. “İçeriye bir bakmak istemez misiniz? 

Dükkânla birlikte üstündeki küçük apartman dairesini de kiraladığınızdan haberdarsınız, öyle değil mi?” “Evet, söylemiştiniz.” Ev tam istediğim gibiydi. Kedim Whiskers Ta birlikte böyle bir eve ihtiyacımız vardı. Kadın, “Kontratı imzalamadan önce içeriye bir bakmak istersiniz, öyle değil mi?” diye ısrar etti. Gülümseyip başımı salladım. Ama böyle bir şeye gerçekten de gerek yoktu.

Buranın hem açacağım tuhafiye hem de benim için bulunabilecek en iyi yer olduğunu biliyordum. Tek sıkıntım, Seattle’daki bu mahallenin büyük çaplı bir yenilikten geçmesiydi. İnşaatların yarattığı karmaşadan dolayı Blossom Sokağı’nın bir ucu kapatılmıştı. Sokağa sadece iş makinelerinin girmesine izin veriliyordu. Bir zamanlar üç katlı tuğla bir bina olan sokağın karşısındaki banka şimdi son derece lüks bir apartmana dönüştürülüyordu. 

Eski bir deponun da içinde olduğu birkaç yapı ise yerini gösterişli evlere bırakacaktı. Mimar her nasılsa binaların geleneksel dokusunu korumayı başarmış bu da benim çok hoşuma gitti. İnşaat aylarca devam edecekti ama bu da ödeyeceğim kiranın en azından şimdilik çok yüksek olmayacağı anlamına geliyordu.

10 Ekim 2021 Pazar

D. H. Lawrence – Lady Chatterley’in Sevgilisi Kitabını PDF İndir

 


Çağımız ister istemez içler acısı bir çağolduğundan, onu acıklı görmekten kaçınıyoruz. Büyük yıkım gelip geçti, kalıntılar ortasındayız şimdi, küçücük yeni evler kurmaya, küçücük umutlar beslemeye başlıyoruz. Oldukça güç bir iş bu: geleceğe uzanan düz bir yol yok, ama engellerin çevresinde dönüp duruyoruz ya da üzerlerinden atlıyoruz. Yaşamamız gerek; yer gök yıkılmış olsa bile. Constance Chatterley’in durumu da buydu aşağı yukarı. 

Savaş, evini başına yıkmıştı. Inǚ sanın yaşayıp öğrenmek zorunda olduğunu anlamıştı böylece. 1917’de Clifford Chatterley bir ay izinle yurda döndüğünde evlenmişlerdi. Balaylarının bitiminde kocası, altı ay sonra hemen hemen parçalanmış bir durumda Inǚ giltere’ye getirilmek üzere, Flanders’a dönmüştü. 

O sıralar karısı Constance yirmi üç, kendisi de yirmi dokuz yaşındaydı. Clifford, olağanüstü bir yaşama tutkusu gösterdi. Odžlmedi, gövdesinin darmadağın üyeleri yeniden birleşti. Ikǚ i yıl doktorların elinde kaldı. Sonunda iyileştiğini; gövdesinin yarısı, yarı belinden aşağısı, ölünceye değin inmeli kalmak üzere, gene yaşayabileceğini söylediler. Bu 1920’deydi.

Karı koca, Clifford’un evine, aile yurtluğu olan Wragby Hall’e döndüler. Babası ölmüştü, baronluğu alan Clifford, Sir. Clifford olmuştu şimdi, Constance de, Leydi Chatterley. Chatterleylerin oldukça ıssız kalmış yurtluğunda, az buçuk bir gelirle ev geçindirmeye, birlikte yaşamaya başladılar. Clifford’un bir kız kardeşi vardı, ama o da gitmişti. Bunun dışında hiçbir yakın akrabası yoktu. Ağabeysi savaşta ölmüştü. 

Odžlünceye değin kötürüm kalmaya yazgılı Clifford, artık hiçbir zaman çocuğu olmayacağını bile bile, ailesinin adını elinden geldiğince sürdürmek üzere, gelip dumanlı orta İngiltere’ye yerleşti. Gene de pek yıkılmış değildi. Tekerlekli sandalyesiyle kendi kendini istediği yere taşıyabiliyor, küçük bir motoru bulunan hasta–arabasını yavaş yavaş sürerek bahçenin dört bir yanında, gerçekte sahip olmakla övündüğü, bununla birlikte sözünü ederken pek önemsemezmiş gibi göründüğü güzel, üzgün havalı park içinde dolaşabiliyordu.

 Bunca acı çekmiş olmakla, acı çekme yeteneği bir yerden sonra tükenmişti artık. Gene de garip, canlı, şen kalmıştı, sapasağlam görünen kırmızı yüzüyle, büyüleyici, parlak, soluk mavi gözleriyle cıvıl cıvıldı nerdeyse. Omuzları geniş, güçlü, elleri ise çok güçlüydü. Gösterişli giyinirdi, Bond Street’den alınma göz alıcı boyunbağları takardı. Bütün bunlarla birlikte, yüzünde sakat bir adamın sakıngan bakışı, hafif boşluğu sezdirdi.

D. H. Lawrence – Ölen Adam Kitabını PDF İndir

 


Mezopotamya – Mtsır – Yunaneli üçgeni içinde yüzyıllarca gidip gelen efsanelerin düğüm noktası Anadolu – Suriye – Lübnan, üçgenin üç köşesinde unutulmağa başlayan şeyleri, yüzyıllarca, yaşamlarının bir parçası olarak taze tuttular  , tutmakla kalmayıp Roma’ya öğrettiler, aşıladılar. Eski mysterion’lar, mythos’lar, do ğa ile yeniden bir bağ kurmağa, unutulmuş heyecanları tazelemeğe götürüyordu. Doğu gizemciliği yeniden bir kaynak oluyordu Batı’ya. En yaygın, en geniş en önemli mythos’lardan biri olan “Ölüp Dirilen Tanrı” mythos’u  , mevsimlerin değişmesini, doğanın ölüp dirilişini, ölümün yası ile dirilişin sevincini bir araya getirerek anlatan bir mythos’du. 

Tanrıların tükenen gücü, ilkyazla birlikte yenilensin diye insanlar, ağladıktan ölümden sonra sevinç içinde dirilişi kutlar, bayram ederlerdi. Bu bayramlarda oynanan oyanlarla söylenen sözler, okunan dualar, anlatılan efsaneler yerden yere değişirdi ama ağıtlarla şenliklerin tarihi aşağı yukarı bir olur  , topraktan fışkıran yeşil ekinler, ölümüne ağlanan buğday yahut bolluk Tanrısının diriliş inancası sayılırdı. 

Rorna’da, Mısır’da, Babil’de Suriye’de Byblos’ta, Anadolu’da, Osiris, Tamımız (Aâonis) yahut Attis’in ölümüne ağlandığı günler  ilk Hıristiyanlarda da isa’nın ölümüne ağlandığı günler olmuştur. Bu günler, öteki Tanrıların dirilişine sevinilen günler olduğu gibi isa’nın da dirilişi ölüm tarihinden iki gün sonra şenliklerle kutlanır oldu. * * * Ter Tanrısı Seb (Keb, Geb} ile Gök Tanrıçası Nut’un oğlu Osiris doğduğu zaman, Tanrıların en büyüğünün, doğduğunu bildiren tür ses çınlamıştı havada .

 Osiris, kendinden üç gün sonra doğan kız kardeşi isis’le Mısır töresine uyarak evlenmişti isis, buğdayla arpayı bulmuş, ağaçlardan yemiş dermiş, bağ yetiştirmiş ilk varlıktı; Osiris, dünyayı dolaşıp bütün insanlara bunları öğretti.

 Ama bir gün, kardeşi Set’le yetmiş iki kişi daha birlik olup onu oyuna getirerek bir sandığa tıktılar, kurşun eriterek lehimledikleri bu sandığı suya attılar. Bunun üzerine isis, karalar bağlayarak Osi– ris’i aramaya çıktı. Osiris’i taşıyan sandık, bu arada, Byblos kıyılarına varmıştı  . Karaya vurduğu yerde bir “erika” ağacı bitmiş, sandığı gövdesine saklamıştı. Byblos kralının bu ulu ağacı kestirip sarayına direk yaptığını öğrenen isis, Byblos’a giderek kralın çocuğuna dadı oldu

Daha sonra, kendini tanıtan isis, kraldan istediği direğin içinden sandığı çıkardı, Osiris’in üzerine kapandı. Sonra da onu alarak oğlu Horus’un yanına döndü. Ama günün birinde Set, bu cesedi buldu, tanıdı, on dört parçaya bölerek dağıttı. İsis, gene papirüsten yapılı bir kayığa binip bu parçaları aramağa başladı. Eline geçen her parçayı, Set’in kötülüğünden korumak üzere, bulduğu yere gömüyordu. Ama bir tek parçayı bulamamıştı: Balıkların yediği erkeklik organını… Bunun üzerine isis, bu organın bir benzerini yaptı. Bu heykel, yüzyıllar boyunca Osiris bayramlarında kullanıldı…

John Cleland – Bir Kadının Zevk Anıları Kitabını PDF İndir

 


Bir Kadının Zevk Anıları, yani daha iyi bilinen ismiyle Fanny Hill, İngiliz edebiyatının en çok tartışılan metinlerindendir. On sekizinci yüzyılın ortasında şehvet edebiyatı popüler olmaya başlayınca dek John Cleland ahlaksız yakıştırmasından kurtulamamıştır ve seksüel zevk ayini olarak kabul edilen Fanny Hill en iyi satan romanlar kategorisine girmiştir. 

Hikâye Fanny’nin masum olarak bildiği Londra’ya gelişi ile başlar ve burada fahişeliğin tuzağına düşüşü ile o dönemin genelevlerindeki maceralıyla devam eder. Mektuplar bir tür itiraf niteliğinde olduğu kadar belirgin seksüel psikoloji detaylarıyla da doludur. Romanda çirkin, kaba ve adi bir anlatıma rastlamak mümkün değildir çünkü büyük bir tutkunun hikâyesi konu alınmaktadır. Cleland’ın romandaki genel tarzı ve kaba sözcüklerin yerine yumuşak bir anlatım tercih etmiş olması çalışmaya saygın bir hava kazandırmıştır. 

Paradoksal açıdan Fanny’nin anılarındaki en temel ayrım, kadın kahramanların kötü sonlarına ve yaşadıklarına karşı duyduğu pişmanlıkları konu alan İngiliz fahişe biyografilerine benzemeyişidir. Fanny, her romantik kadın kahramanın ulaşmak istediği bedensel ve psikolojik doyuma ulaşmıştır. Cleland’ın yazı didaktiği, seksüel aktiviteler için eğitici bir katkı niteliğindedir. John Cleland, (1710-89) 1729 ile 1740 tarihleri arasında Bombay’da çalışmıştır. 1730 senesinde ise Fanny Hill’i yazmaya başladığı düşünülür. Londra’ya 1741 ‘de döner ve döndükten sonra yaptığı borçlardan ötürü 1748’de tutuklanır. Fanny Hill’in 1748yılında yayınlanır. 

Kilisenin ve diğer kesimlerin tepkilerine rağmen Cleland aleyhinde bir dava açılmaz fakat Kraliyet danışma meclisi tarafından uyarı alarak yüz paund para cezasına çarptırılır. Cleland’ın diğer çalışmaları sırasıyla Züppenin Anıları (1751), Aşkın Sürprizleri (1764), Şerefli Kadın (1768) ve çeşitli dramlar, şiirler, dilbilim incelemeleri, gazetecilik denemeleri ile politik bildirilerdir fakat tüm bu çalışmalar Fanny Hill’in gölgesinde kalmıştır.

Dönemin tanınmış isimlerinden olan Boswell, Garrick, Pope ve Smollet’in öncülük ettiği edebiyat akımına borç problemleri, aykırı ve aksi karakteri nedeniyle katılmamıştır. Sevgili Madam; Tutkularınızı kaçınılmaz birer emir saydığımın kanıtı olarak bu mektubu kaleme alıyorum. Bu mektuplar her ne kadar tatsız kaçsa da, aralarından sıyrılıp en sonunda sevginin, sağlığın ve servetin gücünün sunabileceği her hediyenin tadını çıkarmaya eriştiğim yaşamımın o rezil sahnelerini toparlayıp göz önüne serecektir. 

Henüz gençliğin baharında, bunu nasıl başardığımı ve içine itildiğim başıboş zevkler girdabının ortasında bile insanların kişilikleri ve davranışları üzerine nasıl düşünüp, gözlemlerde bulunduğumu ifade edecektir. Uzun, gereksiz önsözlerden ölesiye nefret ettiğimden sizi de böyle bir girişi okuma zahmetine yöneltmeyecek ve yaşamının, aynen yaşadığım serbestlikte görmeye sizi hazırlamaktan öteye gitmeyeceğim. Burada anlatacaklarım tüm sertliği ve çıplaklığıyla gerçektir. Bizimki gibi özgür ilişkiler için asla geçerli olmayan erdemi çiğneme kaygısı duymadan tüm içtenliğimle, yaşadıklarımı gizlemeden, gerçekte başıma nasıl geldiyse ve nasıl yaşadıysam sizinle de o şekilde paylaşacağım. Sizin de bu özgürlüğü ahlaksızca bulup burun kıvırmayacağınızı umuyorum.

 O en seçkin ve mükemmel zevklere sahip şehvet düşkünü erkekler yatak odalarını çıplaklıkla donatmaktan hiçbir zaman vazgeçmezler fakat önyargılara bağlı kaldıkları için onların asla salonlarında sergilenmesine izin vermezler. Bu kadar ön ipucunun yettiğini düşündüğümden doğrudan öyküme geçmek istiyorum. Kızlık adım Frances Hill’dir. Liverpool yakınlarındaki Lancashire’da, son derece yoksul ve son derece dürüst bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. 

Babam bacaklarından sakatlanıp toprak işçiliğinin yorucu işlerini daha fazla sürdüremeyecek duruma gelince, ağ yapımıyla uğraşmaya başladı ve bu ancak geçinecek kadar para kazanmamıza yetiyordu. Mahallede kızlar için küçük bir okul işleten annemin katkıları da bu geliri pek fazla arttıramıyordu. Bir sürü çocukları olmuştu ama son derece sağlıklı bir bünyeye sahip olan benim dışımda hiçbiri yaşını bile dolduramamıştı.

Eğitimim on dört yaşıma dek vasatın üzerinde değildi sadece okumayı daha doğrusu hecelemeyi, kargacık, burgacık bir şekilde yazı yazmayı ve sıradan, basit matematik işlemleri yapmayı biliyordum. Erdemli olmamın tek nedeni ise hayattan uzak yaşıyor oluşumdu ve karşı cinse karşı bizi ürkütüp adeta dehşete düşürdükleri için yaşımın o duyarlı yıllarına rağmen erkekler benim için sadece utanç anlamına geliyordu. 

Ama zaman geç tikçe ve o masum küçükhanım erkekleri kendisini yiyecek birer yırtıcı hayvan gibi görmekten vazgeçtikçe, bu korku da, tüm o masumlukta silinip, kaybolmaya başladı. Zavallı annem tüm zamanını öğrencileri ve ufak tefek ev işleri arasında öyle bir bölüştürmüştü ki benim eğitimime çok az zaman ayırabiliyordu ve kendini hayatın tüm zevklerinden soyutlayan saflığı yüzünden beni de o güzelliklerin cilvelerinden korumayı aklının ucundan geçirmiyordu.

 On beşime basmak üzereyken annemi ve babamı ani bir çiçek hastalığı sebebiyle birer gün arayla kaybettim. Bu benim için dünyanın en büyük felaketi anlamına geliyordu. Önce babam ölmüştü ve bu annemin ölümünü daha da hızlandırdı. Artık mutsuz, kimsesiz bir öksüzdüm Aslen şehirli olan babamın Lancashire’a gelip yerleşmesi tamamen bir rastlantıydı ve bana bakabilecek bir akrabam yoktu. Ailemi kaybetmeme neden olan hastalık bana da bulaşmıştı ama gençliğimin de yardımıyla hastalığı hafif şekilde atlatmayı başardım.

 O zamanlar bunun değerini pek bilemediy-sem de hastalıktan geriye hiçbir iz kalmaması büyük şanstı. Size, onların yokluğunun bana verdiği keder ve hüznün tasvirini yapmayacağım çünkü acımı tarife kelimeler yetersiz kalıyor. Aradan biraz zaman geçince ve genç yaşın verdiği umutlarda eklenince, yeri doldurulmaz kaybın üzerimdeki derin etkisi silinmeye başladı. Bunun yanı sıra beni hayata bağlayan en önemli şey Londra’ya gidip iş bulmak ve her şeye yeniden başlamak üzerine kurduğum hayaller oldu. 

Planım için gerekli tüm yardım ve öğütleri, arkadaşlarını ziyaret için köye gelmiş, birkaç gün kalıp geri dönecek olan Esther Davis adında genç kadından alabileceğimi öğrenmiştim. Köyde bu tasarıya herhangi bir biçimde karşı çıkmak için başıma gelebilecekler hakkında yeterince kaygılanacak hiç kimse yaşamadığından ve ailemin ölümünden sonra benimle ilgilenen kadın da bu plana uymaya beni yüreklendirdiği için şansımı denemeye karar verdim.

Oysa tarihe bakıldığında taşradan büyük dünyaya giden her erkek ve kadın hayatı kavramak yerine hep hüsrana uğrayan taraf olmuştur.

John Fante – Büyük Açlık Kitabını PDF İndir

 


Dibber Lannon’un bir abisi var. Adı Pat Lannon. Dibber bana abisinin bir gün papa olacağını söylemişti. Neyse, fena halde yanıldı Dibber. Bana abisinin dünyanın gelmiş geçmiş en büyük papası olacağını söylemişti, büyük Papa Pius’dan bile daha büyük. Yuh olsun Dibber Lannon’a! Şu yüzden: Ben ve Dibber ilkokul üçteyken Pat Lannon sekizinci sınıftaydı. Hatırlıyorum onu. Ne abi! Peh! İspiyoncunun önde geleniydi. Dibber bunu bilmiyordu tabii ki. Nasıl bilebilirdi? Pat’in küçük kardeşiydi, abisinin ispiyoncunun teki olduğunu nasıl bilebilirdi? Kim söylerdi bunu ona? Kimse. Neyse, yuh olsun Dibber Lannon’a. Bir keresinde eski okul arkadaşlarının Pat Lannon hakkında konuşmalarına kulak misafiri oldum. Çok şey biliyorlardı. El İşi Atölyesi’ne gittikleri ama gitmedikleri günden söz ettiler, onun yerine okulu kırmışlardı. Pat Lannon hariç herkes.

Pat Lannon okul kırmayı kendine yakıştıramamıştı. Peki, ne yapmıştı? Bay Simmons’u alıp köprüye getirmişti. Herkes köprünün altında sigara içiyordu. Bay Simmons hepsini dersinden çaktırmıştı. Pat Lannon hariç. Öyle biriydi işte Dibber Lannon’un abisi. Bana bir gün papa olacağını söylediği abisi. Pat Lannon bizim okuldayken ben henüz üçüncü sınıfa gidiyordum. O sekizinci sınıf öğrencisiydi. Ama hatırlıyorum onu. Çok tuhaf bir tipti. Kafadan çatlak bir görünümü vardı. Gözlüklüydü. Gözleri bir yerde durmazdı. Bir şeye bakardı ve gözleri sapıtırdı.

Sandalet giyerdi. Ne abi! Sınıf arkadaşlarının dediğine göre birinci sınıftayken perçemi bile varmış Pat’in! Ve bir gün papa olacaktı, öyle mi? Ho ho. Her yıl okulumuzda bir piyes sahnelenir. Pat Lannon’u o piyeslerde oynarken hatırlıyorum. Piyesler bir şeye benzemezler zaten. Çok kötüdürler. Rahibeler yazar. Piyes bile denemez onlara. Müsamere. Budalalık. Oyuncular sahnede hareket etmezler bir kere, kimse ölmez, kimse gülünecek bir şey söylemez. Kızların bu piyeslerde rol olmasına izin verilmez. Erkekler çarşaftan bozma kaftanlar giyerler. Çılgınlık. Herkesin berbat bir rolü vardır.

Biri Günah’tır mesela. Bir sonraki İffet. Bir sonraki Kader. Bir sonraki Merhamet. Liste uzar gider böyle. Metnin tamamı kutsal dilde oynanır, İsa gibi. Günah girer sahneye. Kutsal dilde bir şey söyler. Sonra Kader girer. “Selam olsun sizlere! Kader derler bana! Size haber getirdim!” Sonra Umut girer sahneye. Seyirciye kim olduğunu ve ne yaptığını söyler. Ve sonra Yardımseverlik girer sahneye, ya da Tevazu, ya da bir o kadar aptalca başka biri. Hepsi sahnenin ortasında yan yana dizilip beklerler. Ve kimdir bekledikleri, sorarım size? Sevgi! Ve kimdir Sevgi? Pat Lannon! Her seferinde! “Selam sizlere! Sevgi derler bana! Dünyaya huzur ve iyilik getiririm!” Ön sırada oturanlar sözcüklerle tarif edilemeyecek kadar harikulade bulurlardı Pat Lannon’ı. Avuçları kızarıncaya kadar alkışlarlardı.

Papa’ymış! Pat Lannon’un rahibelere yalakalanmak için bir yöntemi vardı. Bir bisikleti vardı. Bisikletiyle onların işlerini görürdü. Geç saatlere kadar okulda kalıp çalışırdı. Silgileri temizler, karatahtaları yıkardı. Sınav kâğıtlarına bile bakardı. Sınıfın dayıları kötü not aldıkları taktirde burnunun üzerine yumruğu yemekle tehdit ederlerdi onu. Ama kuşku çekmemek için bazılarına kötü not vermek zorundaydı. Ne yapardı peki? Kızlara kötü not verirdi. Neden? Çünkü sınıfta dövebileceği öğrenciler sadece kızlardı da ondan! Ve Dibber onun papa olacağını söylüyordu! Yuh olsun ona! Russel Meskimen okulun kıdemli öğrencilerindendi. Pat’in bisiklet lastiklerinin havasını indirirdi. Bir keresinde Russel kaldırıma ahlaksız sözcükler yazdığı için okulda kalma cezasına çarptırılmıştı. Sınıfta Rahibe Cletus bekliyordu. Rahibe Cletus onun için bir şey yaparsa onu azat edeceğini söylemişti Russel’a. Russel da kolay kurtulacağını sanıp hemen kabul etmişti.

Bir sorun vardı ama. Rahibe Cletus ona Gales’e gidip yirmi rulo tuvalet kağıdı almasını ve Hayırsever Rahibeler’in hesabına yazdırmasını istemişti. Altından kolay kalkılacak iş değildi. Russel reddedemezdi ama. “Tamam,” dedi. Yapmak istemiyordu. Gales kentin tam merkezindedir. Herkes ne düşünecekti? Birkaç rulo önemli değildi -ama yirmi! Üstelik rahibeler için! İnsanlar nasıldır bilirsiniz. İnsanın yüzüne gülmek için bahane ararlar. Russel bisikletini almaya gitti. Bisikletlerin arasında Pat Lannon’ın bisikletini gördü. “Hey, Pat,” dedi Russel. “Sana bundan böyle bisikletinin lastiklerini söndürmeyeceğime dair söz vermemi ister misin?” “Harika olur,” dedi Pat. “Benim için kent merkezine gidip alışveriş yapacaksın ama,” dedi Russel. Pat Lannon bisikletine atlayıp Gales’e gitti.

Hiç sorun değildi onun için. İçeri girip yirmi rulo tuvalet kağıdı istedi. Ve Dibber onun bir gün papa olacağını iddia ediyordu. Ne papa! Yahu, yirmi rulo! Döndüğünde Russel ondan tuvalet kâğıtlarını alıp Rahibe Cletus’a teslim etmişti. Gitmek üzere dışarı çıktığında Pat’in bisikletine takılmıştı gözü. Bir herif bu kadar aptalsa lastiklerinde hava olmasa da olur deyip yine indirmişti lastiklerin havasını. Bu da bir şeyleri kanıtlar sanırım. Bob Armstrong bir başka kıdemli öğrencidir. O ve Pat ayinlerde birlikte servis yapıyorlardı. Bob şarap çalardı. Bir keresinde çok fazla çaldı ve Peder Walker farkına vardı. Bob’a onun çalıp çalmadığını sordu. “Hayır, Peder,” dedi Bob. “Yemin ederim.”

John Fowles – Büyücü Kitabını PDF İndir

 


1927’de doğdum, her ikisi de Inǚ giliz ve orta sınıfa mensup bir anne– babanın tek çocuğuydum, onlarsa berbat cüce Kraliçe Victoria’nın bitmek bilmeyen kasvetli döneminde doğmuş, hayatları boyunca da asla onun uzun gölgesinden sıyrılamamışlardı. Beni özel okula gönderdiler, iki yılımı askerlik yaparak harcadım, Oxford’a gittim ve işte orada olmak istediğim kişi olmadığımın farkına varmaya başladım. Ihǚ tiyacım olan anne–baba ve atalara sahip olmadığımı epey önceleri keşfetmiştim. 

Babam, mesleğinde müthiş yetenekli olduğundan değil de, doğru zamanda doğru yaşta oluşu sayesinde bir tuğgeneraldi; annemse tümgeneral olabilecek birinin eşi nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. Yani, babamla asla tartışmaz ve her zaman, o binlerce mil uzakta olsa dahi, sanki yan odadan dinliyormuş gibi davranırdı. Savaş süresince babamı çok az gördüm. 

Onun bu uzun süreli yokluklarında kafamda ona dair neredeyse bir doğuştan lekesiz {2} imajı yaratırdım, ki o da bunu çoğunlukla izinlerinin ilk kırk sekiz saati içinde –hoş olmasa da yerinde bir benzetmeyle– paramparça ederdi. Yaptığı işi gerçek anlamda omuzlayamayan tüm adamlar gibi o da görünüş ve ufak tefek işler konusunda çok titizdi; bilgisini artıracağı yerde, Disiplin, Gelenek ve Sorumluluk gibi büyük harϐli anahtar kelimelerden oluşan bir cephanelik oluşturmuştu.

 Eğer onunla tartışmaya yeltenecek olsam –ki çok nadir olurdu bu– hemen bu totem kelimelerden birini çekip, beni bununla coplamaya başlardı, hiç kuşkusuz astlarını da benzeri durumlarda böyle sindiriyordu. Eğer karşısındaki kişi hâlâteslim olmayı reddediyorsa ya öϐkeye kapılır ya da öϐkeye kapılmış gibi yapardı.

 Öfkesi azgın bir köpek gibiydi ve her an elinin altındaydı. Odžyle olmasını dilediğimiz aile geleneğine göre, Nantes Fermanı’nın Feshi’nin ardından Fransa’dan göç etmiştik – on yedinci yüzyılın en çok satan kitaplarından L’Astrée’nin {3} yazarı Honore d’urfe in uzaktan akrabası soylu Protestanlardık. Doğrusu –eğer II. Charles’ın o yazar bozuntusu arkadaşı 

Tom Durfey’le, en az diğeri kadar kesinliği olmayan bağımızı da saymazsak– atalarım arasında başka hiç kimse herhangi bir sanatsal eğilim göstermemişti: Nesiller boyu kaptanlar, rahipler, denizciler, küçük arazi sahipleri ve ortak özellikleri şereϐli tek bir şey yapmamış olmaları ile azımsanmayacak ölçüdeki kumar ve kaybetme tutkularıydı. Büyükbabamın dört oğlu vardı, ikisi Birinci Dünya Savaşı’nda ölmüş; üçüncüsüyse soyaçekimini (kumar borçlarını) ödemenin nahoş bir yolu olarak Amerika’ya kaçmıştı.

Büyük oğulların sahip olduğu varsayılan bütün özellikleri taşıyan en küçük oğul olan babam, onun hâlâ yaşadığına dair tek laf etmezdi; ve benim de onun hâlâ yaşayıp yaşamadığı, dahası Atlantik’in diğer yakasında kuzenlerimin olup olmadığı konusunda en ufak bir fikrim yok. Okuldaki son yıllarımda, ailemle aramızdaki sürtüşmenin asıl sebebinin benim sürmek istediğim yaşam tarzını tamamıyla hor görmelerinden başka bir şey olmadığını fark etmiştim. Inǚ gilizcem “iyiydi”, okul dergisinde takma isimle şiirlerim çıkardı, D.H. Lawrence’ın yüzyılın en büyük şahsiyeti olduğunu düşünürdüm; annemle babamın Lawrence’i hiç okumadıkları kesindi ve muhtemelen adını da, Lady Chatterley’s Lover [‘Leydi Chatterley’in Aƹşığı] ile anılmadıkça hiç duymamışlardı bile. 

Odžyle şeyler vardı ki, annemin o malum duygusal yumuşaklığı ya da babamın ara ara kapıldığı coşku nöbetleri gibi, daha fazla dayanabilirdim elbet, ama ben hep onların içindeki, o sevilmesini istemedikleri yanları sevdim. Ben on sekizime gelip de Hitler öldüğünde, onlar yalnızca bana bakan ve benim de sembolik bir minnettarlık sergilemem gereken kişiler haline gelmişlerdi, daha fazlası da gelmiyordu elimden zaten. 

Çifte bir yaşam sürüyordum. Okulda, bir savaş dönemi estetikçisi ve kinik olarak ufak çapta nam salmıştım. Ama askere gitmem gerekiyordu – Gelenek ve Kendini Feda beni buna zorluyordu. Sonrasında üniversiteye gitmeyi kafaya koymuştum, şansıma okul müdürü de arka çıktı. Orduda da bu çifte yaşamımı sürdürmeye devam ettim, herkesin yanında midem bulanarak “Blazer” Tuğgeneral Urfe’ün oğlu rolünü oynuyor, sonra bir köşeye çekilip bir heyecan Penguin New Writing {4} dergileri ve küçük şiir kitapları okuyordum. Yapabildiğim ilk anda kendimi terhis ettirdim. 1948’de Oxford’a girdim. Magdalen’deki ikinci yılımda, annemleri pek az gördüğüm o uzun tatilden hemen sonra babamın Hindistan’a gitmesi gerekti.

Beraberinde annemi de götürmüştü. Karaçi’nin kırk mil kadar doğusunda fırtınaya yakalanan uçakları, bir alev topu halinde düştü. Ilǚ k şoku atlattıktan neredeyse hemen sonra bir rahatlama ve özgürlük hissine kapılmıştım. Kalan tek yakın akrabam, dayım, Rodezya’da tarımla uğraşırdı, böylece gerçek kişiliğim olarak gördüğüm şeyi kısıtlayacak kimse kalmıyordu aileden geriye. Hayırsız bir evlattım belki, ama o dönem revaçta olan ilkeler konusunda pek sıkıydım.

 En azından Magdalen’deki o bir grup tuhaf arkadaşın yanındayken öyle olduğumu düşünürdüm. Les Homines Révokes {5} adında küçük bir kulüp kurmuştuk, çok sert şeriler içer, toplantılarımıza giderken (kırkların sonundaki o hırpani parkalıları protesto etmek adına) füme rengi takım elbiseler giyip, siyah kravatlar takardık. Orada varlık ve hiçliği tartışır, anlamsız birtakım davranışları “varoluşçu” olarak adlandırırdık.

 Daha az aydın olan tipler bunlara kaprisli veya açıkça bencil de diyebilirdi; ama bizler okuduğumuz o Fransız varoluşçu romanlardaki kahraman ya da antikahramanların gerçeğe uygun olmaları gerekmediğini akıl edemezdik. Duyguların karmaşık biçimlerine ait metaforları açık davranış modelleri sanarak, onları taklit etmeye çalışırdık. Derin ıstırapları gerektiği gibi çekiyorduk. Çoğumuz, Oxford’un o ezeli ve ebedi züppeliğine uygun olarak, yalnızca farklı görünmek istiyorduk. Kulübümüzde bunu başarıyorduk işte. Pahalı alışkanlıklar ve yapmacık tavırlar edinmiştim. Okuldaki derecem pek parlak değildi, ama birinci sınıf bir yanılsamaya sahiptim: Ben bir şairdim.

Ne var ki hiçbir şey genel anlamda yaşamın sıkıcılığına ve özellikle de geçim sağlamaya ilişkin çok bilmişliğimden daha az şiirsel olamazdı. Bütün o kinizmin, yaşamla başa çıkamamayı, kısaca bir güçsüzlüğü maskelediğini ve bütün çabaları küçümsemenin de hepsinden daha büyük bir çaba demek olduğunu bilemeyecek kadar toydum. Odžte yandan, her daim işe yarayacak bir şeyden, Oxford’un uygar hayata en büyük hediyesinden küçük bir doz nasiplenmiştim ben de: Sokrates dürüstlüğü. 

Kişinin geçmişine isyan etmesinin yeterli olmadığını böyle gıdım gıdım öğretmişti bana bu. Bir gün arkadaşlarlayken orduya epey bir sayıp sövdüydüm; sonradan odama döndüğümde birden fark ettim ki, o dokunulmaz halimle bile merhum babamın yüreğine indirecek şeyler söylediğime göre hâlâ onun etkisinden kurtulamamıştım ben. Doğru olan, doğuştan değil; yalnızca isyankârlıktan kinik olduğumdu. Nefret ettiğim şeyden kurtulmuş, ama sevdiğim yeri bulamamıştım ve böylece sevilecek hiçbir yer olmadığına inandırmıştım kendimi.

Yayın Evleri

ABM Yayınevi (1) Adam Yayıncılık (1) Alfa Yayıncılık (7) Alkım Kitabevi (1) Alter Yayınları (4) Altıkırkbeş Yayınları (5) Altın Kitaplar (13) Ankara Okulu Yayınları (1) Anonim Yayınları (3) Ant Yayınları (1) Arkadya Yayınları (1) Artemis Yayınları (2) Artshop Yayıncılık (1) Arya Yayınları (2) Ataç Yayınları (1) Aykırı Yayınları (2) Ayrıntı Yayınları (7) Aşk Kitapları (53) Babıali Kültür Yayıncılığı (3) Bağlam Yayıncılık (1) Berikan Yayınevi (1) Bilgi Yayınları (2) Bilim ve Gelecek Yayınları (2) Birey Yayıncılık (1) Bordo Siyah Yayınları (1) Butik Yayınları (1) Buzdağı Yayınları (1) Can Yayınları (45) Cinius Yayınları (1) Cumhuriyet Yayınları (1) DBY Yayınları (2) Dergah Yayınları (1) Destek Yayınları (3) Dharma Yayınları (1) Domingo Yayınevi (3) Doğan Kitap (8) Doğu Batı Yayınları (1) Düşünbil Yayınları (1) E Yayınları (1) Eksik Parça Yayınları (1) Elit Kültür Yayınları (1) Elma Yayınevi (3) Epsilon Yayınları (3) Etkileşim Yayınları (1) Everest Yayınları (10) Evrensel Basım Yayın (7) Eğitim Sen Yayınları (1) Genç Destek Yayınları (1) Geyik Yayınları (1) Gün Yayıncılık (3) Hayy Kitap (6) Islık Yayınları (1) Işık Yayınları (2) Kapı Yayınları (1) Kavram Yayınları (1) Kaynak Yayınları (1) Kitap Zamanı Yayınları (1) Kitsan Yayınevi (1) Kodlab Yayınları (1) Kolektif Kitap (4) Koridor Yayıncılık (2) Koç Üniversitesi Yayınları (1) Kuraldışı Yayınları (1) Kurtuba Kitap (2) Kurtuba Yayınları (1) Kuzey Yayınları (2) Köxüz Yayınları (1) Kültür Bakanlığı Yayınları (1) Kültür Kitapları (8) Kırmızı Kedi Yayınevi (9) Litera Yayıncılık (1) Literatür Yayıncılık (5) Martı Yayınları (6) Maya Kitap (2) MediaCat Yayınları (4) Meta Yayınları (1) Metis Yayıncılık (2) Metis Yayınları (6) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları (2) Milliyet Yayınları (5) Mobidik Yayınları (1) Nemesis Kitap (2) Nesil Yayınları (4) Nesin Yayınevi (1) Nobel Akademik Yayıncılık (1) Nokta Yayıncılık (1) Notos Kitap (3) ODTÜ Yayıncılık (3) Oda Yayınları (1) Okuyan Us Yayınları (2) Okyanus Yayıncılık (1) Olimpos Yayınları (1) Optimist Yayınları (1) Ortaoyuncular Yayınları (1) Overteam Yayınları (1) Oğlak Yayıncılık (1) Pan Yayınları (2) Panama Yayıncılık (1) Paradoks Kitap (1) Parola Yayınları (1) Payel Yayınevi (1) Pegasus Yayınları (4) Phoenix Yayınları (2) Pinhan Yayıncılık (1) Plato Film Yayınları (2) Polat Kitapçılık (1) Portakal Yayınları (1) Pozitif Yayınları (2) Profil Yayıncılık (2) Propaganda Yayınları (8) Purnam Yayınları (1) Remzi Kitabevi (5) Ruh ve Madde Yayınları (2) Sanat A.Ş (1) Say Yayınları (5) Sel Yayıncılık (6) Siren Yayınları (2) Sis Yayınları (2) Sokak Yayınları (1) Sol Yayınları (2) Su Yayınevi (1) Sözcükler Yayınları (1) Sümer Yayınevi (1) Tarih Vakfı Yurt Yayınları (1) Tekhne Yayınları (1) Tercüman Yayınları (2) Timaş Yayınları (10) Toker Yayınları (2) Truva Yayınları (1) Tudem Yayınları (3) Tübitak Yayınları (12) Türk Dil Kurumu Yayınları (1) Uğur Mumcu Vakfı Yayınları (1) Varlık Yayınları (4) Yabancı Yayınevi (2) Yakamoz Yayınları (3) Yapı Kredi Yayınları (38) Yağmur Yayınları (2) Yeditepe Yayınevi (1) Yediveren Yayınları (1) Yeni Akademi Yayınları (2) Yeni Avrasya Yayınları (1) Yitik Hazine Yayınları (2) Yol Yayınları (1) Yurt Kitap Yayın (3) Zafer Yayınları (1) Çitlembik Yayınları (1) Çınar Yayınları (2) Çığır Kitabevi (1) Ötüken Neşriyat (7) Ötüken Neşriyat Yayınları (4) Özgür Yayınları (1) Ütopya Yayınevi (1) İleri Yayınları (1) İletişim Yayınları (23) İmge Kitabevi (1) İnkılap Kitabevi (11) İnsan Yayınları (1) İnter Yayınları (1) İthaki Yayınları (4) İz Yayıncılık (2) İzgören Yayınları (1) İş Bankası Kültür Yayınları (9) İşaret Yayınları (1) Şule Yayınları (1)