Bu Blogda Ara

Translate

8 Kasım 2021 Pazartesi

Julian Barnes – Benimle Tanışmadan Önce Kitabını PDF İndir

 


Graham Hendrick, karısının zina yapışını ilk seyredişinde hiç aldırış etmedi. Hatta kıkır kıkır gülmekte olduğunu fark etti. Perdeleme amacıyla elini kızının gözlerine doğru uzatmak aklına bile gelmedi. Elbette, Barbara vardı bunun arkasında. Barbara, ilk karısı;- zina yapmakta olan ikinci karısı Ann’e cephe alan Barbara. Gerçi, tabiatıyla, o zamanlar bunu bir zina olarak görmüyordu. Bu yüzden pas devant 2 yanıtı uygun bir yanıt değildi. Ve zaten, Graham’ın cicim ayları diye adlandırdığı zamanlardı hâlâ. Cicim ayları 22 Nisan 1977’de, Jack Lupton’ın onu paraşütçü bir kızla tanıştırdığı Repton Gardens’da başlamıştı. Partide üçüncü içkisini içiyordu. Ne var ki gevşemesine hiç faydası olmamıştı alkolün. Jack kızı tanıştırır tanıştırmaz, beyninde bir şeyler kıvılcımlandı ve otomatik olarak onun adını beyninden sildi. Partilerde böyle oluyordu. Birkaç yıl önce, deney olsun diye, tanıştırıldığı kişilerin adlarını el sıkışırlarken yinelemeyi denemişti. “Merhaba Rachel, ” diyordu ve, “Merhaba Lionel, ” “İyi akşamlar Marion.

” Ama böyle yapınca erkekler sizin eşcinsel olduğunuzu filan sanıyor, size sakınarak bakıyorlardı; kadınlarsa, sizin bir Bostonlu ya da belki de, bir Pozitif Düşünür olup olmadığınızı soruyorlardı nazikçe. Graham bu tekniği bırakmış ve kendi beyninden utanma duygusuna geri dönmüştü. O ılık nisan gecesi Graham, Jack’in kitap raflarına yaslanmış, sigara içip gevezelik edenlerin patırtısından uzakta, adını hâlâ bilmediği, ve sarı saçlarını özenle biçimlendirmiş çok renkli çizgili ve anladığı kadarıyla ipek bir gömlek giymiş kadına kibarca bakıp durmuştu. “İlginç bir yaşam olmalı.” “Evet, öyle.” “Çok… yolculuk ediyor olmalısınız.” “Evet, ediyorum.” “Gösteriler yapıyorsunuz, sanırım.” Kadının, ayak bileğine bağlı bir kutudan kızıl dumanlar yükselirken havada taklalar attığını hayal ediyordu Graham. “Şey, gerçekte o öteki bölüm.” (Hangi bölümdü o?) “Tehlikeli olmalı, gerçi.” “Nasıl – uçağa binmek mi demek istiyorsunuz?” Şaşırtıcı, diye düşündü Ann, erkekler uçaklardan ne kadar da çok korkuyorlardı. Uçaklar ona hiç rahatsızlık vermiyordu. “Hayır, uçmak değil, ötekisi. Atlama.

” Ann soru sorarcasına başını yana eğdi. “Atlama.” Graham bardağını bir rafın üzerine koydu ve kollarını yukarı aşağı kanat gibi çırptı. Ann başını daha da yana eğdi. Graham ceketinin orta düğmesini kavradı ve aşağı doğru keskin, askerce bir hareketle çekti. “Şey, ” dedi sonunda, “ben sizin bir paraşütçü olduğunuzu sanıyordum.” Ann’in yüzünün alt kısmını bir gülümseme kapladı, sonra, gözleri kuşkucu bir acıma ifadesinden eğlenme ifadesine doğru yavaş yavaş değişti. “Jack sizin bir paraşütçü olduğunuzu söyledi, ” diye yineledi Graham; yinelemesi ve sözlerini bir otoriteye maletmesi sanki doğru olmasını daha olası kılıyordu. Tabii, durum tam tersiydi; Jack’in pis şakalarından biriydi bu da. “Bu durumda, ” diye yanıtladı Ann, “siz de tarihçi değilsiniz ve Londra Üniversitesi’nde ders vermiyorsunuz.” “Aman Tanrım, daha neler!” dedi Graham. “Akademisyene mi benziyorum ben?” “Neye benzediklerini bilmiyorum. Başkalarına benzemiyorlar mı?” “Hayır benzemezler.” dedi Graham, bayağı sertçe. “Gözlük takarlar, kahverengi tüvit ceketler giyerler, sırtlarında kamburları vardır, cimri ve kıskançtırlar ve hepsi de Old Spice kullanır.

” Ann ona baktı. Gözlüğü ve fitilli kadifeden, kahverengi bir ceketi vardı. “Ben beyin cerrahıyım, ” dedi Graham. “Şey, aslında tam değil. Kendimi yavaş yavaş geliştiriyorum. İnsanın önce vücudun öteki parçaları üzerinde pratik yapması gerek: Apaçık ortada bu. Şu anda omuzlar ve boyunlar üzerinde çalışıyorum.” “İlginç olmalı.” dedi Ann, ona ne dereceye kadar inanmak gerektiğinden emin olamadan. “Güç olmalı, ” diye ekledi. ‘‘Güç.’“ Graham, gözlüğünü önce yana doğru hareket ettirip sonra yeniden eski yerine getirerek burnunun üstünde yer değiştirdi. Uzun boyluydu; uzunca köşeli bir yüzü ve sanki birisi üzerine tıkalı bir biberlikten biber serpmişçesine şurada burada kırlaşmış teller bulunan, koyu kahverengi saçları vardı. “Aynı zamanda tehlikeli.” “Herhalde öyledir.

” Tevekkeli değil, saçları böyleydi. “En tehlikeli yanı da, ” diye açıkladı Graham, “uçmak.’’ Ann gülümsedi; Graham gülümsedi. Ann sadece hoş değildi; aynı zamanda cana yakın biriydi. “Ben satın alına görevlisiyim, ” dedi Ann, “giysiler satın alıyorum.” “‘Ben akademisyenim, ” dedi Graham. “Londra Üniversitesi’nde tarih dersleri veriyorum.” ‘‘Ben büyücüyüm, ” dedi Jack Lupton, sohbetlerini işitebileceği bir uzaklıkta ortalıkta dolanırken; şimdi de elindeki şişeyi bardaklarına şarap koyacakmış gibi ortasından tutmuştu. “Ben Yaşam Üniversitesi’nde büyü öğretiyorum. Şarap mı, yoksa şarap mı?” “Çek arabanı Jack, ” dedi Graham kararlı bir tavırla. Ve Jack yanlarından uzaklaştı. Geriye bakınca, o günlerde yaşamının nasıl karaya oturmuş olduğunu şimdi apaçık görebiliyordu Graham. Tabii, bu kaçınılmaz açıklık her zaman geçmişe bakmanın aldatıcı bir işlevi olmadığı sürece. O zamanlar otuz sekiz yaşındaydı: on beş yıldır evliydi; on yıldır aynı işteydi; esnek ödemeli bir konut kredisi borcunu yarılamıştı. Yaşamını da yarıladığını düşünüyordu; ve yokuş aşağı inişi artık hissedebiliyordu.

Barbara elbette durumu böyle görmezdi. Ve elbette Graham ona durumu böyle ifade de edemezdi. Belki de sıkıntı, bir ölçüde bundan kaynaklanıyordu. O zamanlar Barbara’dan hâlâ hoşlanıyordu; gerçi en azından beş yıldır ona gerçekten âşık değildi, ilişkilerinden ötürü gurur, hatta ilgi gibi bir şey hissetmemişti. Kızları Alice’i severdi; gerçi biraz şaşırarak da görüyordu ki, kızı onda hiçbir zaman çok derin duygular uyandırmamıştı. Kızı okulda başarılı olduğunda memnunluk duyuyordu, ama bu memnunluğun, gerçekte başarısız olmamasından ötürü duyduğu iç rahatlığından ayırt edilebilir olup olmadığından kuşkusu vardı: İnsan bunu nasıl bilebilirdi? İşinden de negatif bir anlamda hoşlanıyordu; her yıl biraz daha az hoşlanıyordu ya neyse, çünkü ders verdiği öğrenciler daha toy, daha fütursuzca tembel, ama her zamankinden daha nazik bir şekilde erişilmez oluyorlardı.

5 Kasım 2021 Cuma

Julian Barnes – Seni Sevmiyorum Kitabını PDF İndir

 


Erkeğin, erkeğin ya da kadının, onların 1 Stuart Adım Stuart ve her şeyi anımsıyorum. Doğduğumda Stuart adı verilmiş; tam adım Stuart Hughes. Yani bütün adım bu. Göbek adım yok. Evlilikleri yirmi beş yıl süren annem ve babam bana Stuart adını vermişlerdi. Önceleri hiç hoşuma gitmiyordu bu ad -okulda sınıf arkadaşlarım beni Stew 2 ya da Stew-Pot 3 diye çağırıyorlardı- ama sonra bu ada alıştım. Artık canımı sıkmıyor. Bu acayip adın uzun sapından tutmayı beceriyorum. Özür dilerim, espri yapmakta pek yetenekli değilim. Bunu bana sık sık söylemiştir insanlar. Her neyse, Stuart Hughes işte adım -sanırım, bu kadarı yeterli. Adımın St John St John de Vere Knatchbull olması için hiçbir arzu duymuyorum. Anne ve babamın adları Hughes’dı. Onlar öldüler ve ben de şimdi onların adını taşıyorum. Ve ben de öldüğümde, bana yine Stuart Hughes diyecekler.

Bizim bu koskoca dünyamızda pek fazla kesin şey yok, ama bu kesin. Sözü nereye getirmek istediğimi anlıyor musunuz? Özür dilerim, bunu tahmin edebilmeniz için hiçbir sebep yok elbet. Söze daha şimdi başladım. Beni hiç tanımıyorsunuz. O zaman, yeniden başlayalım. Merhaba, ben Stuart Hughes, sizinle tanıştığıma memnun oldum. El sıkışalım mı? Tamam, pekâlâ. Size demek istediğim şu ki: burada benden başka herkes adlarını değiştirdi. İnsanı bayağı düşündürüyor bu. Hatta insanın tüylerini diken diken ediyor biraz. Ş e y , herkes’in ardından adlarını sözcüğünü nasıl çoğul olarak getirdiğime dikkat ettiniz mi? “Herkes adlarını değiştirdi, ” dedim. Bunu kasten yaptım, belki de sırf Oliver’ın canını sıkmak için. Oliver’la büyük bir ağız dalaşına girdik. Şey, daha doğrusu, bir tartışma geçti aramızda. Ya da, daha da doğrusu, anlaşmazlığa düştük.

Ukala dümbeleğinin teki, şu Oliver. En eski arkadaşım o, bu yüzden ona ukala dümbeleği dememde sakınca yok. Gill onunla tanışmasından -Gillian, benim karım- kısa bir süre sonra, şöyle dedi bana, “Biliyor musun, senin bu arkadaşın sözlük gibi konuşuyor.” Frinton’ın tam kuzeyinde, bir plajdaydık o sıralar ve Oliver, Gill’in bu sözünü işittiğinde her zaman yaptığı şu zevzekliklerine başlamıştı. Kendisi bunlara şaklabanlık diyor ama, benim kullanacağım sözcük bu değil. Konuşma tarzı hakkında size bir fikir veremem -onu kendiniz dinleseniz daha iyi olurdu – ancak diyebileceğim şu ki, sözcüğün gerçek anlamında şirazesinden çıkıyor konuştukça. O zaman da böyle yaptı. “Ne çeşit bir sözlüğüm ben, söyler misiniz? Parmak endeksim de var mı? İki dilli miyim?” İşte böyle şeyler deyip durdu. Bir hayli sürdü bu konuşması, sonunda bize kendisini kimin satın alacağını sordu. “Ya hiç kimse beni istemezse? Hiç kimseyi ilgilendirmiyorum ben. Üstü tozla kaplı zavallı bir kitapçığım ben. Ah hayır! Beni ucuz kitaplar rafına atacaklar, bunu şimdiden görebiliyorum, beni ucuza satacaklar.” Ve derken kumları yumruklamaya ve martılara ağlayıp sızlanmaya başladı -televizyon için harika bir komedi olurdu doğrusubu arada, rüzgâra karşı sığındıkları bir paravanın ardında radyo dinlemekte olan yaşlı bir çift, Oliver’ın bu halinden oldukça ürkmüş gözüktüler. Gillian ise yalnızca kıs kıs güldü. Her neyse, Oliver ukalanın biri.

Herkes sözcüğünün ardından onların sözcüğünün gelmesi konusunda ne düşündüğünüzü bilmiyorum. Muhtemelen çok şey düşünmüyorsunuzdur, düşünmeniz için hiçbir sebep yok. Ve bu konunun, ilk nasıl açıldığını da anımsayamıyorum, ama bu tartışmaya girdiğimiz bir gerçek. Oliver, Gillian ve benim aramda yani. Her birimizin farklı bir görüşü vardı. İzin verin de bu karşıt bakış açılarını ortaya koymaya çalışayım. Belki de, tıpkı bankalarda yapıldığı gibi bu toplantının tutanaklarını kaleme almayı başarırım. OLIVER herkes, bir kimse ve hiç kimse gibi sözcüklerin tekil kişi zamirleri olduklarını ve bu yüzden de, bunlardan sonra tekil mülkiyet zamiri olan onun sözcüğünün gelmesi gerektiğini söyledi. GILLIAN böyle bir genelleme yapılamayacağını, çünkü türünün yarısını dışarıda bırakmak olacağını, sözünü ettiğimiz bu bir kimse’nin kadın olma ihtimalinin yüzde elli olduğunu belirtti. Bu yüzden mantık ve hakkaniyet nedenlerinden ötürü erkeğin ya da kadının demek gerekiyordu. OLIVER bizim cinsel politika değil, gramer tartıştığımızı söyledi. GILLIAN bu ikisini birbirinden nasıl ayıracağımızı sordu, çünkü gramer sözcüğü gramercilerden gelmiyordu da nereden geliyordu ve hemen hemen bütün gramerciler -hatta bildiği kadarıyla tamamı- erkekti, bu yüzen başka ne bekleyebilirdik? Ne yandan bakarsak bakalım, Gillian’ın görüşünde sağduyu vardı. OLIVER gözlerini geriye doğru devirdi, bir sigara yaktı ve tam da sağduyu ifadesinin kendisinde bir çelişki olduğunu söyledi ve eğer İnsan – konuşmasının bu noktasında son derece zor bir durumda kalmış göründü ve bu kez Erkek ya da Kadın diyerek, konuşmasını sürdürdü. Erkek ya da Kadın geçmişteki binlerce yıl zarfında sadece sağduyuya bel bağlamış olsaydı, biz hâlâ çamurdan yapılma kulübelerde yaşar, berbat şeyler yer ve Del Shannon’ın plaklarını dinlerdik, dedi. STUART o zaman bir çözüm önerdi.

Erkeğin mülkiyet zamiri, ya gerçeği tamı tamına yansıtmadığından, ya hakaret dolu olduğundan ya da bunların her ikisi de olduğundan; erkeğin ya da kadının demek ise daha diplomatik olmakla birlikte son derece hantal olduğundan, bu sorunun en açık yanıtı onların demekti. Stuart getirdiği öneriden o denli emin gözüküyordu ki, çoğunluğu oluşturan ikisinin önerisini reddettiklerini görünce şaşırdı. OLIVER dedi ki, sözgelimi birisi kafalarını kapı aralığından uzattı, cümlesi Rusya’da yapılan korkunç bir bilimsel deneyde olduğu gibi, sanki bir vücut ve iki kafa varmış gibi oluyordu. Başkan (=ben) tarafından sözü kesilene değin, eski zaman panayırlarında görülen sakallı kadınlar, sakat koyun ceninleri ve benzeri hilkat garibelerinden söz edip durdu. GILLIAN onların sözcüğünün kendi görüşüne göre erkeğin ya da kadının sözcükleri kadar hantal ve besbelli ki en az onlar kadar da diplomatik olduğunu söyledi. Ama sanki ne diye bu konu üzerinde kılı kırk yarıyordu ki? Kadınlar yüzyıllardır tüm insan türünden söz ederken eril mülkiyet zamirini kullanmaya mecbur kaldıklarına göre, birkaç (erkek), gırtlağına yapışıp kalsa bile, gecikmeli bir düzeltme eylemine niye girişemeyeceklerdi ki? Stuart orta yolun temsilciliğini benimseyerek, onların demenin ne iyi çözüm olduğunda ısrar etti. TOPLANTI sine die 4 ertelendi. Bu konuşma hakkında daha sonra bir hayli düşündüm. Makul, zeki üç insan tutmuş, erkeğin, erkeğin ya da kadının, yahut onların demenin doğrulukları üzerinde tartışıyordu. Ufacık sözcüklerdi bunlar, ama yine de bir görüş birliğine varamıyorduk. Ve bizler arkadaştık. Yine de görüş birliğine varamıyorduk. Canımı sıkan bir şey vardı bunda. Bu anlaşmazlık nasıl çıkmıştı ortaya? Ah, evet, burada benden başka herkes adlarını değiştirdi. Doğru, insanı bayağı düşündürüyor bu cümle, değil mi? Sözgelimi, Gillian, benimle evlendiğinde adını değiştirdi.

Kızlık adı Wyatt’tı, ama şimdi Hughes adını taşıyor. Benim adımı almaya can atıyordu falan diyerek böbürlenecek değilim. Sanırım daha çok Wyatt’tan kurtulmak istediğinden böyle yaptı. Anlıyorsunuz işte, Wyatt babasının adıydı ve o, babasıyla anlaşamıyordu. Babası annesini terk etmişti ve annesi yıllar yılı kendisini terk etmiş olan bir adamın adını taşımıştı. Mrs Wyatt için ya da – Fransız kökenli olduğu için bazılarının ona hitap ettiği gibi Mme Wyau için hiç de hoş bir durum değildi bu. Ben, Gillian’ın Wyan adından kurtulmasını, babasıyla bağlarını koparmak (bu arada, şunu da belirteyim ki, evlenme törenimize gelmedi babası) ve annesine, yıllar önce, onun da koparmış olması gerektiğini anlatmak için yaptığından kuşkulanıyorum. Ama, Gillian’ın davranışında böyle bir ima vardıysa bile. Mme Wyatt bu imayı anlamadı.

Kahraman Tazeoğlu – Bukre Kitabını PDF İndir


 

Gizli aldatmalar, sevdiğin insanı ‘üzerine basmadan’ çiğnemektir. Kaç kez çiğnendiğini hiç bilmiyordu Bukre. Aşkın küçük kızıydı o… İstanbul’un dar sokaklarında, az önce öğrendiği acı gerçeğin yıkımıyla yalpa vuruyordu. Yanındakiyle birlikte iki kişilik bir yalnızlıktı artık onlarınki… Ayakları yürüyordu sadece. Kendisi geride kalmıştı çoktan. Akşamdı. Biraz önceki konuşmalar kafasının içinde tekrarlanıp duruyordu. Sitem dolu nefesiyle, soluğunu tüketircesine haykırmıştı terk edenine… “En acısı da ne biliyor musun?” demişti. “Aslında sana hiç sahip olamadığımı, seni kaybettiğimde anlamış olmam!” Hırsı soluğuna eş çıkıyordu göğsünden. Devam etti öfkeyle. “Meğer her şeyimmiş gibi davranan hiçbir şeyimmişsin sen! Aslında hiçbir şeyimi kaybettim ben!” Bir çocuğun tüm dünyaya küsmesine, tek bir oyuncağının kırılması yeter. O küskün çocuklardandı şimdi Bukre; kırılan oyuncağını gözleriyle tamir etmeye çalışan… Bakışlarını bir noktaya sabitlemiş olsa da yanından geçen umarsız insanların farkındaydı. Akşamdı. Belki birazdan bir yağmur başlardı. Hayat devam ediyordu.

Hayat her şeyi “devam ederek” bitiriyordu. Bukre, bunu acı bir tecrübeyle, bir kez daha öğreniyordu; ama hiç ezberleyemiyordu… Kendi durağını şaşırmış bir otobüs gibiydi kalbi. Akşamdı. Ve akşam, ağlamak için iyi bir sebepti. Kızıyordu Bukre her şeye, herkese. En çok da kendine… Hayat ne garipti. İnanmadan güldüğümüz bir şaka gibiydi. Bukre, karşılıksız sevmişti ve bunun karşılığı, karşılık alamamak olmuştu. Ama olsundu. O sevilmemeye de razıydı severken… O hep öyle severdi zaten… Tek hazmedemediği, sonraya ertelendiği halde gocunmadan beklerken aldatılmaktı! Alçaklık hiç bu kadar yükselmemişti. Gizlice aldatılmıştı. Aldatmanın aleni olanı mı olurdu sanki? Çiğnenmişti o, üzerine basılmadan… Sessizliğe gömülmüştü uzun zaman. Elinden gelmeyen dilinden de gelmiyordu. Ve şimdi beklediği onu terk ediyordu. Belki de çoktan gitmişti… Belki de hiç gelmemişti… Ama şimdi o “Gelmeyen” hem suçlu hem yolcuydu.

Bir başkasını seçmişti. Özür dilemişti. “Ben seçilmeyenim! Bunun için benden özür mü diliyorsun?” diye haykırmıştı Bukre. Cevap alamamıştı. Sesi kısılmıştı. Kaybedenlerin önce sesi kısılırdı. Bir ayrılık daha büyütüyordu onu. Yaşça küçük olsa da sevdiğinden, aşkı çoktan geçmişti onu. O, küçücük bir devdi. Seçilmeyendi. Bir öykünün sonu zannederken kendini, daha girişinde kandırılandı. Dünya artık onun için uyandığında başlayan kötü bir rüyaydı. Şimdi ne yapmalıydı? Seçilmemek onu sadece üzmeli miydi yoksa kahrından öldürmeli miydi? İnsan böyle zamanlarda ne hissetmeliydi? Üzgün olmaktan öteydi duyguları ama ölüme de bir o kadar uzaktı. Eksik, yitik ve sahipsiz gibiydi. Öylece kalakalmıştı bir hiç gibi.

Akşamdı. Hüzünlüydü. Hüznü seviliyor sandığından değil, sevilmediğine yandığındandı… Oysaki hiçbir günahı yoktu. Aşkın bir bekleme odası vardı. Orada oturup sırasını bekliyordu Bukre. Sevdiği erkeğin ona gelmesini… O erkek, arada bir odanın kapısından bakıyor ve gülümsüyordu. “Biraz daha bekle” demekti bu. “Biraz aşklarım var, bitirip geliyorum” demekti. Ona inanıyordu Bukre. Daha doğrusu inanmayı tercih ediyordu. Hep öylesini tercih ederdi. Çünkü aşkta kör olanlar, sevgilinin yalancı olduğunu bilmesine rağmen, ona “Kanmayı” değil, “İnanmayı” seçerdi. Kara talihine yanıyordu. Kendini acıyarak izliyordu. Ve ne çok ağlıyordu içinden “Bu aşka değer” diye… “Olsun… Bazı aşklar gözyaşıyla büyür” diyordu.

Suskunlaşıyordu. Anlamaya çalışmıyordu içini. Kalbini aklıyla anlayamazdı ki… Giden hep kazanıyordu… Ama kalan olmak Bukre’ye hiç yakışmıyordu. Üstüne asıl yakışmayansa, seçilmeyen olmaktı. Bir ihtimali oynamak ne kadar gurur kırıcıydı. Sevdiği adam, iki kişinin arasında kalmıştı. İki kişinin arasında kalmak, aslında kimsesizliği seçmekti. Ve şimdi sadece özür diliyordu. “Üzülme” diyordu. “Üzülme…” Nefret dolu gözlerle baktı sevdiği adamın gözlerine. O gözler artık sevdiği adamın gözleri değildi. Bir zamanlar ona söylediği bir cümle geldi aklına. “…Sana geldiğim zaman, gitmek için bir neden bulamıyorum…” Üzgün ve nefret yüklüydü Bukre. Gözlerindeki öfkeyi saklamadan, “Üzgünüm…” dedi ona. “Ama beni bu hale getirdiğin için değil; seni hak ettiğin hale sokamadığım için!” Fildişinden inşa ettiği aşk şimdi çürümenin tarihini yazan bir ahşaptı.

Bukre ağlıyordu. Hiç konuşmadan yürüyorlardı. Akşamdı. Hiçbir şeyin yolunda gitmediği bir yoldaydı. “Bir öykünün sonuymuşum meğer; daha girişinde kandırmışlar beni” diye söylendi kendi kendine ve sustu. Artık sonun sonuna gelmişti. Yürüdükçe susuyorlardı, sustukça daha ağır yürüyorlardı. Sevdiği adam dayanamayıp, “Neden susuyorsun?” diye sordu. Bakışlarını kaldırımdan ayırmadan konuştu Bukre. “Neden mi susuyorum?” dedi ve durdu. Kafasını kaldırdı, sevdiği adamın gözlerine son kez baktı. Geri geri bir iki adım attı ve yaşanan sonun son sorusunu sordu. “Ya anlamazsan?” Bukre, artık cümleler değil, sessizlikler kuruyordu… *** Sanki yolları o değil de yollar onu yürüyordu. Nereye gittiğini bilmiyordu. Bilse ne değişecekti ki? Bunu da atlatacaktı elbet.

Ama daha zaman vardı. Zamanı beklemek neyseydi de… Bukre’nin vakti kadar sabrı yoktu. Böyle günler insanın bir dosta en çok ihtiyacı olduğu günlerdi. Ayakları mı, yoksa yol mu? Acaba hangisi bunu biliyordu? Bu sorunun cevabını bulamadan, kendini Selim’in kapısında buldu. Ah Selim! Bukre’nin yorgun savaşlarının yara sarıcısı… Selim… Bir insanın dost diyebileceği tek isim… Zile bastı. Biraz bekledi. Saatin farkında değildi. Tekrar bastı. Önce bir ışığın yandığını sandı. Sonra kapı açıldı. Ama hayır! Işık yanmamıştı. Sadece Selim gülümsemişti o kadar. Selim ışık gibi gülümserdi. Bukre’nin yüzüne baktı. Gülümsemeye devam etti.

“Yine mi?” diye sordu. Bukre’nin kederli yüzü o kederden sıyrılıp gülümsemekle, o kederi taşıyor olmak arasında kaldı. Selim’in nurlu gülümsemesine sığıştırarak hüznünü, “Yine” diyebildi sadece. İçlerinden birbirlerine sıkıca sarılmak geçti. Sarıldılar. İçleri içlerine geçti. Sonra içeri geçtiler. Evde kimse yoktu. “Sizinkiler nerede?” diye sordu Bukre, salona geçerken üzgün sesiyle… “Teyzemdeler” dedi Selim, Bukre’nin montunu alırken. Salondaki üç kişilik koltuğa oturdu Bukre. Çocukluğundan beri girip çıktığı bu ev ona yabancı gibiydi sanki. Oysaki hiç değişmemişti eşyalar. Selim’le saklambaç oynarken altına saklandıkları büyük ve ağır ahşap yemek masası, sırt kısımları uzun altı sandalyesi, masadan aşağı sarkan dantel masa örtüsü ve içinde annesinin plastik çiçekleri olan vazo… Hepsi aynı hüzünle duruyordu yerli yerinde. İnşaat ustası bir babanın kazanabildiği parayla aldığı basit eşyalar ve o eşyaları eşya yapan evin bir yerine saklanmış, görünmeyen huzur… Çok parası olmayan insanların az gösterişli yuvası… Çantasından kâğıt mendilini çıkardı. Burnunu sildi.

Vitrindeki süs bardaklarının arasından aynadaki yüzünü gördü. Ağlamaktan şişen gözleri, kırmızılaşmış burnu ve dağılmış uzun saçlarına rağmen hâlâ çok güzeldi. Koltuğun üstünde duran bir kitabı fark etti. Selim’in okuduğu kitaplardan biriydi. Selim, aynı anda üç kitap okuyabiliyordu. Bunu nasıl başardığını hiç anlayamıyordu. Selim, kitap okumak için yaratılmıştı sanki. Kitaba uzandı. Üzerinde, Zamanın Manzarası yazıyordu. Bir roman olmalıydı bu. Kitabın içindeki ayraç dikkatini çekti. Bir fotoğraf… Merve’nin fotoğrafı… Selim kitap ayracı olarak hep Merve’nin fotoğrafını kullanırdı. Merve, Selim’in hiçbir zaman duygularını açamadığı platonik aşkıydı. Selim için kendi hayatı iki bölümden oluşuyordu. Merve’den öncesi ve Merve’den sonrası… Merve, onu ikiye ayırıyordu sanki.

Tıpkı bir ayraç gibi… Merve ona hayatın neresinde kaldığını hatırlatıyordu.

Karolin Fişekçi – İtaatkar Kitabını PDF İndir

 


Tek bir hayat onu kesmezdi. Onunki gibi kuvvetli bir ruh pek çok hayatı ve ölümü barındırabilirdi. Mine tüm bunların farkındaydı, yaşam onun için sonu gelmez bir yolculuktu. Aklının kıvrımlarında dolaşan her düşünce, içinde soluk aldığı bu hayatın canlı bir resmiydi. Her rengini, her fırça darbesini nefesiyle harladığı bir resimdi bu. Yaşamda ardına düşeceği tek şey tutkularının ona yön verdiği bir aşktı. Aşkla nefes alan bir yaşam… Ve tüm yaşamlara tuzak olan bir tutku. Tutkuları ise hayatının lokomotifi, bazen ise uçurumuydu. Bu tutkunun peşinden gitmeliydi. Kendini bildi bileli bunu yaptı da. Hiç geri durmadı sevmekten, tutkularını kovalamaktan. Tutkuyu aramak, onu kovalamak Mine için olağan bir durumdu. Bunun için olsa gerek, hayatındaki her şeyi en saf haliyle yaşamıştı. Mutluluğu da, üzüntüyü de hep en yükseklerde, en derinlerde yaşardı. Oyunlardan kurulu bir dünyası vardı sanki

Oyuncağının elinden alınmasını istemezdi. Hep tutkusunun peşinden gittiği için her şeyi en saf haliyle yaşamıştı. Mutlulukları, üzüntüleri ve tüm hatırlayıştarı. Dokunduğu her şeyde kalp atışlarını daha da derinden hissederdi. Nerede ve ne zaman geleceğini de pek düşünmezdi. Mutlu olduğunda dünyanın en mutlu insanı olurdu. Üzüldüğünde ise dünyanın en mutsuz insanı. … Bu kırılganlık onun en saf, en dokunulmamış yanıydı. Beklemeyi hiç sevmezdi. Hayattaki her şey onun için hız demekti. Kendine beklemeyi yakıştıramadığı için o bekleme zamanlarında hep başka şeylerle ilgileniyordu. Unutmak istiyordu o beklediği şeyi. Beklediği ister hayatının aşkı, isterse bir hastane sırası olsun. Şimdi de aslında sabah yapmak istediği ama son anda kendine sakladığı arzuyu düşlüyordu. Sevgilisi Fuat’ın sağına soluna güvenebilse yapacağı minik bir çılgınlıktı hayali.

Sabahın ilk ışıkları Fuat’ın en sevdiği zamanlardı. O gün arzuyla uyanan Mine içinde Fuat’ın erkekliğini hissetmek için yanıp tutuşuyor. Üzerine önünü leoparlı bir kuşak ile bağladığı siyah bir gömlek elbise, altına da yine leoparlı bir topuklu ayakkabı giyiyor. İçine hiçbir şey giymiyor. Sabah sürprizi yapmak için deliklerinden birine pembe bir vibratör sokuyor ve o halde sevgilisine gidiyor. Fuat kapıyı açar açmaz içeri dalıyor, kapıyı kapatıyor ve kuşağı çözüp çırılçıplak kalıyor. Fuat şaşkın, ama itiraz edemiyor. Mine o kadar şehvetli ki ona gelinceye kadar bir vibratörü içinde tutmuş. Tüm bu manzarayı Fuat’a gösteriyor ve ondan pantolonunu çıkarmasını istiyor. Pantolonu ve çamaşırından kurtulduktan sonra Fuat’ı yere yatırıyor. Elindeki leoparlı kuşakla gözlerini bağlıyor. Önce bir kere nazik bir şekilde onu öpüyor sonra yüzüne arkasını dönerek oturuyor ve bir güzel kendini yalatıyor… Bir yandan da birazdan içine alacağı erkekliğini ağzında hissediyor… Ansızın başını kaldırdı, etrafını yoklamaya başladı. İç içe geçmiş seslerin uğultusuna eşlik eden bir karmaşanın orta yerinde düşüncelerinden sıynldı bir an. Beklediği hastane koridorunda başlangıçlar ve bitişler fark etmişti. Ürkek bir kuş gibi titreyen hamile genç bir kız ile erkek arkadaşı takıldı gözüne.

İhtimal ki kürtaj olacaktı. Sonra o kalabalığın içerisinde küçük bir çocuk ve bebeğini susturmaya çalışan bir kadın. Genç çiftin kürtaj için geldiğini kızın endişeli bakışları ele veriyordu. Sevgilisi ise tedirgin bir acemilikle genç kızın elini tutup onu teselli etmeye çalışıyordu. Büyük ihtimalle ayrılacaklardı. Kürtaj olmuş hiçbir kadın bebeğin sahibiyle eskisi gibi devam edemezdi, hele de böyle gençken ve evli değilken. Kız bütün bunları yaşamasına sebep olduğu için o erkeği suçlayacaktı. Çifti ameliyathaneye doğru aldılar. Şimdi Mine bir süre daha bekleyeceğinden emindi. Birazdan kürtajı yapacaktı doktor. Genç çiftin ardından bakakalan Mineyi koridordaki hareketlilik kendine getirdi. Çocuklu annenin kızı sıkıntıdan ne yapacağını bilmez halde etrafta dolaşırken Mine’nin ojelerine, takılarına ilgi gösterdi. Kırmızıya yakın bordo oje sürmüştü Mine, ilk defa karşılaştığı bu durum küçük kıza değişik gelmişti. İki yaşlarındaki meraklı kız çocuğu Mineye “Bu ne? Bu ne?” şeklinde sorular sorarken; Mine de büyük bir insanla konuşur gibi ilgilenmeye başladı kız çocuğuyla. Küçük kız pür dikkat süzüyordu Mine’yi

O hastane koridorunda kimse benzemiyordu ona. Altın pırıltılı uzun açık kumral saçları, geniş alnı, iri ela gözleri ve parlak mavi üzeri krem rengi puanlı elbisesiyle ile ufacık çocuğun dikkatini çekmişti hemen. Annesi ise çocuklarla ilgilenmekten olsa gerek oldukça bakımsız gözüküyordu. Durumu fark eden anne bebek arabasını olduğu yerde bıraktı. “Ablayı rahat bırak,” diyerek kızının elinden tutarak götürmek istedi. Fakat halinden memnun olan Mine gülümseyerek engel oldu. “Yok rahatsız etmiyor. Konuşuyorduk biz onunla.” Küçük kıza dönerek, “Adın ne senin?” dedi. Utandı küçük kız, hemencecik annesinin eteğinin arkasına saklandı. Ürkek ve kaçamak bakışlarla süzdü Mine’yi. Annesi. “Kızım söylesene ablaya adını,” diyerek araya girdi. Anne gelince iş ciddiyete bindi. Küçük kız yanlış bir şey yapıyormuşçasına tedirgindi.

Oysa küçük kızın annesi ya Mine’nin yaşındaydı ya da daha küçüktü. Kadınla biraz konuşunca yaşının kendinden küçük olduğunu ve üçüncü çocuğa hamile olduğunu öğrendi. Tanrım! Mine daha kendini çocuk gibi hissederken birileri çoktan üç tane çocuğun sorumluluğunu almıştı. Hiç bilmediği, tanımadığı bir dünyaydı bu. Bir an için bu kadınlık hali ona çok yabancı geldi. Karşısındaki kadına sadece kontrole geldiğini söylediğinde annenin bu cevabı yetersiz gören bakışlarındaki ifadeyi fark etmek Mine için daha da sinir bozucu oldu. Çocuklarla iyi anlaşıyordu. Ama çocuk sahibi olmak istemediğini o an bir kez daha fark etti. Her gün etrafında gördüğü o kadınlar gibi, bu anne gibi olmayı asla istemiyordu. Mine kendini bildi bileli hem kalabalık içinde hem de yalnız olmuştu. Erkeklerle ve çocuklarla anlaşırdı; kadınlarla pek anlaşamazdı. Çoğunlukla erkekler gibi düşünürdü, ruhu ise hep çocuk saflığında ve tazeliğindeydi. Çok isterdi kadınlarla anlaşabilmeyi. Fakat bunu bir türlü başaramamıştı. Belki de kadınlar onun istediği, düşündüğü gibi olmalıydılar.

Oysa Mine özgürlüğünden ve tutkularından hiç taviz vermezdi, yaşam hep onun etrafında dönmeliydi. Bu yüzden kendini hiçbir yere ait hissetmemiş, herhangi bir topluluğun üyesi olmamıştı. Çocuklu kadını içeri aldılar, ondan sonra sıra kendisindeydi. Neyse ki fazla beklememişti, öğle vakti bir aradan faydalanarak gelmişti hastaneye. İçeri girince devamlı gittiği doktoru ile birbirlerine kısa bir hal hatır sordular. Şimdiye kadar gittiği jinekologlar hep kadın olmuştu. Buna özellikle dikkat etmemişti ama bu durumdan da memnundu. Bir erkeğe başka şartlarda bacaklarını açmayı isterdi her zaman. “Şikâyetiniz?” “Rutin kontrol ve smear testi yaptıracaktım.” Birkaç gündür sevgilisiyle birlikte olmamıştı ve bu arada her kadının senede bir yaptırması gereken bir testi yaptıracaktı. Cinsel ilişkiden sonraki gün bu test olmuyordu ve Mine ile sevgilisi neredeyse her gün birlikte oluyordu. “Hazırlanın, sizi şöyle masaya alalım.” Üzerindeki elbisenin eteği boldu, içerideki odada sadece iç çamaşırını çıkarıp jinekolog masasına geçti. Doktorun asistanı, masaya yerleşmesine yardım etti ve üzerine beyaz bir örtü örttü. Ultrasonla baktığı yumurtalıkları gayet sağlıklıydı, hiçbir problemi yoktu.

Smear testi için bir spekulum istedi doktor. Bu aletten hiç hoşlanmıyordu Mine. Hele bu kullan-at plastik olanlar çıkmadan önce metalden, buz gibi bir alet sokuyorlardı ve Mine her defasında bundan nefret ediyordu. Asistan normal boy bir spekulum uzattı, fakat doktor itiraz etti. “Baksana ne kadar küçük, buraya bu koca alet olur mu? Küçük boylarından getir.” “Elimizde kalmamış sanırım ama ameliyathanede bir tane vardı sanki.” Asistan kız, ameliyathaneden aleti getirmeye gitti ve Mine bacakları açık jinekolog masasında beklemeye başladı. İlk defa böyle bir durumla karşılaşıyordu. Önceden spekulumların boyutuna dikkat etmemişti; spekulum onun için sadece canını acıtan bir aletti. Demek ki artık başka çeşitleri de çıkmıştı bunca zaman sonra. İlk kez bir jinekolog masasına on iki sene önce on altı yaşındayken yatmıştı. O zaman vajinasına herhangi bir spekulum sokulmamıştı. Hem henüz küçüktü hem de geliş sebebi çok farklıydı. Aslında kendisi pek de gönüllü yatmamıştı masaya. İnsanın on altı yaşındayken aklına jinekolağa gitmek gelmezdi.

Zaten Mine’yi de doktora kız arkadaşları götürmüştü. Onun adına doktordan randevu almışlar ve onlarla beraber doktora gitmesini, muayene olmasını istemişlerdi. Bu muayenenin sebebi herhangi bir rahatsızlık falan da değildi. Bekâret kontrolüne girmesini istemişti arkadaşları. Çünkü Mine yaz aylarında bir erkekle yakınlaşmıştı. Bu yakınlaşmayı da tüm ayrıntılarıyla kız arkadaşlarına anlatmıştı.

Yayın Evleri

ABM Yayınevi (1) Adam Yayıncılık (1) Alfa Yayıncılık (7) Alkım Kitabevi (1) Alter Yayınları (4) Altıkırkbeş Yayınları (5) Altın Kitaplar (13) Ankara Okulu Yayınları (1) Anonim Yayınları (3) Ant Yayınları (1) Arkadya Yayınları (1) Artemis Yayınları (2) Artshop Yayıncılık (1) Arya Yayınları (2) Ataç Yayınları (1) Aykırı Yayınları (2) Ayrıntı Yayınları (7) Aşk Kitapları (53) Babıali Kültür Yayıncılığı (3) Bağlam Yayıncılık (1) Berikan Yayınevi (1) Bilgi Yayınları (2) Bilim ve Gelecek Yayınları (2) Birey Yayıncılık (1) Bordo Siyah Yayınları (1) Butik Yayınları (1) Buzdağı Yayınları (1) Can Yayınları (45) Cinius Yayınları (1) Cumhuriyet Yayınları (1) DBY Yayınları (2) Dergah Yayınları (1) Destek Yayınları (3) Dharma Yayınları (1) Domingo Yayınevi (3) Doğan Kitap (8) Doğu Batı Yayınları (1) Düşünbil Yayınları (1) E Yayınları (1) Eksik Parça Yayınları (1) Elit Kültür Yayınları (1) Elma Yayınevi (3) Epsilon Yayınları (3) Etkileşim Yayınları (1) Everest Yayınları (10) Evrensel Basım Yayın (7) Eğitim Sen Yayınları (1) Genç Destek Yayınları (1) Geyik Yayınları (1) Gün Yayıncılık (3) Hayy Kitap (6) Islık Yayınları (1) Işık Yayınları (2) Kapı Yayınları (1) Kavram Yayınları (1) Kaynak Yayınları (1) Kitap Zamanı Yayınları (1) Kitsan Yayınevi (1) Kodlab Yayınları (1) Kolektif Kitap (4) Koridor Yayıncılık (2) Koç Üniversitesi Yayınları (1) Kuraldışı Yayınları (1) Kurtuba Kitap (2) Kurtuba Yayınları (1) Kuzey Yayınları (2) Köxüz Yayınları (1) Kültür Bakanlığı Yayınları (1) Kültür Kitapları (8) Kırmızı Kedi Yayınevi (9) Litera Yayıncılık (1) Literatür Yayıncılık (5) Martı Yayınları (6) Maya Kitap (2) MediaCat Yayınları (4) Meta Yayınları (1) Metis Yayıncılık (2) Metis Yayınları (6) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları (2) Milliyet Yayınları (5) Mobidik Yayınları (1) Nemesis Kitap (2) Nesil Yayınları (4) Nesin Yayınevi (1) Nobel Akademik Yayıncılık (1) Nokta Yayıncılık (1) Notos Kitap (3) ODTÜ Yayıncılık (3) Oda Yayınları (1) Okuyan Us Yayınları (2) Okyanus Yayıncılık (1) Olimpos Yayınları (1) Optimist Yayınları (1) Ortaoyuncular Yayınları (1) Overteam Yayınları (1) Oğlak Yayıncılık (1) Pan Yayınları (2) Panama Yayıncılık (1) Paradoks Kitap (1) Parola Yayınları (1) Payel Yayınevi (1) Pegasus Yayınları (4) Phoenix Yayınları (2) Pinhan Yayıncılık (1) Plato Film Yayınları (2) Polat Kitapçılık (1) Portakal Yayınları (1) Pozitif Yayınları (2) Profil Yayıncılık (2) Propaganda Yayınları (8) Purnam Yayınları (1) Remzi Kitabevi (5) Ruh ve Madde Yayınları (2) Sanat A.Ş (1) Say Yayınları (5) Sel Yayıncılık (6) Siren Yayınları (2) Sis Yayınları (2) Sokak Yayınları (1) Sol Yayınları (2) Su Yayınevi (1) Sözcükler Yayınları (1) Sümer Yayınevi (1) Tarih Vakfı Yurt Yayınları (1) Tekhne Yayınları (1) Tercüman Yayınları (2) Timaş Yayınları (10) Toker Yayınları (2) Truva Yayınları (1) Tudem Yayınları (3) Tübitak Yayınları (12) Türk Dil Kurumu Yayınları (1) Uğur Mumcu Vakfı Yayınları (1) Varlık Yayınları (4) Yabancı Yayınevi (2) Yakamoz Yayınları (3) Yapı Kredi Yayınları (38) Yağmur Yayınları (2) Yeditepe Yayınevi (1) Yediveren Yayınları (1) Yeni Akademi Yayınları (2) Yeni Avrasya Yayınları (1) Yitik Hazine Yayınları (2) Yol Yayınları (1) Yurt Kitap Yayın (3) Zafer Yayınları (1) Çitlembik Yayınları (1) Çınar Yayınları (2) Çığır Kitabevi (1) Ötüken Neşriyat (7) Ötüken Neşriyat Yayınları (4) Özgür Yayınları (1) Ütopya Yayınevi (1) İleri Yayınları (1) İletişim Yayınları (23) İmge Kitabevi (1) İnkılap Kitabevi (11) İnsan Yayınları (1) İnter Yayınları (1) İthaki Yayınları (4) İz Yayıncılık (2) İzgören Yayınları (1) İş Bankası Kültür Yayınları (9) İşaret Yayınları (1) Şule Yayınları (1)