Yusuf, sandığın içinde buldukları belgeleri
dikkatlice dürdü, sonra kağıtların altına gizlenmiş küçük, tunç kaplamalı bir
mühür dikkatini çekti. Mührün üzerindeki işaret, Osmanlı’nın kullandığı
herhangi bir simgeye benzemiyordu. Bu mühür, başka bir sırrın kapısını aralıyor
gibiydi.
Klara, Yusuf’un yanında sessizce durdu. Gözleri
Yusuf’un parmaklarının arasındaki mühüre takılmıştı. “Bu işaret... Bunu
Budin’de bir defterde görmüştüm. Ama o defteri sonra birileri alıp yok
etmişti,” dedi.
Yusuf, gözlerini Klara’ya çevirdi. “Demek ki bu
iş çok daha önceden başlamış,” dedi karanlık bir ses tonuyla. “Ve biz sadece
yüzeydeki dalgalara şahit oluyoruz.”
Klara, odayı dikkatlice taradı. Duvarların
birinde, neredeyse silinmiş yazılar gözüne çarptı. Tozları temizleyip
yaklaştığında, Latince yazılmış kısa bir cümle vardı: “Veritas in tenebris
est.”
“Gerçek karanlıkta gizlidir,” diye çevirdi
fısıltıyla.
Yusuf başını salladı. “O halde karanlığa inmeye
devam etmeliyiz.”
Odanın bir köşesinde, yerde eski bir taş levha
vardı. Yusuf levhayı kaldırınca, altından dar bir geçit çıktı. İçeriden nemli,
soğuk bir hava yükseliyordu. Birbirlerine baktılar, sessizce anlaştılar. Geri
dönüş artık yoktu.
Aşağıya indiklerinde, göz gözü görmeyen bir
karanlıkla karşılaştılar. Yusuf, meşalesini yaktı. Geçit, eski Bizans
döneminden kalma gibi görünüyordu. Tünelin duvarlarında, silik mozaikler, kırık
semboller ve bazı yerlerde garip yazıtlar vardı. Tüm bu işaretler, bu geçidin
sadece fiziksel bir geçiş değil, aynı zamanda bir sırrın ve tarihin gömüldüğü
yer olduğunu gösteriyordu.
Yusuf bir anda durdu. “Ayak sesleri...” dedi.
Klara hemen meşaleyi söndürdü. İkisi de taş duvara yapışarak kulak kesildiler.
Uzaklardan yankılanan ayak sesleri vardı ama sesler garip şekilde tanıdık
geliyordu. Ardından gelen bir fısıltı, Klara’nın kanını dondurdu:
“Onlar anahtarı buldu. Vakit daralıyor. Sultan’a
ulaşmadan önce durdurulmalılar…”
Yusuf ve Klara, birbirlerine sessizce baktılar.
Demek ki düşman, yalnızca geçmişte kalmamıştı. Hâlâ izleniyorlardı.
Yavaşça ilerleyip geçidin sonuna ulaştıklarında,
karşılarında devasa, dairesel bir oda belirdi. Ortasında bir sunak, sunağın
üzerinde Osmanlı ve Bizans sembollerinin iç içe geçtiği bir taş levha
duruyordu. Klara şaşkınlıkla yaklaştı.
“Bu... Bu imkânsız,” dedi. “Bu, hem Roma hem de
Osmanlı'nın ortak geçmişine işaret ediyor. Bu oda, tarihçilerin bile bilmediği
bir geçiş kapısı... belki de bir ittifakın kanıtı.”
Yusuf ise levhanın üzerindeki sembollerden birine
parmağını sürdü. Mührü cebinden çıkarıp o sembole bastırdı. Taş titremeye
başladı. Tavanın üstünden tozlar dökülmeye başladı. Klara korkuyla geri
çekildi.
Taş ağır bir şekilde ikiye ayrıldı ve ardında
başka bir oda daha belirdi. İçerisi altın işlemeli haritalar, kadim defterler,
mühürler ve tuhaf yazıtlarla doluydu. Burası, Bizans’ın son sırlarının
Osmanlı’nın ellerine geçmesini sağlayacak kilit noktaydı. Ve bu sırrı elinde
tutan, tarihin akışını değiştirecekti.
Klara gözyaşlarını tutamadı. “Eğer bu bilgi
yanlış ellere geçerse... İstanbul’un fethi değil, yıkımı başlar.”
Yusuf elini Klara’nın omzuna koydu. “Bu yüzden bu
sırrı sadece biz değil, doğru insanlara ulaştırmak zorundayız.”
Tünelin sonunda karşılarına çıkan oda, bir mabedi
andırıyordu. Yüksek tavanlı, taş duvarlı ve merkezinde bir sunağın yer aldığı
bu mekân, sanki yüzyıllarca unutulmuş, tarihin karanlık sayfalarında
gizlenmişti. Odanın kenarlarında dizilmiş taş sütunların üzerlerinde eski
Oğuzca ve Latince karışımı yazıtlar dikkat çekiyordu. Klara bunlardan birkaçını
incelemek üzere yaklaştı.
“Bak,” dedi Klara, Yusuf’a işaret ederek. “Bu
yazıt, bir sırra yemin etmiş bir topluluğu anlatıyor. ‘Bir zamanlar hem doğunun
hem batının taşıdığı sır, bir gün yalnızca hak edene açılacaktır,’ diyor…”
Yusuf alnını buruşturdu. “Bu kadar derin ve
karmaşık sembollerin tek bir sebebi olabilir: bu sır, hem değerli hem de
tehlikeli.”
Sunağın ortasında, taş bir sanduka yer alıyordu.
Yusuf dikkatlice kapağını kaldırdı. İçinde, ipek sargılara sarılmış bir tomar
el yazması vardı. Altın varaklı kapaklarında hilal ve haç iç içe geçmişti. Bu,
hem Bizans hem de Osmanlı'yı bağlayan eski bir antlaşmanın izlerini taşıyor
gibiydi.
Tam o sırada, arkadan gelen bir ses ikisini de
irkiltti.
“Bunu arıyordum.”
Gölgeden çıkan kişi, bir zamanlar Klara’nın
yanında çalışan, ama aylar önce kayıplara karışmış olan tarihçi Marko’ydu.
Gözleri parlıyordu. “Bu yazma, yalnızca bir tarihsel kayıt değil... bir tehdit.
Eğer bu belgeler ortaya çıkarsa, İstanbul’daki dengeler altüst olur. Bazı
eller, bu sırrı kullanarak yeni bir fetih başlatabilir.”
Yusuf kılıcının kabzasına dokundu. “Ve senin bu
işteki rolün ne, Marko? Bizimle mi, yoksa o karanlık ellerle mi birliktesin?”
Marko acı bir gülümsemeyle cevap verdi. “Ben
yalnızca gerçeği ortaya çıkarmak istiyorum. Gerçek, bazen en büyük ihanettir,
Yusuf.”
Aralarında gerilim dolu bir sessizlik oluştu.
Klara, sandıktaki yazmaları hızla alıp sırt çantasına yerleştirdi. “Bu bilgi,
ne senin ne de başkasının elinde oyuncak olmayacak.”
Marko, bir adım daha atınca Yusuf kılıcını çekti.
Aralarında kısa ama yoğun bir bakışma yaşandı. Sonra Marko geriye çekildi,
gölgelerin içine karıştı.
“Gerçekten kaçamazsınız,” dedi yankılanan sesi.
“Bir gün o yazmalar da siz de karanlığa gömüleceksiniz.”
Yusuf ve Klara birbirlerine dönüp sessizce
başlarını salladılar. Sırlara gömülmüş odadan ayrılıp, tünelin karanlık
yollarında yeniden yukarıya doğru yürümeye başladılar. Artık sadece tarihi
değil, tarihin içinde saklı ihaneti ve ihanete karşı sadakati de taşıyorlardı.
Yusuf bir an durdu, geriye dönüp tünelin
karanlığına baktı. “Burada bir şey daha var... Ama henüz zamanı değil,” dedi
alçak sesle.
Klara, elindeki yazmaları sımsıkı tutarken başını
salladı. “O zaman geldiğinde, biz de hazır olmalıyız.”
📖 Hikayeye Devam Et
Budinde Sonbahar Sarayın Aynasındaki Gölgeler Bölüm 5. bölümüne geçmeden önce kısa bir reklam ile destek olun.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder