Budin Sarayı, dıştan bakıldığında hâlâ ihtişamını
koruyordu. Güneşin solgun ışıkları, sarayın taş duvarlarında dans ediyor,
yılların yorgunluğuna rağmen onu hâlâ güçlü ve dimdik gösteriyordu. Ancak
sarayın içindeki hava artık bambaşkaydı. Yusuf ve Klara, yeraltından
getirdikleri sırrın ağırlığıyla geri dönerken, sarayın koridorlarında uğuldayan
fısıltılar çoktan kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı.
Yusuf’un adımları tereddütsüz ama temkinliydi.
Gözleri, tanıdığı her yüzü dikkatle süzüyor, sadakat ile ihaneti ayırt etmeye
çalışıyordu. Klara ise arkasından yürüyordu, çantasındaki yazmaları adeta bir
kalp gibi hissediyordu sırtında.
Onları ilk karşılayan, Yusuf’un eski dostu ve
Saray Muhafızlarından olan Selman oldu. Gözleri Yusuf’la buluştuğunda hafifçe
başını eğdi ama gözlerinin derinliklerinde bir şeyler eksikti—belki şüphe,
belki kırgınlık.
“Yusuf, Budin’de ne fırtına kopardığını biliyor
musun?” dedi Selman, alçak ama sert bir sesle.
“Görmediğimiz fırtınalar geliyor Selman. Biz sadece rüzgârın önündeyiz,” diye
cevapladı Yusuf.
O gece, Yusuf ve Klara, güvenilir bildikleri
küçük bir odada toplandılar. Klara, el yazmalarını ortaya çıkardığında Yusuf’un
kalbi bir an durur gibi oldu. Altın varaklı harfler, karmaşık semboller ve
tarih boyunca birbirine düşman olan iki medeniyetin mühürleri… Her biri,
geçmişin gölgesinde işlenmiş bir kaderin ipuçlarıydı.
Ama Yusuf’un dikkati başka bir
şeydeydi—kağıtların birinde yazan şu cümlede:
“Bu yazı, sadece taşıyanın kaderini değil, bütün
bir kıtanın istikbalini belirler.”
Yusuf, bu belgeleri kime sunmaları gerektiğini
düşündükçe, aklına ilk gelen isim Paşa oldu. Budin Valisi olan bu adam, sarayın
en güçlü figürüydü. Fakat Yusuf, onun geçmişini de iyi biliyordu: her daim
menfaatin rüzgârıyla yön değiştiren bir adamdı Paşa. Güvenmek, demek ihanete
açık kapı bırakmak demekti.
Klara bir öneride bulundu:
“Bu yazmaları saklamalıyız. Şimdilik. Güvenli bir
yer bulup orada tutalım. Çünkü bu sadece tarih değil, bir tehdit. Yanlış
ellerde bir savaşın bahanesi olabilir.”
Tam o anda kapı üç kez tıklatıldı. Yusuf,
refleksle hançerini çekti. Klara arkasına döndü. Kapıyı araladıklarında
karşılarında, Yusuf’un geçmişinden çıkan bir yüz vardı: Mihail.
Osmanlı için casusluk yapan bir Hristiyan; bir
zamanlar Yusuf’la aynı saflarda savaşmış, sonra ortadan kaybolmuştu.
“Beni dinleyin,” dedi Mihail, sesi cılız ama
kararlı. “Sarayın içi göründüğünden daha karanlık. Paşa, yalnızca saraya değil,
İstanbul’a bile ihanet etmeye hazırlanıyor. O yazmalar… onun eline geçerse,
Budin bir daha hiç barış görmez.”
Yusuf’un yüzü gerildi. Artık yalnızca geçmişin
sırlarını değil, bugünün tehlikelerini de taşıyorlardı.
“Ne yapmamız gerekiyorsa, onu yapacağız,” dedi
Yusuf.
“Ama bu sefer oyun tahtasında piyon değil, vezir olacağız.”
O gece Yusuf, ilk kez yazmalara sadece bir tarihî
belge olarak değil; bir silah, bir kalkan ve bir hesaplaşma anahtarı olarak
baktı.
Sarayın taş duvarları sessizliğe bürünmüş
gibiydi. Yusuf ve Klara, Mihail’in anlattıkları karşısında derin bir sessizliğe
gömülmüştü. Odanın içindeki hava ağır, gerilim yüklüydü. Mihail gözlerini yere
dikmiş, yıllardır içinde biriktirdiği sırları paylaşmanın bedelini düşünüyordu.
“Paşa, Budin’i sadece Osmanlı’ya değil,
Habsburglar’a da peşkeş çekmek için anlaşma yaptı,” dedi Mihail kısık bir
sesle. “Yarın gece, gizli bir toplantı olacak. O yazmaları o buluşmada sunacak.
Elinizdeki belgeler, onun planlarını tamamen bozabilir.”
Yusuf, ayakta ileri geri yürümeye başladı.
Zihninde onlarca düşünce birbirine çarpıyordu. Bu oyun, artık sadece bir tarih
sırrının ötesindeydi. Devletin istikbali, bir milletin kaderi, birkaç parşömen
ve doğru zamanda verilmiş bir kararla yön değiştiriyordu.
Klara, sessizliği bozdu:
“Eğer bu toplantı gerçekten olacaksa, bizim orada
olmamız gerek. Yazmaları saklamak yetmez. Gerçeği göstermek zorundayız.”
Yusuf başını salladı. “Ama nasıl? Paşa bizi
tanır. O toplantıya yaklaşmamız bile imkânsız.”
Mihail gülümsedi, yorgun bir savaşçının
gülümsemesiyle:
“Ben sizi içeri sokarım. Hâlâ bana güvenenler
var. Ama içeride yalnızsınız. Eğer yakalanırsanız... sizi oradan çıkaracak
kimse olmaz.”
Plan hızla şekillenmeye başladı. Yazmalar,
Klara’nın elinden alınarak küçük parçalara bölündü, özel mürekkep kullanılarak
zararsız görünümlü belgeler hâline getirildi. Saray terzilerinden rüşvetle
alınan birer saraylı kıyafetiyle Yusuf ve Klara, toplantıya katılacak yabancı
tüccarların arasına karışacaktı.
Gece bastığında Budin Sarayı bambaşka bir
görünüme büründü. Avluda meşaleler yanıyor, taş koridorlarda hafif müzikler
çalıyordu. Her şey ihtişamlı bir daveti işaret etse de Yusuf, gölgelerin içinde
dönen oyunları hissedebiliyordu.
Toplantı, sarayın en kuzeyindeki mermer salonunda
yapılıyordu. Yusuf ve Klara, Mihail’in rehberliğinde mermer merdivenleri
çıkarken her adımları kalplerinin atışıyla yarışıyordu.
Kapı açıldı. Salonun tam ortasında, ağır işlemeli
bir masa. Üzerinde şarap kadehleri, mühürlü belgeler ve bir kandil. Ve en
başta, Paşa… yüzünde politik bir tebessüm, gözlerinde mutlak bir hesap.
Yusuf ve Klara, kalabalığın arasında görünmez
olmaya çalışırken, Mihail öne çıktı:
“Saygıdeğer Paşam, size İstanbul’dan gelen özel
misafirleri takdim ediyorum.”
Paşa, gözlerini Yusuf’un üzerinde gezdirdi.
Tanımamış gibiydi. Ya da tanımış ama bir şeyler görmek istememişti.
Toplantı başladı. Diplomatik cümleler, alttan
alta verilen tehditler, saklı ittifak teklifleri havada uçuşuyordu. Derken,
Paşa masaya bir tomar belge koydu.
“Bu belgeler, Budin’in geleceğine ışık tutacak.
Bu anlaşma, yüzyıllık bir barışın önünü açacak.”
Tam o anda Klara öne çıktı. Elindeki yazma
parçasını gösterdi.
“Hayır Paşa, o belgeler yalan. Gerçek burada!”
Salon bir anda buz kesti. Herkes Klara’ya döndü.
Yusuf ileri atıldı:
“Bu belgeler, Paşa’nın kendi çıkarı uğruna bir
devlete nasıl ihanet ettiğinin kanıtıdır!”
Paşa gözlerini kıstı. Tüm salon sessizleşti.
Ardından, yavaşça konuştu:
“Yusuf... seni tanımak güzel. Ama keşke
düşmanlarımı benden daha iyi tanısaydın.”
O anda içeriden kılıç sesleri duyuldu. Paşa’nın
adamları içeri girmeye başladı. Mihail elini hançerine attı. Yusuf, Klara’yı
korumak için önüne geçti. Gölgeler artık dans etmiyor, ölümün habercisi gibi
üzerlerine çöküyordu.
Ve sonra...
Kılıçlar çekilmiş, odadaki gerginlik doruğa
ulaşmıştı. Yusuf bir adım geri çekildi, Klara’nın elini kavrayarak onu
arkasında tuttu. Mihail ise gözünü Paşa’nın adamlarından ayırmadan, dikkat
kesilmişti. Artık oyun bitmiş, maskeler düşmüştü.
Tam Paşa'nın muhafızları saldırıya geçmek üzere
hamle yaptığında, Mihail ani bir hareketle bir masa devirdi. Cam kadehler
kırılırken ortamda kısa süreli bir kaos yaşandı. Yusuf bunu fırsat bilip
Klara’yı kolundan çekerek arka koridora yöneldi.
“Bu taraftan!” diye bağırdı Mihail, başka bir
kapıyı açarak.
Üçü, koridorlarda yankılanan ayak sesleriyle
birlikte karanlığa karıştı. Labirent gibi taş geçitlerde koştururken Yusuf’un
aklından tek bir düşünce geçiyordu: Kurtulmalıyız. Bu sadece bizim için
değil, Budin için.
Klara soluk soluğaydı. Ama gözleri korkudan çok
kararlılıkla doluydu. Artık bir saray mensubu değil, kendi kaderini çizen bir
kadındı.
Sarayın kuzey kanadına ulaştıklarında Mihail
ansızın durdu. Eski bir hizmetçi kapısının önünde durmuş, Yusuf’a döndü:
“Bundan sonrası sizde. Ben içeride kalacağım.
Paşa beni zaten affetmeyecek.”
Yusuf gözlerini Mihail’den ayırmadı. “Beraber
çıktık, beraber döneriz.”
Mihail başını iki yana salladı. “Yusuf… senin ve
Klara’nın yaşaması gerek. Senin dışarıda olman gerek. Budin seni duyacak.”
Klara gözyaşlarına hâkim olamadan Mihail’in elini
tuttu. “Seni unutmayacağız,” dedi.
Kapıdan çıkar çıkmaz Yusuf, Klara’yı yakındaki
hanlardan birine yönlendirdi. Gecenin karanlığına karışan Budin sokakları,
sıradan bir çiftin kaçışına tanık oluyordu. Ama bu sıradanlık, fırtına öncesi
sessizliğe benziyordu.
Sığıntı gibi kaldıkları han odasında Yusuf, küçük
ahşap bir sandıktan yazmaların parçalarını çıkardı. Parçaları birleştirip
Paşa'nın planını ortaya çıkaracak eksiksiz bir belge haline getirmeye
çalıştılar.
“Bu belgelerle İstanbul’a gideceğiz,” dedi Yusuf,
mum ışığında gözlerini kısmış halde. “Sadrazam bizzat okuyacak. Paşa’nın
ihanetini anlatacağız.”
Klara başını salladı. “Ama önce buradan sağ
çıkmalıyız.”
Sabah olduğunda Budin’in sokaklarına yeni bir
fısıltı yayılmıştı. Sarayda çıkan kavga, kaçan misafirler ve Paşa’nın öfkesinin
yankıları... Ama kimse, duvarların ardında yükselen fısıltının, yaklaşan
değişimin habercisi olduğunu bilmiyordu.
Hanın küçük odasında, Yusuf pencerenin önünde
durmuş, dışarıdaki kalabalığı izliyordu. Paşa'nın adamları her köşe başını
tutmuş, Yusuf ve Klara’nın izini sürüyordu. Klara ise sandalyede, yıpranmış bir
mektup parçasını düzleştiriyor, gözleriyle kelimeler arasında anlam arıyordu.
“Bu yazmalarda sadece Paşa’nın planı yok,” dedi
Klara fısıltıyla. “İstanbul’daki bazı devlet erkânı da bu işin içinde
olabilir.”
Yusuf’un gözleri dondu. Eğer bu doğruysa, sadece
Paşa’yı değil, bir ihanet ağını ortaya çıkaracaklardı. Bu belgelerle yalnızca
Budin değil, tüm payitaht sarsılabilirdi.
Klara Yusuf’a yaklaştı. “Biliyor musun… ben artık
sadece seni sevdiğim için değil, bu düzeni değiştirmek için de kaçıyorum. Sen
bana özgür olmanın ne demek olduğunu gösterdin.”
Yusuf onun ellerini tuttu. “Sen de bana aşkın
sadece saraylarda yaşanmadığını, bazen en karanlık gecede bile
parlayabileceğini gösterdin.”
Kısa bir sessizlik çöktü. Dışarıdan bir at
arabasının gıcırtısı duyuluyordu. Mihail’in ayarladığı kişi, onları Tuna
kıyısına götürecek bir araba göndermişti. Klara, pencereden dışarı baktı.
“Gitme zamanı,” dedi.
Yusuf, belgeleri bir deri torbaya koyup sırtına
astı. Klara pelerinini giydi, başını örttü. Odayı terk etmeden önce bir an
duraksadılar. Bu, belki de Budin’de birlikte geçirecekleri son anlarıydı.
Han kapısından çıktıklarında, sokaklar hala
sessizdi. Araba hemen köşedeydi. Şoför başını eğerek selamladı. Yusuf ve Klara
sessizce bindiler. Araba yola koyulduğunda Yusuf son kez Budin’in taş
duvarlarına baktı.
“Döneceğim,” dedi kendi kendine. “Ama başka bir
adam olarak.”
📖 Hikayeye Devam Et
Budinde Sonbahar Sonbaharın Rüzgârında İhanet Bölüm 6. bölümüne geçmeden önce kısa bir reklam ile destek olun.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder