
Ormanın kalbinde yankılanan uğultular, yalnızca
rüzgarın ağaç yapraklarına fısıldadığı sıradan bir ses değildi. Bu kez doğanın
kendi diliyle konuştuğu, varlığını unutulmuş bir kudretin yeryüzüne inişi
gibiydi.
Elara,
Arel ve Niva, Gölge Tahtı'nın izini süren eski yoldan ilerlerken, her bir
adımda toprağın altından gelen titreşimleri hissediyorlardı. Kayıp varislerin
soyundan gelenlerin yalnızca kaderi değil, geçmişin kefareti de bu yolculuğun
üzerindeydi.
Ağaçların arasından beliren eski mermer
sütunlar, zamanla yosunla kaplanmış olsa da üzerlerindeki oymalar hâlâ
canlıydı. Bu oyma şekilleri, ormanın en eski efsanesini anlatan bir mitin
parçalarıydı. Sütunların arasında ilerlerken, Niva fısıltıyla konuştu:
“Burası... İlk kurbanların sunulduğu alan olabilir.” Sesi hem korku hem de
merakla titriyordu.
Arel, elindeki pusulaya benzeyen ama sihirle
çalışan aleti inceledi. Gölge Tahtı’nın enerjisiyle rezonansa giren bu antik
aygıt, pusulanın ibresi gibi değil; ruhun nabzı gibi hareket ediyordu. İbre,
sola doğru kıvrıldığında, içlerinden birinin geçmişindeki karanlık bir anı
yeniden yaşadığı hissediliyordu. Elara durdu. Solgun bir ışık gözlerinde
parladı. “Bu taht sadece gücü değil, gölgeleri de hükmedene bağlar.”
Derin vadinin ucunda göğe uzanan kadim taş yapı
görünmeye başladığında, ormanın sesi değişti. Kuşlar susmuş, yapraklar
hareketsizleşmişti. Sanki doğa, onların gelişini izliyor, yaklaşan yüzleşmeye
sessiz tanıklık ediyordu. Zemin, eski büyülerle işlenmiş izlerle kaplıydı. Bazı
semboller tanıdıktı; bazıları ise hâlâ çözülememiş bir dilin yankısıydı.
Gölge Tahtı’nın bulunduğu yapı, bir tapınaktan
çok bir mahzen gibiydi. Girişinde diz çökmüş halde taşlaşmış bir figür
duruyordu. Niva gözlerini kısmış baktı. “Bu... Elayna’nın son muhafızı
olabilir. Efsaneye göre, son uyarıyı yapan bekçi, ruhunu taşla mühürlemişti.”
Arel, figürün yüzüne eğildiğinde, gözlerinde hâlâ korkunun izini görebiliyordu.
Taşın yüzeyine dokunduğunda ise içeriye çağrıldılar. Görünmeyen bir kapı, derin
bir yankıyla açıldı.
İçeri adım attıklarında karanlık bir sessizlik
onlara eşlik ediyordu. Sanki her nefes, taş duvarlara çarpıyor ve yankısıyla
kendi geçmişlerini haykırıyordu. Gölge Tahtı, salonun tam ortasında
yükseliyordu. Taht, taştan değil, kadim bir enerjiden yapılmış gibiydi.
Yüzeyinde gerçeklik dalgalanıyor, zaman
kırılıyordu. Elara yaklaşırken içindeki bir parça kırıldı. Onun geçmişine ait
bir sahne, tahtın etrafındaki havada belirdi: bir ihanet, bir yemin ve kopmuş
bağlar…
Arel ise tahtın etrafındaki sembollere dikkat
kesildi. “Bu bir mühür... Ama aynı zamanda bir davet. Gölge, ancak bir ruh
tamamıyla kendi karanlığıyla yüzleştiğinde kontrol altına alınabilir.” dedi.
Niva, titreye titreye geri çekildi. “Yani... Tahta oturacak kişi, gölgeleri de
kendi ruhuyla barındırmak zorunda kalacak.”
Elara, tereddüt etmeden öne çıktı. Kalbindeki
acılar, pişmanlıklar, kayıplar ve öfke bir bir gözlerinde belirdi. Gölge Tahtı
onu tanımıştı. Tahtın enerjisi, Elara’nın etrafında dalgalar gibi dönmeye
başladı.
Sanki
bir tür hesaplaşma başlamıştı. Ruhunun en karanlık parçaları gün yüzüne
çıkıyor, bastırılmış anılar hayalet gibi çevresinde dönüyordu.
Bir an için, her şey durdu. Işık ve gölge
birleşti. Elara gözlerini açtığında yalnız değildi. İçinde kaybolmuş tüm
benlikleri, farklı zamandaki yüzleri ve kararları karşısında duruyordu.
“Beni yargılayacak olan yalnızca kendimim,”
dedi kararlı bir sesle. Gölge Tahtı, Elara'nın sözlerine karşılık verir gibi
titredi. Parlayan halkalar tahtın etrafında dönerken, Niva ve Arel hayranlıkla
izledi.
Sonunda Elara tahtın üzerine oturdu. Gözleri
artık geçmişteki gibi değildi. Derin, karanlık ama aynı zamanda aydınlıkla dolu
bir bakış... Ruhundaki ikilik çözülmüş, gölgeyle barış yapılmıştı.
Tahtın tepesindeki sembol yandı. Gölge Tahtı
artık yeni sahibini kabul etmişti. Ama bu sadece başlangıçtı. Çünkü her
karanlığın ardında daha derin bir sır yatıyordu…