Malazgirt'te Bayram Sabahı
Bölüm 1: Sultanın Gölgesinde Bayram Sevinci
Yıl 1071... Takvimler, kışın en sert dişlerini yeni söktüğü, baharın ise
henüz tam olarak cesaretini toplayamadığı ilk ayları gösteriyordu. Üç ayların
ve oruçla geçen bir Ramazan'ın ardından, Malazgirt ovası belki de yılın en çok
beklenen sabahına uyanmıştı:
Bayram sabahına. Güneş, Ağrı Dağı'nın karlı zirvelerinin arkasından
nazlanarak yükseliyor, ilk altın huzmeleri ovaya dağılmış çadırların üzerine,
kasabanın Bizans mimarisinden izler taşıyan ama Selçuklu ruhuyla yeniden
şekillenmiş taş duvarlarına ve mazgallarına vuruyordu.
Gece ayazının keskinliği hala hissedilse de, doğan güneşle birlikte
topraktan hafif bir buğu yükseliyor, uzaklardaki Murat Nehri'nin şırıltısı
sanki bugüne özel bir melodi fısıldıyordu.
On yaşındaki Ahmet, babasının Horasan seferinden yadigâr, kök boyayla
renklenmiş, motiflerinde atlar ve kuşlar koşturan eski kilimin üzerinde
gözlerini araladı. Oda loştu ama pencerenin kenarından sızan ışık, toz
zerrelerini havada dans ettiriyordu.
Dışarıdan gelen sesler, her zamankinden farklıydı; koşturan çocukların tiz
çığlıkları, avlulardan yükselen telaşlı konuşmalar, nal sesleri ve ara sıra
duyulan metal şıkırtıları... Bugün Bayram'dı. Bu kelime bile Ahmet'in içini
ısıtmaya yetiyordu.
Yatağının yanındaki alçak sedirde, dün akşam annesinin özenle hazırladığı
bayramlıkları duruyordu: Koyu mavi, ipekle işlenmiş yakasıyla göz alan bir
yelek, altına giyeceği bol paçalı, rahat bir şalvar ve ayağına geçireceği,
derisi yumuşacık yeni çarıklar.
Annesi Elif Hatun, günün ilk ışıklarıyla birlikte çoktan ayaklanmıştı.
Mutfağa açılan kapıdan sızan kokular, Ahmet'in burnuna doluyordu; tandırda
pişen sıcak ekmeğin mayalı kokusu, kavrulan kuzu etinin iştah açıcı rayihası ve
belki de komşulardan gelen tatlı şerbetinin vanilyalı esintisi... Bu kokular,
bayram sabahlarının imzası gibiydi.
Ahmet yataktan fırlayıp pencereye koştu. Kasaba uyanmıştı. Evlerin
bacalarından dumanlar tütüyor, dar sokaklarda bir koşuşturmadır gidiyordu.
Gördüğü manzara, sıradan bir gününkinden çok farklıydı. Normalde sabahları daha
sakin olan sokaklar, şimdi rengarenkti. Yerli halkın yanı sıra, farklı
coğrafyalardan gelmiş, farklı lehçeler konuşan askerler de bayramlıklarını
giymişti. Kimi babası gibi Horasan'dan gelmiş bir gaziydi, kimi Azerbaycan
illerinden kopup gelmiş bir alperen, kimi de Sultan'a bağlılığını sunmuş yerel
beylerin adamlarıydı.
Üzerlerindeki zırhların ve silahların yerini bugün temiz giysiler almıştı
ama duruşlarındaki o tetikte olma hali, sınır boyunda yaşamanın getirdiği bir
alışkanlıktı. Kasabanın ana kapısına doğru atlıların gidip geldiğini gördü;
bunlar muhtemelen Sultan Alparslan'ın karargahı ile kasaba arasındaki
habercilerdi.
Sultanın kendisi burada olmasa da, onun güçlü iradesi ve ordusunun varlığı
her an hissediliyordu. Fısıltılar dün geceden beri dolaşıyordu: "Sultan,
Rum diyarına büyük bir sefer hazırlığında...", "İmparator Diogenes
büyük bir ordu toplamış...", "Bu yaz ova yine at kişnemeleriyle
dolacak..." Bu konuşmalar, bayram sevincinin arasına ince bir endişe
sızdırıyordu.
"Ahmet! Oğlum, haydi!" Annesinin sesi, onu daldığı düşüncelerden
kopardı. Avluya çıktığında, annesini ocağın başında, yanakları ateşin
sıcaklığından pembeleşmiş halde buldu. Elif Hatun, oğluna sevgiyle baktı.
"Giysilerini giy de gel bakalım aslanım. Baban birazdan gelir. Bak,
sana sıcak süt ayırdım." Ahmet, annesinin uzattığı toprak kasedeki sıcak
sütü içerken, gözü avlunun köşesindeki küçük kümese takıldı. Bayram için
kesilecek horoz, sessizce kaderini bekler gibiydi.
Tam o sırada avlu kapısı gıcırtıyla açıldı ve babası Hazar Bey içeri girdi.
Uzun boylu, geniş omuzlu, güneşten yanmış yüzünde derin çizgiler taşıyan bir
adamdı. Üzerinde komutanlarından birinin hediye ettiği, koyu yeşil, sade ama
kaliteli bir kaftan vardı.
Kuşağında her zamanki hançeri dursa da, bugün zırhından ve kılıcından eser
yoktu. Yüzünde, geceden kalma bir yorgunlukla karışık, bayrama ulaşmanın
verdiği bir huzur okunuyordu. Handaki toplantı uzun sürmüş olmalıydı. Ahmet
koşup babasının bacaklarına sarıldı. Hazar Bey, oğlunun saçlarını karıştırıp
onu kucakladı. "Benim yiğit oğlum! Bayramın mübarek olsun!"
"Senin de babacığım! Beylerle konuştun mu? Sultanımızdan haber var
mı?" diye sordu Ahmet, merakla.
Hazar Bey, oğlunu yere bırakırken gülümsedi. "Sultanımız ordusunun
başında, Allah'ın izniyle dimdik ayakta. Hepimize selamı var. Şimdi lafı
bırakalım da namaza geç kalmayalım. Bugün birlik olma, dua etme günü."
Annesine dönerek, "Hatun, biz çıkıyoruz. Hakkını helal et," dedi.
Elif Hatun'un gözleri buğulandı. "Helal olsun Bey. Allah'a emanet olun.
Dualarım sizinle."
Ahmet, babasının güçlü elini sıkıca kavradı. Birlikte avlu kapısından
çıkıp, kasabanın kalabalıklaşmaya başlayan sokaklarına karıştılar. Taş döşeli
yolda yürürken, etraflarındaki hareketlilik daha da arttı. Komşular
birbirleriyle bayramlaşıyor, çocuklar oradan oraya koşturuyordu.
Yol kenarındaki bir çeşmenin başında durup abdest tazeleyenler, dükkanının
kepenklerini bugün açmayacak olan esnaflar, hepsi aynı sevinçle doluydu. Hazar
Bey, yolda karşılaştığı diğer gazilerle, kasabanın yaşlılarıyla selamlaşıyor,
kısa sohbetler ediyordu.
Ahmet, babasının yanından
ayrılmıyor, etrafı dikkatle süzüyordu. İşte şu köşedeki demirci ustasıydı,
babasının kılıcını bileyen... Şu karşıdaki ise geçen kış vebadan ölen
komşularının yetim kalan çocuklarıydı, şimdi başka bir ailenin yanında
duruyorlardı... Hayat, savaşın ve zorlukların gölgesinde bile olsa, bir şekilde
akıp gidiyordu ve bayramlar, bu akışın en güzel duraklarıydı.
Kasabanın merkezine yaklaştıkça, kalabalık daha da yoğunlaştı. Büyük
meydana açılan sokakların başında nöbetçiler duruyordu ama bugün her
zamankinden daha güler yüzlüydüler. Minareden henüz ezan sesi yükselmemişti ama
insanlar çoktan toplanmaya başlamıştı.
Ahmet, meydana vardıklarında
nefesini tuttu. Alan, insanlarla doluydu. Rengarenk giysiler, farklı yüzler,
farklı diller... Hepsi aynı amaç için oradaydı: Birlikte secde etmek, birlikte
dua etmek ve Sultan Alparslan'ın sancağı altında bir bayram sabahını daha idrak
etmek.
Babası onu hafifçe kendine çekti. "Bak oğlum," dedi, meydanın
ortasında dalgalanan büyük, yeşil sancağı işaret ederek. "O sancak
dalgalandıkça, bu topraklarda bayramlar hep böyle coşkuyla kutlanacak Allah'ın
izniyle."
Ahmet, babasının sözlerindeki gururu hissetti ve kalbi hızla çarpmaya
başladı. Birazdan müezzinin sesi yükselecek ve bu tarihi topraklarda, Sultanın
gölgesinde bir bayram namazı daha kılınacaktı.
Bölüm 2: Secdeye Varan Kalpler, Kucaklaşan
Eller
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder