Ormanın sabah sisi, yaprakların arasında ağır
ağır yükselirken, grubun ilerleyişi yavaşlamıştı. Yorgunluk, sadece bedenlerini
değil, düşüncelerini de kemiriyordu. Her biri, artık bu yolculuğun bir
arayıştan fazlası olduğunu seziyordu—kendi içlerindeki hakikatleri buldukları
bir yolculuk…
Dalia, önden ilerlerken etrafı dikkatle
süzüyor, her çıtırtıda elini hançerine götürüyordu. Ama bu defa düşmandan çok
bir cevap arıyordu. Kaç gündür takip ettikleri kadim izler, onları “Gölgeler
Havuzu” denilen yere getirmişti—efsanelerde adı geçen, gerçeklik ile hayal
arasındaki sınırda salınan o gizemli göle.
Göl, sabah sisinde neredeyse görünmezdi. Ama
yaklaştıklarında suyun üzerinde dans eden kıvrımlar, bir tür enerjiyle
parlıyordu. Gruptan ilk konuşan Lysas oldu.
"Bu... bu bir göl değil. Bu bir
ayna."
Suyun üzerine eğildiklerinde, her biri yalnızca
yüzünü değil; geçmişteki acılarını, hatalarını ve seçimlerini de görüyordu.
Alaric, bir an için gözlerini kaçırdı. Orada, babasının ihanetini, annesinin
son bakışını ve kendi sessiz kaçışını görmüştü.
Dalia, göle eğildiğinde kendi içinde kayboldu.
Yüzeyde bir çocuk belirdi—ağaçların arasında gülümseyen, hiçbir kötülük
görmemiş bir kız çocuğu. Ama bir anda yüzündeki tebessüm soldu, arkasında
alevler yükseldi, çığlıklar duyuldu. Dalia geri çekildi, nefesi daraldı.
"Bu yer... bizi içimizle
yüzleştiriyor," dedi kısık bir sesle.
Ancak göl sadece yüzleştirmiyordu. Bir şey daha
yapıyordu: Seçileni çağırıyordu. Lysas’ın avuç içi yanmaya başladı. Onun
taşıdığı taş, hiç olmadığı kadar parlak bir ışıkla göle yöneldi. Taş, gölün
yüzeyine yaklaştığında su dalgalandı, sonra çekilmeye başladı. Su geriye
çekilirken altında spiral şeklinde dönen taş yollar, eski yazıtlarla kaplı bir
zemin ortaya çıktı.
Dalia fısıldadı: "Burası... Gölge
Mabedi'nin giriş yolu olmalı."
Hep birlikte merdivenlerden aşağı indiler.
Spiral yolun sonunda büyük bir taş kapı vardı. Üzerinde şu yazılıydı:
“Kendini bilmeyen, bu kapıdan geçemez. Çünkü
karanlık, kendi gölgesinden korkanı yutar.”
Kapı açılmadan önce her biri sırayla elini
taşlara koydu. Kapı, kim olduklarını kabul ettiklerinde, geçmişleriyle
barıştıklarında aralandı.
İçerisi serindi, ama huzurluydu. Tapınak
salonunda çok eski bir masa, taş sütunlar ve bir zamanlar burada yaşayan kadim
bir halkın izleri vardı. Duvarlardaki resimler, ormanın sırlarını koruyan bir
topluluğun, zamanla gölgeye karıştığını anlatıyordu. Bu, Ormanın Ruhları'nın
gerçek kökeniydi.
Birden tavanın orta kısmı açıldı ve ormanın
ışığı, doğrudan salonun merkezine düştü. Işık, Lysas’ın taşıdığı sembolün
üzerine odaklandı. Sembol, eski bir düzenin mührüydü.
Lysas yere çömeldi. “Bu bizim değil… Bu, bizden
önce gelenlerin mirası. Ve biz… sadece taşıyıcılarıyız.”
Dalia başını salladı. “Ama artık miras da
sorumluluk da bize ait.”
O sırada, karanlık bir fısıltı salonu doldurdu.
Gölgenin içinden bir figür belirdi. Siyah pelerinli, yüzü maskeyle örtülü bir
varlık. Düşman değildi; zamanın bir yankısıydı.
"Gerçeği aradınız. Şimdi hakikatin yükünü
taşıyacak mısınız?" diye sordu.
Grup birbirine baktı. Kaçmak için çok geç,
vazgeçmek için çok derindeydiler.
Alaric adım attı. “Gölgenin hakikati, ışığın
sorumluluğudur. Ve biz artık kaçmayacağız.”
📖 Hikayeye Devam Et
Ormanın Sırlarına Yolculuk 43: Yansıyan Gerçeklik 28 bölümüne geçmeden önce kısa bir reklam ile destek olun. Ormanın Sırlarına Yolculuk,Türk Fantastik Roman,Macera Romanı,Gölge Yaratık, Online Roman,Büyü Ve Macera,Yeni Yazdığım Romanlar Macera roman severler için sürükleyici, duygusal ve unutulmaz bir başyapıt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder