Gece, Elif
için bitmek bilmeyen bir nöbet gibiydi. Gözlerini her kapattığında, karanlıkta
gördüğü o siluet beliriyor, Ali'nin not defterindeki şifreli kelimeler zihninde
anlamsız şekillere dönüşüyor, konağın duvarlarından geldiğini sandığı
fısıltılar kulaklarında çınlıyordu. Birkaç kez, tam uykuya dalar gibi
olduğunda, kendini konağın karanlık koridorlarında koşarken bulduğu kabuslarla
sıçrayarak uyandı.
Bir keresinde
rüyasında, üzeri yosunlarla kaplı, derin bir kuyunun başında duruyordu ve
kuyunun içinden Ali'nin yardım isteyen boğuk sesi geliyordu. Uyandığında kalbi
deli gibi çarpıyor, alnında soğuk terler birikmişti. Odasının kapısına yığdığı
şifonyere ve kilitli kapıya bakarak kendini telkin etmeye çalıştı; güvendeydi,
en azından şimdilik. Yine de uykunun huzurlu kollarına kendini bırakamadı.
Gecenin geri kalanını yatakta oturarak, her sese kulak kabartarak, pencereden
sızan ay ışığının duvarda oluşturduğu desenleri izleyerek geçirdi. Konağın
sessizliği, içinde barındırdığı potansiyel tehditlerle daha da korkutucu hale
gelmişti.
Nihayet,
pencerenin tül perdesi arasından ilk gri ışıklar sızmaya başladığında, Elif
derin bir nefes aldı. Gece bitmişti. Günün ağarmasıyla birlikte, gece boyunca
hissettiği o yoğun korku ve çaresizlik hissi yerini yorgun ama kararlı bir
enerjiye bıraktı. Dün gece yaşadıkları onu yıldırmamış, aksine kamçılamıştı. O
işaretli yere gidecek ve bu sır perdesini aralayacaktı.
Hızla yataktan
kalktı, yüzünü yıkadı ve giyindi. Üzerine rahat hareket edebileceği bir
pantolon ve sağlam bir tişört geçirdi. Aşağı inmeden önce, dün gece çalışma
odasındaki gizli bölmeye sakladığı ipuçlarını alması gerekiyordu. Odasının
kapısının önündeki şifonyeri büyük bir güçlükle kenara itti, kilidi açtı ve
koridora çıktı.
Merdivenlerden
inerken daha temkinliydi, her köşeyi kontrol ediyor, her sese kulak veriyordu.
Konak, sabahın ışığında daha masum görünse de, Elif artık bu görünüme
aldanmıyordu. Bu duvarların ardında karanlık sırlar ve belki de hala aktif bir
tehlike vardı.
Çalışma
odasına girdiğinde her şey bıraktığı gibiydi. Masanın çekmecesini açıp gizli
bölmedeki kutuyu çıkardı. Ali'nin not defterini, pusulayı, küçük anahtarı,
harita parçasını ve Neriman'ın mektuplarını çantasına yerleştirdi. Tarih
kitabını da yanına aldı, belki işaretli yerde kitaptaki efsanelerle ilgili bir
ipucu bulabilirdi. Mutfağa uğrayıp kendine hızlıca bir kahve yaptı ve birkaç
lokma bir şeyler atıştırdı.
Enerjiye
ihtiyacı olacaktı. Ayrıca yanına bir şişe su ve ne olur ne olmaz diye küçük bir
el feneri de aldı. Bahçede ne bulacağını bilmiyordu; belki biraz kazması
gerekebilirdi ama yanında getirdiği eşyalar arasında buna uygun bir alet yoktu.
Şimdilik sadece gözlem yapacaktı.
Her şeyi
hazırladıktan sonra, konağın arka kapısına yöneldi. Bu kapı doğrudan, dün akşam
o silueti gördüğü, yabani otların ve yaşlı ağaçların hüküm sürdüğü arka bahçeye
açılıyordu. Kapının sürgüsünü çekerken derin bir nefes aldı. İşte başlıyordu.
Kapıyı açıp
dışarı adım attığında, yüzüne serin ama nemli bir sabah havası vurdu. Kuş
sesleri ve uzaktan gelen horoz sesleri, konağın içindeki boğucu sessizliğe
tezat oluşturuyordu. Bahçe, ilk bakışta göründüğünden daha büyüktü ve gerçekten
de oldukça bakımsızdı. Yabani otlar neredeyse bele kadar yükseliyor,
sarmaşıklar ağaçların gövdelerine ve eski taş duvarlara tırmanıyordu.
Ortada, bir
zamanlar sebze yetiştirildiği belli olan ama şimdi tamamen otlarla kaplanmış
bir alan vardı. Daha ileride ise ağaçlar sıklaşıyor, bahçenin sonu bir tür
küçük koruluğa dönüşüyordu. Haritadaki işaretli yer, muhtemelen o sık ağaçların
arasındaydı.
Elif,
çantasından harita parçasını ve pusulayı çıkardı. Pusulayı avucunda düz tuttu.
İbre yine aynı yönü gösteriyordu; bahçenin sonundaki o sık ağaçlık bölgeyi.
Haritayı tekrar inceledi. İşaretli nokta, bahçenin kuzeydoğu köşesine yakındı.
O yöne doğru ilerlemeye başladı.
Yabani otların
ve dikenli çalıların arasından ilerlemek zordu. Pantolonuna takılan dikenleri
ayıklıyor, ayağının altındaki görünmeyen çukurlara veya taşlara basmamaya
çalışıyordu. Etrafına dikkatle bakınıyordu. Dün geceki gölgeden bir iz var
mıydı?
Şimdilik her
şey sakindi. Sadece kendi adımlarının ve nefes alışverişinin sesi duyuluyordu.
Ağaçlar sıklaştıkça, güneş ışığı daha zor sızmaya başladı, ortam biraz daha loş
ve serin hale geldi. Yer yer devrilmiş ağaç dalları ve çürümüş yapraklar vardı.
Burası yıllardır kimsenin ayak basmadığı bir yer gibiydi.
Pusulanın
gösterdiği yöne doğru yaklaşık on dakika kadar yürüdükten sonra, ağaçların
biraz seyreldiği, daha açık bir alana ulaştı. Ve işte oradaydı. Tıpkı rüyasında
gördüğü gibi, ama daha eski, daha yıkıktı. Yarı yarıya toprağa gömülmüş,
taşları yosunlarla kaplanmış, etrafı ısırgan otları ve sarmaşıklarla çevrili
eski bir kuyu. Kuyunun ağzı, çürümüş ahşap kalaslarla ve birkaç büyük taşla
gelişi güzel kapatılmıştı ama aralardan içeriye bakmak mümkündü. Tam haritada
işaretlenen yerdeydi.
Elif, kalbi
hızla çarparak kuyuya yaklaştı. Etrafında dikkatle dolandı. Kuyunun taş
bileziği yer yer çökmüştü. Yakınında, sanki yakın zamanda biri burayı eşelemiş
gibi duran gevşek toprak yığınları ve kenara atılmış taşlar vardı. Dün geceki
gölge... Burada bir şey mi aramıştı?
Elif, kuyunun
ağzını kapatan kalaslardan birini dikkatlice kenara itti ve aralıktan içeri
bakmaya çalıştı. İçerisi karanlık ve derindi. Dibinden nemli, ağır bir toprak
kokusu geliyordu. Telefonunun fenerini açıp ışığı içeri tuttu. Işık huzmesi,
yosunlu taş duvarlarda gezindi ve sonra karanlıkta kayboldu. Kuyunun dibi
görünmüyordu. Ne kadar derindi acaba? Ve içinde ne vardı?
Tam fenerle
içeriyi incelerken, kuyunun kenarındaki gevşek taşlardan birinin üzerinde
parlak bir şey fark etti. Eğilip dikkatlice baktı. Taşların arasına sıkışmış,
küçük, metal bir nesneydi bu. Dikkatlice yerinden çıkardı. Bu... bir düdüğe
benziyordu. Eski, pirinçten yapılmış, üzerinde zarif işlemeler olan küçük bir
düdük. Acaba Ali'ye mi aitti? Yoksa başka birine mi? Ve neden buradaydı?
Elif,
avucundaki düdüğe bakarken, arkasındaki ağaçların arasından bir çıtırtı duydu.
Hızla arkasını döndü. Kimse yoktu. Ama yalnız olmadığı hissi yine tüm benliğini
kaplamıştı. Bu kuyu, bu işaretli yer, konağın sırrının merkezi miydi? Ve o
sırrı koruyan her kimse, Elif'in bu kadar yaklaşmasından hiç hoşlanmamışa
benziyordu.
Elif'in başını
hızla çevirdiği yönde, sık ağaçların arasında bir anlığına bir hareket görür
gibi oldu. Belki bir daldan atlayan sincap, belki de rüzgarda savrulan
yapraklardı. Ama içgüdüleri bunun daha fazlası olduğunu söylüyordu. Ses daha
yakından gelmişti sanki. Birisi onu izliyordu, hem de çok yakından.
"Kim var
orada?" diye seslendi tekrar, bu kez sesi daha gergindi. "Saklanmayı
bırak! Ne istediğini söyle!"
Cevap gelmedi.
Sadece ağaç yapraklarının hışırtısı ve kendi yankılanan sesi duyuldu. Ama Elif,
o kişinin hala orada olduğunu, ağaçların gölgelerine sinmiş, onu izlediğini
hissedebiliyordu. Belki de dün gece gördüğü o siluet, Kenan'dı. Eğer oysa,
neden saklanıyordu? Neden konuşmuyordu?
Bir an için
korku tekrar içini kapladı. Burada, bahçenin bu ücra köşesinde yapayalnızdı.
Başına bir şey gelse kimsenin haberi olmazdı. Ama sonra öfke, korkusuna baskın
çıktı. Kimsenin onu böyle korkutmasına izin vermeyecekti. Bu sırrı çözmeye
kararlıydı ve kimse onu engelleyemeyecekti. İzleyen her kimse, onun pes
etmeyeceğini bilmeliydi.
Arkasına
tekrar bakmadan kuyuya döndü. Madem izleniyordu, o zaman izleyene aradığını
bulmakta ne kadar kararlı olduğunu gösterecekti. Elindeki küçük pirinç düdüğü
cebine koydu. Bu düdük ne anlama geliyordu? Ali mi düşürmüştü? Yoksa dün gece
burada bir şey arayan kişi mi?
Kuyunun ağzını
kapatan çürümüş kalaslara ve taşlara daha dikkatli baktı. Bazı taşların
üzerindeki yosunların sıyrılmış olduğunu, altından daha açık renkli taş
yüzeyinin göründüğünü fark etti. Ve daha da önemlisi, kuyunun ağzına yakın bazı
büyük taşların kenarlarında belirgin sürtünme izleri vardı.
Sanki birileri
yakın zamanda bu taşları hareket ettirmeye çalışmış, belki de kuyuya bir ip
sarkıtmış veya bir şeyi yukarı çekmişti. Gevşek toprak yığınları da bu teoriyi
destekliyordu. Birileri burada, bu kuyuda bir şey aramıştı. Hem de çok yakın
bir zamanda.
Elif tekrar
eğilip feneriyle kuyunun karanlık ağzına ışık tuttu. Taş duvarlarda aşağıya
doğru inen yeni çizikler veya izler var mıydı? Işık yeterince güçlü değildi ve
kuyunun gizemli derinliği her şeyi yutuyor gibiydi. Dibini görmek imkansızdı.
İçeride ne
olabilirdi? Ali'nin kayboluşuyla ilgili bir kanıt mı? Yoksa daha karanlık bir
şey mi? Belki de Ali'nin kendisi...? Bu düşünceyle ürperdi. Hayır, yıllar sonra
bile olsa bir ceset kokusu olurdu, başka izler olurdu. Ama yine de...
Ahmet Bey'in
bahsettiği 'kayıp ruhlar' efsanesi aklına geldi. Kasaba halkı bu kuyudan neden
korkuyordu? Sadece batıl bir inanç mıydı, yoksa geçmişte burada gerçekten de
kötü bir olay mı yaşanmıştı? Neriman Teyze'nin tarih kitabındaki notları ve
soru işaretleri şimdi daha anlamlı geliyordu.
Bu kuyuyu daha
detaylı araştırması gerekiyordu. Ama nasıl? Elinde ne bir ip vardı, ne de
toprağı kazacak bir alet. Ve en önemlisi, yalnız değildi. O gölge hala bir
yerlerdeydi, belki de Elif'in pes edip gitmesini bekliyordu. Şu an için burada
daha fazla kalmak akıllıca değildi. Çok savunmasızdı.
Geri çekilmeye
karar verdi. Şimdilik yeterince ipucu toplamıştı: İşaretli yerin bu eski kuyu
olduğu kesindi. Birileri yakın zamanda burada bir şey aramıştı. Ve o pirinç
düdük... Belki de bir anahtardı, başka bir ipucuydu.
Etrafına son
bir kez dikkatle bakındı. İzleyenden hiçbir iz yoktu ama varlığını hala
hissedebiliyordu. Yavaş ve temkinli adımlarla geldiği yoldan geri dönmeye
başladı. Her çıtırtıda duraksıyor, arkasını kontrol ediyordu. Bahçenin o sık
ağaçlıklı bölümünden çıkıp tekrar konağın daha açık arka bahçesine ulaştığında
biraz olsun rahatladı. Ama o tekinsiz his peşini bırakmıyordu.
Konağın arka
kapısından içeri girip kapıyı sıkıca arkasından kilitledi. Sırtını kapıya
dayayıp gözlerini kapadı. Dışarısı, gün ışığına rağmen, içerideki o ağır
atmosferden daha tehlikeli gelmişti. Şimdi ne yapacaktı? O kuyuya geri
dönmeliydi ama hazırlıklı olarak. Belki kasabadan bir kürek veya ip alabilirdi.
Ya da belki...
belki Ahmet Bey'e tekrar danışmalıydı. O, bu kuyu ve efsaneleri hakkında daha
fazla şey biliyor olabilirdi. Ama Ahmet Bey'in uyarısını da unutmamalıydı:
"Bazı sırlar, en iyisi açılmamış kalır." Acaba Ahmet Bey, bu sırrı
korumaya çalışanlardan biri miydi?
Kafası
karmakarışıktı. Önce biraz sakinleşmeli ve düşünecek güvenli bir yer
bulmalıydı. Çalışma odası... Orası hem ipuçlarının kaynağı hem de belki de en
güvenli yerdi şimdilik.
Peki,
anlaşılan Bölüm 5'in atmosferinde ve detaylarında biraz daha kalmak istiyoruz.
O zaman Elif'in kuyuyu incelediği ve konağa geri döndüğü anları daha da
derinleştirerek bölümü genişletelim:
...Elif, kalbi
hızla çarparak kuyuya yaklaştı. Etrafında dikkatle dolandı. Kuyunun taş
bileziği yer yer çökmüştü, taşların arasındaki harçlar dökülmüş, yerini inatçı
yosunlar ve minik yabani çiçekler almıştı. Yılların ve doğanın acımasızlığı
burada kendini gösteriyordu. Ama Elif'in dikkatini çeken sadece bu doğal
yıpranma değildi.
Kuyunun hemen
yanındaki toprak, sanki bir hayvan eşelemiş gibi değil, daha bilinçli bir
şekilde kazılmış gibiydi. Çok derin olmasa da, yeni karıştırıldığı belli olan
toprak yığınları vardı ve üzerlerindeki otlar köklerinden sökülmüştü. Ne
aranmıştı burada? Ve daha önemlisi, bulunmuş muydu?
Gözleri tekrar
kuyunun ağzını kapatan kalaslara ve taşlara kaydı. Evet, bazı taşların
üzerindeki o sıyrıklar ve sürtünme izleri çok belirgindi. Özellikle kuyunun
ağzına en yakın, en büyük taşlardan birinin alt kenarında, sanki üzerinden ağır
bir şey – belki bir ip ya da zincir – tekrar tekrar geçirilmiş gibi derin bir
oluk oluşmuştu.
Bu izler taze
görünüyordu; taşın o kısımları daha açık renkliydi ve üzerlerinde yosun yoktu.
Birileri, muhtemelen dün gece burada olan o gölge, kuyuya inmeye ya da kuyudan
bir şey çıkarmaya çalışmıştı. Başarılı olmuş muydu? Elif'in içine kötü bir his
doğdu.
Tekrar eğilip
kuyunun ağzındaki aralıktan içeri bakmaya çalıştı. İçeriden gelen o ağır, nemli
toprak ve çürümüş yaprak kokusu daha da yoğunlaştı. Midesi hafifçe bulandı.
Telefonunun fenerini tekrar açtı, ışığı olabildiğince derine odaklamaya
çalıştı. Yosunlu, kaygan görünen taş duvarlar birkaç metre aşağıya iniyor,
sonra karanlıkta kayboluyordu. Dibini seçmek mümkün değildi. Acaba ne kadar
derindi? Ve içinde su var mıydı, yoksa tamamen kurumuş muydu? Yerden uzunca,
kurumuş bir dal parçası aldı.
Dalı aralıktan
içeri sokup aşağıya doğru uzattı. Dalın ucu bir süre boşlukta ilerledi, sonra
yumuşak, çamurumsu bir zemine saplandı. Kuyu tamamen kuru değildi ama dibinde
çok fazla su da yok gibiydi, daha çok çamur ve birikinti vardı sanki. Dalı geri
çektiğinde ucunda sadece çamur ve birkaç çürümüş yaprak vardı. Bu şekilde bir
şey bulması imkansızdı.
Tam
doğrulurken, gözü kuyunun kenarındaki o gevşek taşların arasındaki parlaklığa
takıldı. İşte o zaman buldu onu. Taşların arasına sıkışmış, sabah güneşinde
hafifçe parlayan küçük, metal nesneyi. Dikkatlice parmaklarıyla kavrayıp
çıkardı. Avucunda tuttuğu şey, eski, pirinçten yapılmış küçük bir düdüktü.
Üzeri
kararmıştı ama hala zarif işlemeleri seçilebiliyordu; belki küçük çiçek
desenleri ya da geometrik şekillerdi. Üfleme kısmı biraz ezilmişti. Bu düdük
kime aitti? Neriman Teyze'ye mi? Yoksa Ali'ye mi? Ya da belki de dün gece
burada olan kişiye aitti ve telaşla bir şeyler ararken düşürmüştü. Eğer
öyleyse, bu düdüğün varlığı, o kişinin burada olduğunun somut bir kanıtıydı.
Düdüğü dikkatlice cebine yerleştirdi.
İşte tam o
anda, arkasındaki ağaçların arasından o çıtırtı sesini duydu. Kuru bir dala
basma sesi gibiydi. Hızla arkasını döndü. Kalbi ağzında atıyordu. Gözleri sık
ağaçların arasındaki gölgeleri taradı. Bir anlığına, evet, bir anlığına orada
bir hareket seçtiğini sandı. Koyu renkli bir giysinin kenarı mıydı o? Yoksa
sadece göz yanılsaması mıydı?
"Kim var
orada?" diye seslendi tekrar, sesi bu kez daha güçlü çıkmıştı, korkusunu
bastırmaya çalışan bir öfkeyle. "Saklanmayı bırak! Ne istediğini
söyle!"
Cevap yine
sessizlik oldu. Ama bu kez sessizlik daha ağırdı, daha yüklüydü. Sanki
görünmeyen gözler onu delip geçiyordu. Biliyordu, yalnız değildi. O kişi hala
oradaydı, belki de Elif'in bir sonraki hamlesini bekliyordu. Pes edip gitmesini
mi umuyordu? Asla.
Ama burada, bu
kadar açıkta durmak da akıllıca değildi. Kuyu şimdilik sırrını saklamaya devam
edecekti. Daha hazırlıklı gelmeliydi. Ve o gölgeye karşı daha dikkatli
olmalıydı.
Geri çekilme
zamanıydı. Etrafına son bir kez daha keskin bir bakış attıktan sonra, yavaş ve
olabildiğince sessiz adımlarla geldiği yoldan dönmeye başladı. Bu kez adımları
daha ağırdı, her an arkasından birinin fırlayacağı ya da önüne birinin çıkacağı
korkusuyla yürüyordu. Yabani otların hışırtısı, rüzgarın uğultusu, kendi ayak
sesleri...
Hepsi
olduğundan daha yüksek, daha tehditkar geliyordu. Ayağı bir sarmaşığa takıldı,
neredeyse düşüyordu. Kalbi hızla çarparken kendini toparladı. Bu bahçe, bu
konak onu yutmaya çalışıyor gibiydi.
Nihayet
ağaçlık alandan çıkıp konağın arka duvarını gördüğünde derin bir nefes aldı.
Ama rahatlaması uzun sürmedi. Konağın pencereleri şimdi boş göz yuvaları gibi
ona bakıyordu. İçerisi, dışarıdaki bu görünmez tehditten daha mı güvenliydi
gerçekten?
Arka kapıya
ulaştığında elleri titriyordu. Anahtarı kilide sokup çevirirken parmakları
beceriksizce hareket etti. Sonunda kapı açıldı ve kendini hızla içeri atıp
kapıyı arkasından kapattı, sürgüsünü çekti ve kilidi çevirdi. Sırtını soğuk
ahşap kapıya dayayıp birkaç saniye gözlerini kapattı. Güvendeydi. En azından
şimdilik. İçerinin tanıdık küf ve toz kokusu, dışarıdaki o vahşi ve tekinsiz
havadan sonra tuhaf bir şekilde rahatlatıcı bile gelmişti.
Şimdi ne
yapacaktı? Sakinleşip düşünmeliydi. Kuyu, düdük, sürtünme izleri, gölge...
Hepsi birbiriyle bağlantılıydı ama nasıl? Çalışma odasına gitmeli, belki de
Ali'nin not defterini veya tarih kitabını tekrar incelemeliydi. Ya da belki de
artık dışarıdan yardım almanın zamanı gelmişti. Ama kime güvenebilirdi? Ahmet
Bey mi? Yoksa o da bu sırrın bir parçası mıydı?
Elif, hala
sırtı kapıya dayalı halde, konağın sessizliğinde bir sonraki adımını düşünürken
buldu kendini. Bu labirentin çıkışını bulmak sandığından çok daha zor olacaktı.
Sırtını soğuk
ahşap kapıya dayayıp birkaç saniye gözlerini kapattı. Güvendeydi. En azından
şimdilik. İçerinin tanıdık küf ve toz kokusu, dışarıdaki o vahşi ve tekinsiz
havadan sonra tuhaf bir şekilde rahatlatıcı bile gelmişti. Kalp atışları yavaş
yavaş normale dönmeye başladı, ellerinin titremesi azaldı.
Kapının sert
yüzeyi sırtına baskı yapıyor, onu gerçekliğe, bu eski konağın somut varlığına
demirliyordu. Hol boyunca uzanan soluk sabah ışığı, yerdeki tozlu parkelerde
uzun gölgeler oluşturuyordu. Dışarıdaki kuş sesleri buraya ulaşmıyordu; içeride
sadece evin kendi yaşlı sesleri vardı – uzaktaki bir pencerenin rüzgarda
tıkırdaması, duvarların içinden geçen su borularının belli belirsiz gurultusu,
tavan arasından gelen ve ne olduğu anlaşılamayan hafif tıkırtılar... Dışarıdaki
açık tehditten sonra, içerideki bu bilindik tekinsizlik daha katlanılabilir
geliyordu.
Elif cebindeki
o küçük, pürüzlü nesneyi hissetti. Pirinç düdük. Merakına yenik düşerek
cebinden çıkardı. Holün loş ışığında avucunda evirip çevirdi. Evet, üzerindeki
işlemeler solmuş da olsa hala görülebiliyordu; birbirine dolanmış sarmaşık
dalları gibiydi. Üfleme deliği gerçekten de biraz içe doğru ezilmişti.
Acaba hala
çalışıyor muydu? İçgüdüsel bir hareketle düdüğü dudaklarına götürdü ama sonra
vazgeçti. Ya ses çıkarırsa? Ya o ses, dışarıdaki ya da belki de içerideki
birini uyarırsa? Hayır, bu çok riskliydi. Düdüğün üzerinde başka bir işaret,
bir harf ya da bir sembol var mı diye dikkatlice inceledi. Yoktu. Sadece o
zarif işlemeler ve eski metalin soğukluğu... Bu düdük neden o kuyunun
yanındaydı? Bir işaret miydi? Yoksa sadece kayıp bir eşya mı?
Tekrar cebine
koydu. Şimdi ne yapacaktı? Aklı bir fırtına gibiydi. Kuyu... Orada bir şey
vardı, bundan emindi. Ve birileri de onun peşindeydi. O gölge,
Kenan mıydı?
Eğer oysa,
neden Elif'le konuşmak yerine saklanıyor, onu korkutuyordu? Yoksa o da Ali'nin
bahsettiği "o adamlardan" mıydı?
Ali'nin not defterindeki çizimler, formüller,
"koruma" kelimesi... Belki de Ali, o kuyuda ya da çevresinde bir şey
saklamıştı veya bir tür mekanizma kurmuştu. Ve pusula... O sadece yön mü
gösteriyordu, yoksa başka bir işlevi mi vardı? Neriman'ın mektuplarındaki
çaresizlik, Ali'nin ailesiyle yaşadığı sorunlar... Ahmet Bey'in uyarısı...
Hepsi bir bulmacanın parçalarıydı ama birbirine tam oturmuyordu.
Seçeneklerini
tarttı. Kasabaya inip bir kürek ve ip alabilirdi. Ama bu dikkat çekerdi. Hem o
gölge peşindeyken kasabaya gitmek ne kadar güvenliydi? Ahmet Bey'le tekrar
konuşabilirdi. Ama ona ne kadar güvenebilirdi? Yaşlı adamın bilge tavırlarının
ardında başka bir şey olabilir miydi?
Belki de
konağın içinde araması gereken başka şeyler vardı. O küçük anahtar hala
cebindeydi. Masanın kilitli çekmecelerini açmıştı ama ya o anahtar başka bir
kapıya, belki de Neriman'ın günlükte bahsettiği o "açılmaması gereken
kapı"ya aitti? Üst katı henüz hiç araştırmamıştı. Ya da bodrum katını...
Önce
sakinleşmeliydi. Bir fincan daha kahve yapmalı, belki de Ali'nin not defterini
ve tarih kitabını çalışma odasının daha güvenli ortamında tekrar incelemeliydi.
Evet, bu en mantıklısıydı. Önce daha fazla bilgi toplamalı, sonra harekete
geçmeliydi. Kuyu bekleyebilirdi. Ama o gölge bekler miydi, orası meçhuldü.
Elif, sırtını
kapıdan ayırıp hola doğru bir adım attı. Ayaklarının altındaki parke hafifçe
gıcırdadı. Başını kaldırıp yukarı kata çıkan merdivenlere baktı. Orada, ikinci
katın karanlık koridorunda onu ne bekliyordu? Sonra bakışlarını holün
sonundaki, muhtemelen mutfağa veya bodruma açılan diğer kapılara çevirdi. Bu
konak bir labirent gibiydi ve her köşesi yeni bir sır, yeni bir tehlike
barındırıyor olabilirdi. Ama artık korkmuyordu, ya da en azından korkusunun
merakını ve kararlılığını gölgelemesine izin vermiyordu. Bu labirentin çıkışını
bulacaktı.
📖 Hikayeye Devam Et
Gölgelerin Fısıltısı Duvarlardaki Yankılar Bölüm 6. bölümüne geçmeden önce kısa bir reklam ile destek olun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder