Şimşekler Tekke Deresinde Şişman Bertalar gibi gümbürdüyor.Yağmur oluktan boşanırcasına
yağıyordu.Bitkin tren Halep’ten yüklediği kendindende bitkin kafilenin beklide en çökgün,en yıkılmışını
Akşehir istasyonuna bıraktı.Bozgunla biten o inanılmaz maceranındöküntüleri sılasına kavuşan bu silah
arkadaşlarına vagonların penceresinden donuk donuk bakıyorlardı.Ne gülen,ne el sallayan,ne de bir çift laf
eden oldu. Tren puflaya puflaya kuzeye doğru uzayan ve sonu gelmeyeceğe benzeyen yoluna koyulmuştu.
Salih yavaş yavaş eriyen ve bir defa daha göremeyecek olduğu bu yüzlere öyle kımıldamadan bakarken o
büyük, o yürekler paralayıcı bozgun için dikilmiş bir heykelden başka bir şeye benzemiyordu.E1 sallamak,
güle güle diye bağırmak isterdi. Bahtınız açık olsun demek isterdi. Fakat el sallayamazdı, bir eli bütün koluyla
birlikte Kütülammare'de, bir kum tepesinde kalmıştı, öbür eli de pis, sefil fakat kocaman torbasını tutuyordu.
Ve artık bütün iyi dilekler boşunaydı, bu trenin yolcuları gülmeyi de, bahtlarını da topyekûn kaybetmişlerdi.
Bunlar bozgunun sakat, yarım kalmış döküntüleri idi, işe yarayabilecekler esir kamplarında ve tecrit
edilmişlerdi.
Katarın son vagonu da ilerledi virajda kayboldu. Fakat Salih trenin hâlâ önünden geçmekte olduğunu
sanıyordu. Aynı vagonlar, aynı pencereler sanki milyon kere milyon üremişti ve bu geçiş ebediyete kadar
sürecekti. Aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı yüzler... Aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı yüzler, aynı
yüzler, aynı donuk bakışlar.
Hele o ses... Hele o erkekçe, bir bakıma güzel, bir bakıma harikulade, fakat insana ait de-ğilmişcesine
canlılığını kaybetmiş, bu yüzden de melankoliden çok daha ezici, çökertici bir tesir yapan ses!.. Bu ses
mezarda bile kulaklarını bırakmayacak gibiydi:
"Adı yemendir,
Gülü çemendir..."
Bozüyük'lü bir topal saatlerce, hangi saatlerce? Günlerce tekrarlayıp durmuştu:
"Adı yemendir,
Gülü çemendir,
Giden gelmiyor
Acep nedendir?"
Keşke gelmek olmasaydı. Gelmek mi denirdi
buna?
Nerede sağ kolun yavrum Salih? Nerede sağ kulağının yarısı oğlum Salih? O kehribar gibi gözlerine ne oldu
bir tanem? Ya o yiğit yüzün kardeşim? Gelmek mi denirmiş buna? Ve aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı
yüzler önünden geçiyor-, geçiyor, tekrar geçiyordu. Salih o trenden ayrılmak istemiyor, inmemiş olmak,
gitmek, gitmek, gitmek istiyordu çünkü.
Birden irkildi. Bu bir alarmdı: Ardında konuşanlar vardı, gâvurca konuşanlar. Kavrulmuş bedeninden
umulmayacak bir çeviklikle, zemberek boşanır gibi döndü: Tüylü şapkalar. «— Haa... İtalyanlar...» Ve Salih
bu tombul, bu şaklaban yüzlerin arasında Niko'nun yüzünü aynı anda farketti. — Salih, vre sen misin?
Tanıdı be. Demek hâlâ Salih? İçinden, torbasını atıp o tek koluyla Niko'yu kucaklamak geldi. Fakat silâhlı
İtalyan askerleri... Hafifçe gülümsedi, hafifçe ama candan.
— Merhaba Niko! Sesi de belli belirsizdi.
— Vay Salih vay... Bu ne hal vre? Ne olmuş
sana böyle?
Canlı, sıhhatli, neşeli idi. Eskiden Rum şivesini örtmeye çalışırdı. Şimdi inadına belli etmeye çalışır gibiydi.
İtalyanlara onların diliyle bir-şeyler söyledi, berikilerden biri tek kelime ile cevap verdi, Niko da:
— Gel, dedi.
Salih'in kolsuz tarafına geçmiş, elini omuzuna atmıştı, fakat daha üç adım gitmeden epey ayrıldı. Salih çok
fena kokuyordu.
istasyon binasına, müdürün odasına girdiler. Niko'da ne olduğunu göstermek isteyen bir hal vardı:
— Aç mısın? diye sordu.
Salih şöyle bir yokladı kendini, hattâ düşündü : Açtı.
— Acıkmışım, dedi.
Niko dışarı çıktı. Salih de yan gözle etrafını süzmeye başladı. Telgrafın başında ve müdür masasında İtalyan
zabitleri vardı. Eski Müdür Necati Bey gişede idi, iyice ihtiyarlamıştı.
Niko iki konserve kutusu, bembeyaz ekmek, sucuk ve çatalla geldi.
— Ye... Sucuk domuz etinden değil. Güldü. Birşeyler hesaplar gibi sustu, sonra
yine konuştu:
— Ama artık sizinkiler domuza momuza bakmıyorlar.
Güldü:
— Ne verirsen yiyorlar.
Salih yutmaya hazırlandığı lokmayı üç beş defa daha çiğnedi. Demek «Sizinkiler?»
— Ee bakalım Salih Çavuş, anlat be... Salih kendisini Niko'nun karşısında, eskisi
gibi hissediyordu artık. Sanki yine iki kolu, iki
18/Küçük Ağa
bileği ve tuttuğunu koparan iki eli vardı, demirci eli. Donuk bakışları bir an için Niko'nun gözlerini aradı:
— Çavuş olamadım Niko... Bir kola bir ter-fiye.
Niko anlamıştı. Ama eskisi gibi sinmedi, aksine daha bir rahat güldü :
— Aldırma. Biz burada böyleyiz işte. Kötü günler de geçirdik ama. Korktuk bile. Bildiğin' gibi değil,
italyanlarla pek iyi aram. Bir dediğimi iki yapmıyorlar.
Yağmur yeniden ve aynı hızla başlamıştı. Salih'in içi bir tuhaftı. Fakat inat etti, önündekilerin hepsini
yiyecekti. Yemek için ikinci ele pek lüzum yoktu.
— Konuş be Salih.
Salih ona bir defa daha donuk donuk baktı. Cevap vermedi. Niko artık ona boyun eğmiyordu. Gri gözlerini
kaçırmadan:
— Anana da İtalyanlardan öteberi götürürdüm.:.
Salih'in ağzındaki lokma büyüdü, büyüdü ve taşlaştı. Niko iyice keyiflenmişti.
— Anlat be... Nasılsın? Salih ayağa kalkıverdi.
— İyiyim.
Ceketinin onbaşılık şeridi sökülmüş sağ kolu bomboş sarkıyordu. Sağ kulağı yarım, yanağı kapanmış bir
yaradan ibaretti ve iyiyim diyordu. Açlık, uykusuzluk, kızgın güneş, kum fırtınaları ve ölümle bir daha, bir
daha, belki bin defa pençeleşmeler kavurup gitmişti de, iyiyim diyordu.
Herşeyi kaybettikten sonra ümidi de kaybedenin karşısına ne ile çıkılabilir, zafer için neye güvenilirdi? Niko
bu imkânsızlığı sezdi. İşte şimdi sinmek üzereydi. Salih bir an için ona eskisinden çok daha kuvvetli
görünmüştü.
Fakat büyüyü Salih'in kendisi bozdu:
— Yemek iyi oldu, sağol.
Evet bir midesi vardı hâlâ. Acıkacak, yemek isteyecekti, yemek. Yemek mi? Ekmekten ne haber? Ekmek
arslanm ağzında idi, tek kolla da arslanla boğuşmak bir parça güç olmaz mıydı?
— Niye kalktın? Otur da iki çift laf edelim!.. Eğildi, torbasını aldı.
— Gideyim artık... Niko yine gülüyordu.
— Nereye?
— Şehre... Anamı göreyim. Niko bu sefer kahkaha ile güldü:
— Şehre mi? Bu yağmurda?.. Ne ile?..
— Sahi be... Amma da yağıyor... Üşüyordu da ve Niko artık onun acıkacağı
gibi ıslanıp üşüyeceğini de biliyordu. Kanapeye iyice yerleşti. Cebinden bir paket İtalyan sigarası çıkardı.
Sigara? Salih'in gözleri parladı. Sigara insanın karnı doyunca yemekten de değerli oluyordu. Niko bunu da
anladı.
— Yak bakalım... otur hele.
Fakat Salih de onu anlıyordu. Sanki o kum çölleri gibi sonsuz savaş yeniden başlamıştı. Direnmek, her ne
pahasına olursa olsun direnmek lâzımdı.
— Yok, dedi, gideyim. Hadi eyvallah.
Küçük Ağa, Kurtuluş Savaşı yıllarında, siyasal karar ve tartışma merkezlerinin uzağında, Kuvvacı/Millici denilen, ama ne oldukları, neyi temsil ettikleri pek bilinmeyen birilerinin açtığı savaşa katılıp katılmamanın vebalini tartarak bir karar verme durumunda kalan insanları anlatır. Asırlardır sadece "halife-i ruyi zemin"in, padişahın açtığı sancağın altında savaşılacağı bilgi ve inancıyla yaşamış taşra insanlarının, halife-padişah çağrısının yokluğunda ve işgal haberleri yayılırken yaşadıkları ikilemlerin, açmaz ve iç çalkantıların, kendileri ve kaderlerine sahip çıkma hakkında yeniden düşünmek zorunda kalışlarının hikayesidir. Tarık Buğra'nın kendi deyişiyle Küçük Ağa, destanlara yakışır bir konuyu ele almasına rağmen, destan değil, gerçekliği anlatan bir romandır. İttihatçıların ve Kuvvacıların değil, inanç ve gelenek kalıtıyla başbaşa, ilk kez kendisi ve kendi adına geleceği için karar vermeye çalışan bir ahalinin "kahraman"ı olduğu bir roman. Şimdilerde Küçük Ağa'yı okumak, güncelliğini bir kez daha kazanmış bir öyküyü, sorunsalı yeniden okumak demektir...

idefix İle Satın Al
D&R İle Satın Al
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder