Bölüm 1: Fırtına Öncesi Sessizlik
İstanbul, 1452 baharı…
Surların ardında ihtişamlı bir şehir; çarşılarında baharat kokusu, kıyılarında
ise Haliç’in derin sessizliği hüküm sürüyordu. Osmanlı donanması Galata
kıyılarında hummalı bir hazırlık içindeydi. Limanda ipler gergin, gemilerin
yelkenleri katlı, tayfalar gözleriyle ufku arıyordu.
Maviçelebi Mehmed, Osmanlı bahriyesinin genç ama
deneyimli leventlerinden biriydi. Kasımpaşa tersanesinin uğultusunda doğmuş,
tuzlu deniz havasıyla büyümüştü. Onun için deniz, yalnızca bir meslek değil,
bir kaderdi. Bugünse bu kader, onu hiç beklemediği bir yöne sürükleyecekti.
Sarayburnu kıyısında demirlemiş küçük bir keşif
gemisinde sabah nöbetindeydi. Gökyüzü gri bulutlarla örtülüydü. Fırtına uzakta
değil, yakındı. Fakat bu fırtına, yalnızca doğanın değil, yüreğinin de
içindeydi.
O sırada Topkapı Sarayı’ndan gelen ince, zarif
bir sandal Haliç’in koyu sularında ilerlemeye başladı. Sandaldaki kadın, göz
alıcı bir durulukla etrafı izliyordu. Pencereli bir yüzü, dalgalı saçlarının
arasından süzülen bakışları vardı. Adı Dilruba’ydı. Saraya daha yeni gelmiş bir
sancak beyinin kızıydı. Güzel olduğu kadar zeki, zarif olduğu kadar asi bir
ruha sahipti.
Dilruba, babasının görevi vesilesiyle sarayda
misafir konumundaydı. Fakat içindeki özgürlük arzusu, altın kafesin narin
tülleri ardında boğuluyordu. Her fırsatta deniz kenarına inmeyi, Haliç’e uzun
uzun bakmayı âdet edinmişti. O sabah, sarayın izniyle kıyıya kadar gitmiş,
biraz nefes almak istemişti. Fakat orada, Maviçelebi Mehmed’in dikkatini çeken
yalnızca sarayın gönderdiği zarif sandal değildi.
Göz göze geldiler.
Bir denizci ve bir saraylı kadın…
Bir an, bin duygunun aktığı bir an…
Ne Mehmed, bu bakışın içinde boğulacağını
biliyordu, ne de Dilruba, o sabah kaderinin yön değiştireceğini...
Ama tarih yazılmaya, aşk büyümeye ve fırtınalar
kopmaya çoktan başlamıştı.
Bölüm 2: Kafesin İçindeki Güvercin
Topkapı Sarayı'nın yüksek duvarları ardında gün,
sessiz bir telaşla akıp gidiyordu. Haremdeki kadınlar sabah dualarını etmiş,
ardından işlemelerine, dedikodularına ve küçük çekişmelerine dönmüşlerdi. Lakin
Dilruba, sarayın bu ihtişamlı karmaşasında yapayalnız hissediyordu. Onun ruhu,
altın yaldızlı aynalar, inci işlemeli duvarlar arasında değil, dışarıdaki
sonsuz mavilikteydi.
Odasında diz çöküp pencereden dışarı bakarken,
gözlerinde sabahki denizci parlıyordu. Adını bile bilmediği o adam, bakışıyla
içini titretmişti. Göz göze geldikleri o an, zihnine kazınmıştı. Haliç’in
sularına düşen bir yıldız gibi…
Oysa Dilruba’nın sarayda dikkatli olması
gerekiyordu. Babası, Sultan’ın güvenilir adamlarından biri olarak, kızının
davranışlarının da titizlikle izleneceğini söylemişti. Ancak ne sözler, ne
uyarılar… Genç bir yüreği dizginlemek kolay mıydı?
Öte yanda, Mehmed de kendi iç savaşını veriyordu.
Tayfa arkadaşlarının şakalaşmalarına kulak vermeden, tek başına geminin ucunda
oturmuş, düşüncelerle boğuşuyordu.
"Kimdi o kadın?"
Bir paşa kızı mıydı? Bir cariye mi? Yoksa bir lanet mi?
Donanmanın amiral kayığı yakında sefere
çıkacaktı. Konstantiniyye’nin kuşatılması konuşuluyor, gemiler hazırlığa
sokuluyordu. Fakat Mehmed’in aklında yalnızca savaş planları değil, o sabahın
karanlık gözleri vardı.
O gece, limanın kıyısında bir balıkçı kulübesinde
gizlice bir mektup yazdı.
Hiçbir isme, unvana yer vermedi.
Sadece şöyle yazdı:
“Ey gülüyle kalbimi yakan… Eğer bu satır sana
ulaşırsa bil ki, Haliç’in sularında bekleyen bir yürek var. Ve o yürek, sarayın
duvarlarını aşacak cesarete sahiptir.”
Mektubu, sabah nöbetindeki genç bir çocukla
saraya yakın bir çiçekçiye gönderecekti.
Belki çiçekçiden bir cariyenin eline ulaşır, belki o cariye de Dilruba’nın
gözlerine düşen bir kıvılcımı hisseder…
Aşk, yollarını kendi çizerdi.
Ama bu aşkın yolu; kanla, ihanetle ve fetihle
sınanacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder