İstanbul’da Son Bahar
Konstantiniyye, Ekim 1453
Toz ve is kokusu, artık şehrin nefesi olmuştu. Elara, bir
zamanlar annesinin gül bahçesi olan, şimdiyse kurumuş dalların ve rüzgarla
savrulan küllerin hüküm sürdüğü avluya bakan pencerenin kırık pervazına usulca
yaslandı.
Havanın serinliği,
ince elbisesinden tenine işliyor, içindeki o hiç dinmeyen sızıyı körüklüyordu.
Altın rengi yapraklar, çaresizce savrularak taş zemine düşerken, sanki
Konstantiniyye’nin yitip giden ihtişamına ağıt yakıyorlardı. Bu, şehrin gördüğü
en hazin sonbahardı; sadece ağaçlar değil, umutlar da yapraklarını döküyordu.
Babası Demetrios’un çalışma odasından geriye kalanlar,
yağmalanmış bir kütüphanenin acı hatıralarıydı. Değerli el yazmalarından arta
kalan yanık tomar parçaları, dağılmış parşömenler, kırık bir mürekkep hokkası…
Elara’nın parmakları, bir zamanlar babasının bilge sözlerini yazdığı, şimdi ise
anlamsız karalamalarla dolu bir kağıt parçasına dokundu. Gözleri doldu, ama
ağlayamadı. Gözyaşları da kurumuştu sanki, kalbindeki o devasa boşluk gibi.
Dışarıdan, artık ezberlediği o yabancı dildeki emirler,
at kişnemeleri ve koşturan askerlerin postal sesleri geliyordu. Her ses,
göğsüne oturan o ağır taşın biraz daha büyümesine neden oluyordu. Fatih
dedikleri Sultan Mehmet şehri almıştı, evet. Yeni bir düzen kuruluyordu
sokaklarda, duvarlarda dalgalanan yeni sancaklarla ilan ediliyordu bu.
Ama Elara’nın ve onun gibi binlercesinin kalbi, bu yeni
düzene ne kadar çabuk boyun eğecekti? Bu şehir, sadece taş ve topraktan ibaret
değildi; bu şehir, anılardan, dualardan ve direnen ruhlardan oluşuyordu. Ve bu
ruhlar, öyle kolay fethedilemezdi.
Elara, bakışlarını avludaki kurumuş gül fidanından
ayırıp, odanın loşluğunda gözlerini gezdirdi. Belki de her şey bitmemişti.
Belki de bu hazin sonbaharın ardından, küllerin arasından yeni bir filiz
yeşerebilirdi. Ama nasıl?
Elara,
tomarı göğsüne bastırdı. Babasının sözleri, kelimeleri hâlâ bir yerlerde
yankılanıyordu, sadece duymayı bilmek gerekiyordu. Ama yankılanan sözler karın
doyurmuyordu. Midesinden yükselen gurultu, acı bir gerçeklikle onu şimdiki
zamana, bu tozlu, soğuk odaya geri çekti.
En son ne
zaman doğru dürüst bir şey yediğini hatırlamıyordu bile; belki de kuşatmanın
cehennemi andıran son günlerinde, kilerdeki son peksimet kırıntıları ve birkaç
zeytindi tattığı. Fetihten sonraki ilk birkaç gün, ruhunu saran o kesif şok ve
dehşet bulutu, açlığını hissetmesine bile izin vermemişti. Ama şimdi, bedeninin
hayatta kalma çığlığı, ruhunun kederine isyan edercesine yükseliyordu.
Titreyen
bacaklarıyla, zorlukla ayağa kalktı. Her kası sızlıyor, her eklemi protesto
ediyordu. Babasının çalışma odasının eşiğinden, bir zamanlar şen kahkahaların,
canlı sohbetlerin ve ud seslerinin yankılandığı, şimdi ise mezar sessizliğine
bürünmüş iç koridora ürkek bir adım attı. Cilası dökülmüş, yer yer kabarmış
ahşap zemin, her adımında acı acı gıcırdıyor, her gıcırtı dev bir çekiç gibi
şakaklarında patlıyordu.
Acaba bu harabe yuvada ondan başka bir canlı
nefes alıyor muydu? Yağmacılardan arta kalan arsız bir fare sürüsü mü, yoksa
daha kötüsü, gölgelerde sinmiş, henüz doymamış bir insan mı?
Aklına ilk
gelen, evin arka tarafındaki, bir zamanlar annesinin mis kokulu otlarla, şifalı
bitkilerle dolu küçük bahçesine açılan mutfak ve hemen yanındaki kilerdi.
Anneleri hayattayken, o kilerden ne lezzetler çıkardı… Kış için kurutulmuş
incirler, üzümler, mis gibi zeytinyağı küpleri, un çuvalları.
Şimdi o
bolluktan geriye ne kalmıştı ki? Yine de bir umut… Belki unutulmuş bir köşede,
bir avuç kavrulmuş buğday, birkaç tane ceviz içi, ya da en azından temiz bir
yudum su bulabilirdi kuyudan.
Ama mutfağa
ve kilere ulaşmak için, evin yağmalanmış ana salonundan geçmek, sonra da avluya
açılan ve artık her an yeni sahiplerin ayak sesleriyle yankılanan o geniş
merdivenleri kullanmak zorundaydı. Düşüncesi bile içini ürpertiyle doldurdu.
Bu sonbahar sadece yaprakları ve umutları
değil, medeniyetin o incecik, koruyucu zarını da söküp atmış gibiydi; geriye
sadece en ilkel dürtüler, en çıplak korkular kalmıştı. Yine de açlığın sesi,
korkunun fısıltılarını bastırmaya başlıyordu."
Derin bir
nefes aldı Elara; ciğerlerine dolan tozlu, rutubetli ve hafif yanık kokulu
havayı bir an için içinde tuttu, sanki o solukta geçmişin hayaletlerinden bir
nebze cesaret damıtmaya çalışır gibi. Sonra yavaşça, neredeyse bir kedi
sessizliğiyle odasının yıllardır her gıcırtısını, her huyunu ezberlediği ahşap
kapısına doğru yürüdü.
Soğuk pirinç
kapı koluna dokunurken bile parmak uçlarının titrediğini hissetti.
Ya
kilitliyse?
Ya da daha
kötüsü, o kapının ardında, bu evin yıkıntıları arasında sinmiş, tanımadığı bir
tehlike onu bekliyorsa?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder