Bölüm 1 : Gölgedeki Sevda
Rüzgâr, Nişabur’un kadim surlarına çarparken taşıdığı
tozla birlikte geçmişin fısıltılarını da getirmişti. Bahar henüz tam uyanmamış,
ağaçlar yeşermeye yeni başlamıştı. Güneş, şehrin minarelerine eğik bir açıyla vuruyor,
gölgeler uzun ve sessizce uzanıyordu taş sokaklara.
Melikşah Bey, atının üzerinde şehre doğru ilerlerken
gözlerini semaya dikmişti. Yirmi sekiz yaşındaki bu Selçuklu komutanı, yalnızca
savaş meydanlarında değil, kalbinin içinde de çetin savaşlar vermişti.
Sultan’ın emriyle Nişabur’a tayin edilmiş, isyancı
bir beyin bastırılmasının ardından şehrin huzurunu sağlamakla
görevlendirilmişti. Ama kalbinin en derin köşesinde, bu şehrin ona başka bir
kader sunacağını hissetmekteydi.
Nişabur’un çarşısından geçerken, gözleri kalabalığın
içinde bir çift gözle kesişti. Kumaş tezgâhlarının arasında, başındaki örtüyü
hafifçe geriye atmış, elleriyle ipekleri incelerken bir kadın…
Zarifti, fakat yalnızca güzelliği değil; duruşunda
bir asalet, gözlerinde derin bir keder saklıydı. O gözler bir an için
Melikşah’ın yüreğine hançer gibi saplandı.
Kadının adı Zeynep Hatun’du. Nişabur’un saygın
ailelerinden birinin kızı, merhum kadı Halefeddin’in tek evladıydı. Babasının
ölümünden sonra çarşıdaki işleri yürütmek annesiyle ona düşmüştü.
Görkemli bir konağın içinde büyümüş ama halkla iç içe
yaşamayı tercih etmişti. Melikşah’ın bakışını fark ettiğinde başını eğdi, ama
içten içe o bakışın kalbinde iz bıraktığını inkâr edemezdi.
O gün çarşıdan geçip gitse de, Melikşah’ın aklında
Zeynep'in bakışları kaldı. O gece, Nişabur Kalesi’ndeki konuk odasında
uyuyamadı. Zihninde tekrar tekrar o anı yaşadı. Kılıçtan daha keskin, ama bir o
kadar da derin ve suskun bir karşılaşmaydı bu.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde, Melikşah bir
bahaneyle tekrar çarşıya indi. Bu kez yalnız değildi; yanında en yakın dostu ve
silah arkadaşı Turan da vardı. Turan, Melikşah’ın dikkatini Zeynep’e verdiğini
fark ettiğinde, dudaklarında belirsiz bir gülümseme belirdi.
Çünkü Turan da Zeynep’i tanıyordu. Uzaktan, sessizce
sevmişti onu yıllardır. Ama o sevda, dile dökülmemiş, gözlerde saklı kalmıştı.
“Gönlün, düşman oku kadar tehlikeli bir kadının
ellerine düşmesin Melikşah,” dedi Turan, sesi alayla karışık bir uyarı
taşıyordu.
Melikşah dönüp ona baktı.
“Tehlike dediğin nedir? Kalbi kıpırdatan bir bakış
mı, yoksa dostun maskesini indirip ihanet eden bir sır mı?”
Turan, kısa bir an durdu. Gözleri başka yöne kaydı.
“Kalbin neyle sınanacağını zaman gösterir,” dedi
sadece.
Ve işte o gün, Nişabur’un kadim sokaklarında sadece
iki eski dostun değil, üç kalbin kaderi de çizilmeye başlanmıştı.
Nişabur’da günler yavaş ilerliyor, ama her biri
Melikşah için Zeynep Hatun’un siluetini biraz daha belirginleştiriyordu. Artık
her sabah, gün ağarırken uyanıyor ve çarşının kalabalığına karışarak onu
uzaktan izliyordu.
Zeynep’in yürüyüşü bile başlı başına bir kıssaydı;
ağırbaşlı, vakur, ama içten içe kırılgan. Bu kadının bakışlarında, Melikşah
kendisini ilk kez zayıf hissediyordu. Savaş meydanında bile titrememiş kalbi,
onun her tebessümünde hızlanıyor, yüzünü görmediği zamanlarda sanki
daralıyordu.
Bir sabah, Melikşah kendini daha fazla geri tutamadı.
Çarşıda, ipek kumaşlar arasında Zeynep’i görünce yaklaştı. Ellerini bağlayarak
selam verdi.
“Esselamu aleyküm, Zeynep Hatun,” dedi.
Zeynep başını hafifçe eğdi, sesi tatlı ama
mesafeliydi:
“Ve aleyküm selam, Melikşah Bey.”
Melikşah, onun kendisini tanımasına şaşırmadı.
Selçuklu sancağı altındaki her şehirde askerlerin kim olduğunu halk çabucak
öğrenirdi.
Ama Zeynep’in bakışlarında öyle bir bilgelik vardı
ki, sadece kim olduğunu değil, kim olamadığını da bildiğini düşündü. Bu ilk
konuşma kısa sürdü ama Melikşah için bir ömürlük yankı bıraktı.
O günden sonra Zeynep ile arasında giderek sıklaşan
kısa konuşmalar doğdu. Her seferinde bir parça daha açılan sırlar, bastırılmış
duygularla örülmüş cümleler, gölgelerde gizlenen bir hikâyeyi ortaya çıkarmaya
başladı.
Zeynep, geçmişini kolay kolay açmıyordu. Ama
Melikşah, onun gözlerinin içine baktığında orada yalnızca geçmiş değil,
geleceğin de yankılandığını görüyordu.
Zeynep’in gönlü de Melikşah’a kaymıştı. Ancak onun
kalbini baskılayan bir gerçek vardı: Babasının ölümünden sonra, şehrin ileri
gelenlerinden biriyle
—Kadı Nureddin’in oğlu Emir Selman ile bir evlilik
sözü verilmişti. Bu söz, gönülden değil, mecburiyetten doğmuştu. Annesi,
biricik kızının geleceğini koruma telaşındaydı. Fakat Zeynep’in kalbi, artık
Melikşah'ın adıyla çarpıyordu.
Bu sırada, Melikşah’ın en yakın dostu Turan, olan
biteni uzaktan izliyordu. Onun gözünde Zeynep, yıllardır sakladığı, dile
getiremediği bir sevdanın adıydı.
Ama dostluk, onun için her şeyden önce gelirdi. En
azından öyle görünüyordu. Fakat insan kalbi, ne kadar sadık görünse de
kıskançlık ateşiyle bir kez tutuştumu, içindeki ihanet kıvılcımı büyümeye
başlardı.
Bir akşamüstü, Melikşah ve Turan kale avlusunda
yürürken konu açıldı.
“Zeynep Hatun’a gönlün düştü, değil mi?” diye sordu
Turan, sesi sert değildi ama içinde tuhaf bir gerilim vardı.
“Evet,” dedi Melikşah açıkça. “Onunla konuştukça,
kalbim başka bir ses duymuyor.”
Turan bir süre sustu. Sonra alçak bir sesle,
neredeyse kendine söyler gibi konuştu:
“Kalbinin sesini takip etmek kolaydır, ama o ses
bazen seni uçuruma götürür, dostum.”
Melikşah onun gözlerinin içine baktı. Turan’ın
sözleri sadece dostça bir uyarı mıydı, yoksa içinde kıskançlığın ilk çatlakları
mı gizliydi, ayırt edemedi. Ama içini bir ürperti kapladı.
O gece, Zeynep konağında tek başına otururken
pencereden dışarı baktı. Gözleri Nişabur semasına dikilmişti ama aklı çok daha
uzaklardaydı.
Kalbinin çırpınışlarıyla, kaderin onu sürüklemekte
olduğu iki uçurum arasında kalmıştı. Melikşah’a duyduğu sevda bir ışıktı, ama
çevresindeki her şey bu ışığı boğmaya çalışıyordu.
Zeynep annesiyle oturduğu sofrada başını eğerek
konuştu:
“Anne, eğer gönlüm başka birine kayarsa, verdiğiniz
söz ne olur?”
Annesi kaşlarını çattı, sesi sertti:
“Zeynep, biz bu evi ayakta tutmak için her şeyi göze
aldık. Bu şehirde bir kadının namusu, ailesinin sözüdür. Sen gönlünü başkasına
versen de, verdiğimiz söz bozulmaz.”
Zeynep içinden titredi. Sessizce odasına çekildi ve
gözyaşlarını karanlığa bıraktı.
Aynı saatlerde, Melikşah da yalnızdı. Gökyüzüne
bakarak, kılıcını dizlerine yatırmış dua ediyordu.
“Ya Rab… Kalbim savaş meydanında yenilmedi, ama bir
kadının bakışıyla parçalanıyor. Eğer bu sevda haramsa, beni ondan uzak eyle.
Ama eğer bu kaderinse, beni koru ve onu da koru...”
O gece Nişabur’da üç kişi uyuyamadı:
Bir yürek sevdasına esir olmuştu…
Bir yürek ihanetle yanıyordu…
Bir yürek kaderin zincirlerinde kıvranıyordu…
Ve gökte dolunay, hepsine sessizce şahitlik ediyordu.
Günler geçtikçe Melikşah’ın çarşıya inme bahanesi
daha da sıklaştı. Her defasında başka bir gerekçeyle Nişabur’un sokaklarını
adımlıyor, halkın huzuru, çarşının düzeni, tacirlerin şikâyetleri…
Hepsi yalnızca bir perdeydi. Asıl sebep, ipek ve
baharat kokuları arasında bir kadının sesini duymak, gözlerini bir an olsun
yakalayabilmekti.
Zeynep Hatun, Melikşah’ın varlığını ilk andan
itibaren hissetmişti. Ne çabucak etkilenirdi, ne de kendini kolay açardı. Ama
bu adamda bir şey vardı; belki yürüyüşündeki kararlılık, belki gözlerindeki
yorgun tevazu… Savaşın içinden çıkmış ama hâlâ kalbinde merhamet taşıyan bir
adamdı bu.
Bir gün çarşıda, yağmurlu bir sabah… Gökyüzü ağır
kurşun renkli bulutlarla kaplıydı. Yağmur, ince ince dökülüyor, taş
kaldırımları cilalı bir parlaklığa bürüyordu.
Melikşah, yine o günlerden birinde, çarşının
köşesinde Zeynep’i göremeyince içini bir telaş kapladı. Her zamanki dükkân
kapalıydı. Kapının önünde bir yaşlı kadın, yere oturmuş, elleriyle dua
ediyordu.
“Hatun, Zeynep Hatun’a bir şey mi oldu?” diye sordu,
sesi normalden daha kaygılıydı.
Kadın başını kaldırdı.
“Anası rahatsızlandı. Dünden beri konağın dışına
çıkmadı. Derman arıyorlar.”
Bu haber, Melikşah’ın içinde bilmediği bir sızıyı
tetikledi. Kalbi sanki o evin içinde atıyordu artık. Ne olursa olsun,
görmeliydi. Bir kez bile olsa, iyi olduğundan emin olmak istiyordu.
Günün ilerleyen saatlerinde kale muhafızlarını
bahaneyle sokağa gönderdi. Ardından sivil kıyafetlerle, bir nefer gibi, konağın
arka bahçesine yaklaştı. Girişin sol yanında küçük bir avlu vardı.
Orada, bir servi ağacının altında oturan kadını
gördü: Zeynep, başını ellerinin arasına almış, sessizce ağlıyordu. Onun o
hâlini gören Melikşah, bir savaş meydanında düşen yoldaşı kadar can acısı
hissetti. Sinsice yaklaşmak istemedi. Duruşunu dikleştirip bahçeye adım attı.
“Zeynep Hatun…”
Zeynep başını kaldırdı, gözleri kıpkırmızıydı ama
hâlâ o vakur duruşunu koruyordu.
“Siz… buraya neden geldiniz?”
“Ananızı sormaya… sizi görmeye. Endişelendim.”
Zeynep bir an sustu. Ardından dudaklarından şu cümle
döküldü:
“Endişeniz, nişanı başka bir kadına verilmiş bir bey
için fazla vaktinizi alıyor olmalı.”
Melikşah irkildi. Bu söz, sadece bir suçlama değil,
aynı zamanda bir acının yankısıydı.
“Benim yüreğimde yalnız bir kişi var, Zeynep Hatun,”
dedi, gözlerini kaçırmadan. “Ve eğer kader beni ona yazmadıysa, bu dünyada
kazanacağım hiçbir zaferin anlamı kalmaz.”
O an aralarında bir sessizlik oldu. Sanki yağmur da
sustu, gökyüzü bile bu kelimeleri dinlemek için bekledi. Zeynep’in gözleri
doldu, ama bu kez ağlamadı. Yalnızca usulca konuştu:
“Kalbim de size ait olabilir… Ama ben annemin
sözünden çıkamam. Emir Selman ile sözüm var. Geri dönemem.”
Melikşah’ın yüzü gölgelendi. Emir Selman…
Nişabur’daki kadı Nureddin’in oğlu. Hırslı, soğuk ve buyurgan biri. Halk
arasında acımasızlığıyla bilinir ama sarayla olan yakınlığı onu dokunulmaz
kılardı. Bu evlilik, yalnızca bir kadının kaderi değil, bir ailenin güvenliği
demekti. Melikşah bunu biliyordu. Yine de kalbi, bu gerçeği kabullenemiyordu.
“Zeynep… Sana bir yemin edeyim mi?”
Zeynep başını eğdi, sessizce bekledi.
“Bir gün seni özgür kılacağım. İster beni seçeceksin,
ister kaderini. Ama seni bu zincirden kurtaracağım. Bu sözüm, kılıcım kadar
keskindir.”
Zeynep, bu sözleri duyduğunda içine bir ürperti
doldu. O anda, yağmur yeniden yağmaya başladı. Melikşah, başını eğerek avludan
çıktı. Servi ağacının gölgesi altında bırakılan tek şey, aşkın vaadinden başka
bir şey değildi.
O gece, Nişabur sustu.
Sokaklar ıslaktı.
Yürekler ıslaktı.
Bir kadın, kaderin suskunluğunda kaybolmuştu.
Bir adam, savaş meydanlarında asla diz çökmemişken,
şimdi bir kadının kalbine diz çökmüştü.
Ve bir başka adam… Turan… Uzaktan olanları
gözlemliyor, Melikşah’ın yeminini işitiyor, gözlerinin önünde sevdiği kadını
kaybediyordu. Ve işte o anda, yüreğinin kıyısında bir kıvılcım belirdi.
Karanlık ve soğuk bir kıvılcım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder