![]() |
Kanuni’nin
Gözdesi
Bölüm 1 Konstantiniyye, Topkapı
Sarayı – 1529 Baharı
Tuzlu suyun ve yanık ahşabın geniz yakan kokusu hala burun
deliklerinde, güvertede dalgaların dövdüğü tahtaların gıcırtısı hala
kulaklarındaydı sanki.
Ama Elisa gözlerini araladığında ne Adriyatik’in hırçın
maviliğini gördü ne de Venedik gemilerinin parçalanmış enkazını. Gördüğü şey,
hayatında gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu; baş döndürücü, boğucu ve korkutucu
bir karmaşa idi.
Altın yaldızlı tezyinatlarla süslü, loş bir meşalenin
titrek ışığıyla aydınlanan yüksek tavanlar kayboluyor gibiydi. Hava, ağır
parfümlerin, terin, pişen yemeğin ve rutubetin tuhaf bir karışımıyla doluydu.
Etrafında, kendisi gibi şaşkın, korkmuş ya da belki de umursamaz görünen
onlarca genç kız vardı.
Kimi fısıldaşıyor, kimi duvar dibine çökmüş ağlıyor, kimi
meraklı gözlerle onu süzüyordu. Onları buraya getiren kaderin farklı yolları,
şimdi bu kalabalık koğuşun dip dibe sıkışmışlığında birleşmişti.
Burası, dünyanın en güçlü hükümdarının, Sultan Süleyman
Han’ın sarayının kalbiydi; Harem-i Hümayun. Ve onlar, padişahın hizmetine
sunulmak üzere imparatorluğun dört bir yanından, hatta ötesinden toplanmış
cariyelerdi.
Elisa bunu biliyordu, yolculuk boyunca fısıltılardan,
muhafızların acımasız şakalarından öğrenmişti. Venedik Dükası’nın saygın bir
tüccarı olan babasının evindeki sıcak mermerlerden, annesinin ipek
elbiselerinin hışırtısından sonra kendini bulduğu bu yer, bir rüya kadar gerçek
dışı, bir kabus kadar keskindi.
Onları koğuşa getiren iri yarı, sert bakışlı Kalfa kadın,
gürültülü bir emirle dağılmalarını söylediğinde, Elisa bir an ne yapacağını
bilemedi. Herkes bir köşeye çekilmeye, kendine ait küçücük bir alan bulmaya
çalışıyordu. Kalabalığın içinde itilip kakılırken dengesini zorlukla korudu.
Üzerindeki kaba
saba, yolculuktan kirlenmiş giysiler içinde kendini daha da küçük ve savunmasız
hissetti. Gözleri etrafta gezindi; yerlere serilmiş şilteler, duvarlara
yaslanmış birkaç sandık, köşede duran büyük bakır kazanlar… Lüks ve sefalet
tuhaf bir şekilde iç içeydi. Tavandaki işlemeler ne kadar göz alıcıysa, yerdeki
kalabalığın ve havadaki gerginliğin yarattığı sefalet hissi de o kadar
baskındı.
Köşede, diğerlerine göre biraz daha tenha görünen bir
noktaya doğru çekildi. Sırtını soğuk taş duvara yasladı ve dizlerini kendine
çekti. Gözlerini kapatıp evini, Adriyatik’in tuzlu rüzgarını, babasının güven
veren sesini düşünmeye çalıştı. Ama anılar, buranın kesif kokusu ve uğultusu
altında silinip gidiyordu.
Gözlerini tekrar açtığında, tam karşısında duran,
kendisinden birkaç yaş büyük görünen, keskin bakışlı bir kızla göz göze geldi.
Kızıl-kahve saçları özensizce toplanmıştı ama duruşunda bir meydan okuma vardı.
Gözlerinde ne korku ne de şaşkınlık okunuyordu; sadece
soğuk bir merak ve belki de alaycılık. Elisa bakışlarını kaçırdı. Burası sadece
duvarları yüksek bir yer değildi, aynı zamanda görünmez duvarların, rekabetin
ve tehlikenin de merkeziydi. Bunu daha ilk andan hissedebiliyordu.
Hayatta kalmak… Aklına gelen ilk düşünce bu oldu. Babasının
ona öğrettiği gibi zeki olmalı, gözlem yapmalı ve sessiz kalmalıydı. Ama ne
kadar süre? Bu altın kafesin içinde, kendi kaderini çizebilecek miydi, yoksa
kalabalığın içinde yitip gidenlerden mi olacaktı?
Tam o sırada, Kalfalardan bir başkası, daha yaşlı ve
yüzünde derin çizgiler taşıyan bir kadın, elindeki asayı yere vurarak gürültülü
kalabalığı susturdu. Sesi, koğuşun yüksek tavanlarında yankılandı: "Yeni
gelenler! Gözünüzü dört açın, kulağınız bende olsun.
Burası Bâb-ı
Saâdet’e açılan kapıdır ama aynı zamanda cehennem çukurunuz da olabilir.
Kurallara uyacak, hizmette kusur etmeyeceksiniz. Adımlarınıza dikkat edin,
dilinize sahip olun. Şimdi, herkes sussun ve dinlensin. Yarın sizin için yeni
bir hayat başlıyor… ya da bitiyor."
Kadının son sözleri havada asılı kalırken, koğuşa ürkütücü
bir sessizlik çöktü. Elisa, sırtını dayadığı soğuk taşın ürpertisini tüm
bedeninde hissetti. Yeni hayatı başlıyordu, evet. Ama ne pahasına?
Kadının "…ya da bitiyor," sözleri, taş duvarlarda
uğursuz bir fısıltı gibi yankılanıp sönümlendiğinde, koğuşa çöken sessizlik,
içerideki yüzlerce nefesin ağırlığıyla daha da yoğunlaştı. Elisa, sırtını
dayadığı duvardan aldığı soğukluğun iliklerine işlediğini hissetti. Sanki o
taş, kendinden önce oraya sırtını yaslamış nice umudun ve nice hayal
kırıklığının buz kesmiş anısını taşıyordu.
Kalfa, asasını bir kez daha yere vurdu. Ses, irkilen bazı
kızlardan korku dolu nefes seslerinin yükselmesine neden oldu. "Dağılın!
Herkes kendine bir yer bulsun. Yarın sabah gün ışımadan burada hazır
olacaksınız.
Hamam sırası, giysiler, ilk dersler… Öğrenecek çok şeyiniz
var." Sesi sertti ama bir önceki tehditkar tonlamadan eser yoktu; daha çok
yorgun bir bıkkınlık, yıllardır aynı şeyleri tekrar etmenin getirdiği mekanik
bir emir vardı sesinde.
Kızlar, bir karınca sürüsü gibi yeniden hareketlendi. Elisa
da istemeden kalabalığa karıştı. Ayaklarının altındaki kilimin yer yer
yıpranmış olduğunu, bazı desenlerin silikleştiğini fark etti. Tavandaki altın
yaldızların parıltısı, yerdeki bu aşınmışlıkla tezat oluşturuyordu. Tıpkı vaat
edilen o parlak gelecek ile şu an içinde bulundukları belirsiz ve ürkütücü
gerçeklik gibi.
Gözü yine o keskin bakışlı, kızıl-kahve saçlı kıza takıldı.
Kız, duvar kenarında, diğerlerinden biraz daha geniş bir yer kapmıştı bile.
Yanına yaklaşmaya çalışan daha ürkek bir kızı sert bir omuz darbesiyle ittiğini
gördü Elisa. Kız tökezledi ama sesini çıkarmadı, sadece başını eğip başka bir
boşluk aradı.
Elisa hızla gözlerini kaçırdı. Bu küçük, sessiz an,
Kalfa'nın sözlerinden daha net bir şekilde anlatıyordu buradaki kuralları:
Güçlü olan yer kapar, zayıf olan ezilirdi. Peki kendisi hangisi olacaktı?
Venedik'te, babasının kanatları altında korunaklı bir hayat süren, Latince
metinler okuyan, haritalara meraklı Elisa, burada nasıl hayatta kalacaktı?
Tam o sırada, yanına kendisi gibi yeni geldiği anlaşılan,
sarı saçları örgülü, mavi gözleri ağlamaktan kızarmış bir kız sokuldu.
Fısıltıyla, kırık bir Yunanca ile sordu: "Nereden… sen?"
Elisa bir an tereddüt etti. Venedik demek, düşman demek
miydi? Burada kim dost kim düşmandı, nasıl anlaşılırdı? Kısık bir sesle,
"Adriyatik kıyısından," diye mırıldandı, tam yer belirtmekten
kaçınarak.
Kız, "Ben Sakız Adası'ndan, Katerina," dedi. Sesi
titriyordu. "Annemi, babamı…" Cümlesini tamamlayamadı, yeni bir
hıçkırık boğazına düğümlendi. Elisa ne diyeceğini bilemedi. Kendi kaybı henüz o
kadar tazeydi ki, başkasının acısına merhem olacak tek bir sözcük bulamıyordu.
Sadece başını hafifçe salladı. Belki de bu sessiz anlayış, boş teselli
sözcüklerinden daha iyiydi.
Biraz ileride, başka Kalfalar ve Hadım Ağalar belirmişti.
Ellerindeki listelere bakarak isim okuyorlar mıydı, yoksa sadece göz mü
gezdiriyorlardı, anlaşılmıyordu. Ağaların ipek kaftanları, kavuklarındaki
değerli taşlar, Elisa'nın daha önce sadece babasının en zengin müşterilerinde
gördüğü türden bir ihtişamı sergiliyordu. Ama yüzleri ifadesizdi, bakışları
boşluğa bakar gibiydi. Onlar bu sarayın bir başka tezatıydı; güç sahibiydiler
ama kendi hayatları da bir tür esaret değil miydi?
Köşelerden birinden, sıcak ekmek ve baharatlı bir yahninin
kokusu gelmeye başladı. Açlığını ancak o an fark etti Elisa. Günlerdir doğru
düzgün bir şey yememişti. Muhafızların attığı bayat peksimetler ve içtikleri
acı su dışında midesine giren pek bir şey olmamıştı. Kalabalık, yemek kokusunun
geldiği yöne doğru dalgalanmaya başladı. Katerina da Elisa'nın koluna hafifçe
dokunup o yöne işaret etti.
Yemek dağıtımı, koğuştaki kaosu bir kat daha artırdı. İtiş
kakış arasında herkes kendine bir kepçe yahni ve bir parça ekmek kapmaya
çalışıyordu. Elisa ve Katerina geride kalmışlardı. Tam onlara sıra gelmişken,
kazanın başındaki Kalfa tersledi: "Bitti! Kalanlar yarını beklesin."
Midesindeki açlık hissi, hayal kırıklığıyla birleşince
gözlerinin dolmasına neden oldu. Ama ağlamadı. Ağlamak burada bir zayıflık
göstergesiydi ve o kızıl saçlı kızın bakışlarını tekrar üzerinde hissetmek
istemiyordu. Katerina ise sessizce yeniden ağlamaya başlamıştı.
Elisa, Katerina'yı kolundan tutup geldikleri köşeye geri
çekti. "Ağlama," diye fısıldadı, kendi sesindeki şaşırtıcı
kararlılığa kendi de şaşırarak. "Ağlamak bir işe yaramaz." Babası hep
böyle derdi. Zor bir durumda kaldığında, önce durumu analiz et, sonra çözüm
ara. Duygularını kontrol et.
Ama burada durum nasıl analiz edilir, çözüm nasıl
bulunurdu? Etrafına tekrar baktı. Kızlar, aldıkları azıcık yemeği köşelerine
çekilip hızla yiyorlardı. Bazıları şiltelerin üzerine kıvrılmış, uyumaya
çalışıyordu. Meşalelerin ışığı azalmış, gölgeler uzamıştı. Koğuşun uğultusu,
yerini fısıltılara ve iç çekişlere bırakmıştı.
Elisa, sırtını yine soğuk duvara yasladı. Midesi açlıktan
gurulduyordu ama daha büyük bir boşluk vardı içinde; evinin, ailesinin, bildiği
hayatın boşluğu. Gözlerini kapadı. Belki uyursa, sadece birkaç saatliğine bile
olsa, bu kabustan uyanabilirdi. Ama uyku gelmedi. Karanlıkta, etrafındaki
onlarca yabancı nefesin sesi, bilinmez bir geleceğin fısıltısı gibiydi. Aklında
tek bir soru dönüyordu: Yarın ne olacaktı?
Saatler ilerledikçe, koğuştaki meşalelerin çoğu söndürüldü,
geriye sadece birkaç tanesi kaldı ve onlar da duvarlarda uzun, titrek gölgeler
oynamasına neden oldu. Mekan, daha önce olduğundan daha büyük ve daha boş
görünüyordu şimdi, ama aynı zamanda daha da tekinsizdi.
Uyuyan kızların
nefes alışverişleri, ara sıra duyulan bir öksürük, bir inilti ya da anlaşılmaz
bir dilde söylenen bir rüya mırıltısı, gecenin sessizliğini yırtan tek tük
seslerdi. Elisa, sırtını dayadığı duvardan biraz öne kaymış, dizlerini kendine
daha sıkı çekmişti. Uyku, göz kapaklarına kurşun gibi çökse de, zihni bir türlü
susmuyordu.
Açlık midesinde kemirirken, zihni daha da keskinleşmiş
gibiydi. Gözleri karanlığa alıştıkça, etrafındaki şekilleri daha net seçmeye
başladı. Hemen yanında uyuyan Katerina'nın arada bir sıçrayarak uyandığını,
korkuyla etrafına bakınıp sonra tekrar uykuya daldığını fark etti. Onun bu
savunmasız hali, Elisa'nın kendi korkularını daha da artırıyordu.
Biraz ileride, şiltelerin üzerinde kıpırdanan gölgeler
gördü. İki ya da üç kız, başlarını birbirine yaklaştırmış, hararetli bir
şekilde fısıldaşıyordu. Elisa kulak kabarttı ama ne dediklerini anlayamadı.
Farklı bir dilde konuşuyorlardı; belki Slav dillerinden biriydi, belki
Kafkasya'dan gelmişlerdi.
Onları buraya getiren hikayeler neydi acaba?
Onların da evleri,
aileleri, Elisa'nınki gibi bir gecede yok mu olmuştu?
Bu fısıltılar, belki de bir kaçış planının ilk adımlarıydı,
belki de sadece birbirlerine tutunarak ayakta kalma çabasıydı. Ya da belki de…
yeni gelenler hakkında, kendisi hakkında konuşuyorlardı. Bu düşünce, Elisa'nın
tüylerini diken diken etti. Burada her söz, her bakış bir anlam taşıyor
olabilirdi ve o henüz bu dilin alfabesini bile bilmiyordu.
Gözleri, daha önce dikkatini çeken o kızıl-kahve saçlı kızı
aradı. Kız, diğerleri gibi derin bir uykuda görünmüyordu. Sırtı duvara dönük
oturuyor, bacaklarını kendine çekmiş, başı hafifçe öne eğikti. Ama Elisa, onun
arada bir başını kaldırıp koğuşu süzdüğünü fark etti.
Gözleri karanlıkta
parlıyor gibiydi; avını kollayan bir gece hayvanının gözleri gibi. Elisa hızla
başını çevirdi, onun tarafından fark edildiğini düşünmek istemiyordu. O kızda,
bu koğuştaki herkesten farklı, tehlikeli bir enerji vardı. Belki de o,
Kalfa'nın bahsettiği gibi, burayı cehennem çukuru değil de fırsatlar diyarı
olarak görenlerdendi.
Zaman, akrep ve yelkovanın olmadığı bu yerde, damlayan bir
suyun sesi gibi yavaş ve sıkıcı akıyordu. Elisa'nın zihni, Venedik'teki
evlerine kaydı. Babasının çalışma odasındaki deri kaplı kitapların kokusu,
annesinin arp çalarken parmaklarının teller üzerindeki gezinişi, limandan dönen
babasının ona getirdiği egzotik meyvelerin tadı…
Hepsi şimdi o kadar uzak, o kadar imkansız görünüyordu ki.
Bu anıların sıcaklığı, Harem'in soğuk taş duvarlarına çarpıp tuzla buz oluyordu
sanki. Bir an, tüm bunların korkunç bir rüya olduğuna kendini inandırmaya
çalıştı. Gözlerini sıkıca kapattı, açtığında Venedik'teki odasında, ipek
çarşaflarının arasında uyanacağını umdu. Ama gözlerini açtığında değişen bir
şey olmadı. Aynı loş ışık, aynı rutubet kokusu, aynı çaresizlik hissi…
İçinden bir isyan dalgası yükseldi. Neden o? Neden ailesi?
Babasının ne günahı vardı? Onları bu hale getiren korsanlara, onları köle gibi
satan tüccarlara, onları buraya kapatan bu dipsiz güce karşı kör bir öfke
hissetti. Ama öfkesi, çaresizliğinin duvarlarına çarpıp sönümlendi. Şu anda
yapabileceği hiçbir şey yoktu. Öfke, tıpkı gözyaşları gibi, burada bir lükstü
ve hayatta kalmasına yardımcı olmayacaktı.
Tam o sırada, babasının bir sözü aklına geldi. Ticarette
zor bir durumla karşılaştığında babası hep derdi ki: "Deniz fırtınalıysa,
hemen limana sığınmaya çalışma. Önce rüzgarın yönünü anla, dalgaların ritmini
hisset. Ancak o zaman gemini doğru yöne çevirebilirsin."
Harem de bir fırtınaydı. Belki de şu an yapması gereken tek
şey buydu: Gözlemlemek. Rüzgarın yönünü anlamak, dalgaların ritmini hissetmek.
Kimin güçlü, kimin zayıf olduğunu; kimin dost, kimin düşman olabileceğini;
kuralların ne olduğunu ve o kuralların nasıl esnetilebileceğini öğrenmek. Evet,
belki de ilk yapması gereken buydu. Bilgi, burada en değerli hazine olabilirdi.
Bu düşünce, içindeki umutsuzluğu tamamen silmese de, ona
küçük bir amaç verdi. Gözleri artık sadece korkuyla değil, bilinçli bir
dikkatle etrafı süzmeye başladı. Yanında uyuyan Katerina'nın titreyen
omuzlarını, ileride fısıldaşan kızların gizemli hallerini, kızıl saçlı kızın
tetikte bekleyişini, Kalfaların arada bir koğuşu kontrol eden gölgelerini… Her
detay, bu karmaşık denklemin bir parçasıydı. Ve Elisa, bu denklemi çözmeye
karar verdi.
Gecenin en karanlık anında, midesindeki açlığa ve
kalbindeki sızıya rağmen, Elisa ilk kez kendini tamamen kaybolmuş hissetmedi.
Artık sadece bir kurban değildi; gözlemciydi. Ve belki de bu, onun bu altın
kafesteki ilk adımı olacaktı. Şafağın ilk ışıkları, demir parmaklıklı
pencerelerden sızmaya başladığında, Elisa hala uyanıktı. Gözleri yorgundu ama
zihni berraktı. Yeni bir gün başlıyordu ve o, bu yeni güne hazırlıksız
yakalanmayacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder