Kılıç ve Yemin
Bölüm 1: Yemin
Gecesi
Osmanlı'nın Rumeli'deki serhat kalelerinden biri
olan Zvornik’te gece çökmüştü. Nehirden yükselen sis, taş surların gölgesine
sokulmuş, her şeyi sessizliğe boğmuştu. Mehtap, kalenin iç avlusuna sızarken,
genç akıncı Turhan’ın yüreğinde fırtınalar kopuyordu. Bugün onun yemin
gecesiydi.
Saraybosna doğumlu, yetim büyümüş bir çocuk olan
Turhan, küçük yaşta devşirilmiş, acemioğlanı olarak eğitilmişti. Zekâsı ve
cesaretiyle kısa sürede akıncı ocağında yer bulmuştu. Şimdi ise önünde büyük
bir sınav vardı: Akıncılar arasında asıl kabul edilmek için, hem silaha hem
sadakate dair yemin etmeliydi.
Saray meydanında meşaleler yanarken, yaşlı başbuğ
Hüseyin Dede kürsüye çıktı. Elinde bir Osmanlı kılıcı, yüzyıllardır kuşaktan
kuşağa devredilen bir onur simgesiydi. Kalabalık sessizliğe gömüldü. Sadece
nehirden gelen hafif su şırıltıları duyuluyordu.
Turhan, öne çıktı. Duruşu dimdikti. Gözleri,
kendisine uzatılan kılıcın keskin parıltısında kayboldu.
“Allah’a, padişaha ve akın yoldaşlarıma sadakatle
hizmet edeceğime, ihanet etmeyeceğime, aşk ve intikam uğruna aklımı
karartmayacağıma yemin ederim,” dedi.
Başbuğ kılıcı onun omzuna dokundurdu.
“Sadakatin keskin olsun, yüreğin kılıç gibi
dosdoğru,” dedi yaşlı adam.
Kalabalık “Amin” dedi. Meşaleler yeniden
canlandı, zafer naraları yükseldi. Ancak Turhan’ın kalbinde başka bir ses
vardı. Henüz adını bile bilmediği bir kadının hayali... O gece surlardan aşağı
baktığında, nehrin karşı kıyısında, beyazlar içinde bir silüet gördüğüne yemin
edebilirdi.
O gece, yalnızca bir yemin verilmedi. Aynı
zamanda yazgının ilk haritası çizildi. Ve bu haritada, aşkın izleri çoktan
belirmişti.
Turhan, yemin töreninden sonra tek başına surlara
çıkmıştı. Aşağıda usul usul akan Drina Nehri, gecenin sükûnetinde bir sır gibi
kıvrılıyor, ayın ışığı suyun üstünde gümüş bir yol gibi parlıyordu. Yemin
etmişti; artık bir akıncıydı. Ama kalbindeki huzursuzluk, yeminin ağırlığını
bastıramıyordu.
Gözleri hâlâ nehrin karşı kıyısına takılıydı.
Sislerin arasında gördüğü o silüet... Gerçek miydi, hayal mi? Beyaz bir elbise,
ince bir duruş, rüzgârda uçuşan saçlar… Belki de yorgun zihninin bir oyunuydu.
“Geceyi fazla dinlersen, ruhun karışır,” dedi
arkadan gelen bir ses.
Turhan irkildi. Döndüğünde, karşısında genç bir
akıncı olan Murad’ı buldu. Gülümsemesi sıcak, gözleri meraklıydı.
“Bu gece senin gecen, kardeşim. Kafanı ne bulandırıyor?”
Turhan, bakışlarını yeniden nehre çevirdi.
“Bilmiyorum… Sanki kader beni çağırıyor. Ama hangi yöne, onu kestiremiyorum.”
Murad, omzuna hafifçe vurdu. “Yemin ettin. Şimdi
her şey bu yeminle şekillenecek. Aşka ya da ihanete yer yok artık.”
Turhan’ın yüzü gölgelendi. Belki de asıl ihanet,
kalbin sesine kulak vermemekteydi. Ya da... yeminle susturulan aşk, kendi
ihanetini yaratacaktı.
Tam o sırada uzaktan bir boru sesi yükseldi.
Sınırdan gelen bir haberci atlı, kaleye hızla yaklaşmaktaydı. Kapılar açıldı,
askerler harekete geçti. Gecenin sessizliğini çan sesleri böldü.
Başbuğ Hüseyin Dede, hemen surlara çıktı.
Haberci, atından atladı ve eğilerek kâğıdı sundu.
“Macar sınırından geçiş hazırlıkları başlamış.
Budin tarafında bir kervan, padişah adına tehdit olarak görülüyor. Akın emri
gelebilir…”
Kalabalık homurdanmaya başladı. Savaş kokusu,
yemin gecesinin havasına karıştı.
Turhan, kağıda değil, hâlâ uzak kıyıya bakıyordu.
Gözlerinde tek bir soru vardı:
“Ya o silüet, bana yazılmışsa?”
Sabahın ilk ışıkları, kalenin taş duvarlarına
dokunmaya başladığında, Turhan hâlâ uyanıktı. Gecenin sessizliği yerini kuş
seslerine bırakmış, uzaklardan at nalları duyulmaya başlamıştı. Kalede bir
hareketlilik vardı—akıncılar hazırlanıyor, silahlar parlatılıyor, eyerler
sıkılıyordu.
Başbuğ Hüseyin Dede, sabah namazının ardından
avluda topladığı akıncılara seslendi:
“Evlatlarım, Osmanlı sancağına yemin etmiş her
yiğidin gönlünde iki kıymetli yer olur: Biri vatandır, diğeri yeminidir.
Sizler, her akında bu ikisini koruyacaksınız. Ama unutmayın; aşk da savaş kadar
keskin, ihanet kadar derindir.”
Bu sözler, Turhan’ın yüreğine kazındı. Kendi
kendine sordu:
“Ben neyi koruyacağım? Yeminimi mi, kalbimi mi?”
Silahhaneye indiğinde, zırhını kuşanmak üzereydi
ki, kapının önünde bir gölge belirdi. Gölge usulca yaklaştı, başı örtülü, üstü
sade bir elbise giymiş bir genç kadındı bu. Turhan’la göz göze geldiğinde zaman
durmuş gibi oldu.
“Sen…” dedi Turhan, sesi neredeyse fısıltıydı.
“Dün gece… surların ardında… seni gördüm mü gerçekten?”
Kız cevap vermedi. Elindeki küçük parşömeni ona
uzattı. Turhan titreyen elleriyle aldı, açtı ve okudu:
“Bir sır gibi geldim bu kaleye. Adımı değil,
kalbimi tanı. Eğer sadakatle yürürsen, ihanetin gölgesine girmeyeceksin. Ama
unutma: Aşk da bir yemin ister…”
Kız gözlerini kaçırmadan bir adım geri çekildi.
Ardından hızla arkasını dönüp kayboldu.
Turhan donup kalmıştı. Bu gizemli kadının kim
olduğu, neden geldiği ya da ne anlatmak istediği hakkında en ufak bir fikri
yoktu. Ama içindeki bir ses, artık her şeyin değiştiğini söylüyordu.
Ve o an, ilk defa anladı:
“Bu yemin sadece düşmana değil… kendine karşı da verilmişti.”
Bölüm 2:
Gölgedeki Kadın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder