Kılıç Arslan'ın Melikşah tarafından askeri görevlerinden uzaklaştırılması, Kayseri Sarayı'nda şok etkisi yaratmıştı. Halk arasında "Anadolu'nun Kurtarıcısı" olarak anılan Kılıç Arslan'ın böylesine bir muameleye maruz kalması, saraydaki entrikaların ne denli derinleştiğini gösteriyordu. Kılıç Arslan, kendisini bir anda en büyük savaşından, yani iç siyasetin karmaşık labirentinden uzaklaşmış bulmuştu. Bu durum, sadece onun kişisel onurunu değil, aynı zamanda Selçuklu'nun geleceğini de tehdit ediyordu.
Kılıç Arslan, Melikşah'ın kararına başını eğmek
zorunda kaldı. Sarayda kalmak, her geçen gün artan soğukluk ve şüphe ortamında
onun için bir işkenceye dönüşmüştü. Nizamülmülk, yaşlı vezir, bu durumdan derin
bir üzüntü duyuyordu. Kılıç Arslan'ın devlet için ne kadar vazgeçilmez olduğunu
biliyor, ancak genç Sultan'ın etrafındaki fısıltıların ve kışkırtmaların önüne
geçemiyordu.
Birkaç hafta sonra, Melikşah, Kılıç Arslan'a
yeni bir görev teklif etti. Bu, doğrudan bir sürgün olmasa da, merkeze
uzaklaşması anlamına geliyordu. "Emir Kılıç Arslan," dedi Melikşah,
her zamanki mesafeli tavrıyla, "Kayseri'deki görevlerinden bir süre
uzaklaşmanı istiyorum. Doğu Anadolu'daki Ahlat bölgesinde, yeni kurulan
kervansarayların ve kalelerin güvenliğini sağlama görevi sana tevdi edilmiştir.
Bu, devlet için önemli bir görevdir ve sana yakışır."
Ahlat. Anadolu'nun doğusunda, Van Gölü'nün batı
kıyısında yer alan, stratejik öneme sahip ama Kayseri'den oldukça uzak bir
bölgeydi. Bu, açıkça bir görevden uzaklaştırma, bir çeşit sürgündü. Kılıç
Arslan, teklifin arkasındaki niyeti anladı ama itiraz etmedi. Belki de bu
uzaklaşma, hem kendisi hem de Melikşah için iyi olacaktı.
Aslıhan, bu haberi duyduğunda yüreği burkuldu.
Daha önce de Kılıç Arslan'dan ayrı kalmıştı ama bu kez durum farklıydı. O,
tahtın gölgesinde, iftiraların ortasında uzaklaştırılıyordu. Rükneddin henüz
küçük bir çocuktu ve babasına bu kadar uzun süre ayrı kalmak zor olacaktı.
"Kılıç Arslan," dedi Aslıhan, gözleri
dolu dolu, "Yine mi ayrılık?"
Kılıç Arslan, Aslıhan'ın ellerini sıktı.
"Bu kez farklı bir savaş, Aslıhan. Ama bu da geçecek. Ve biz, her
zamankinden daha güçlü döneceğiz. Sen burada olmasan, gözüm arkada kalırdı.
Rükneddin'i sana emanet ediyorum. Ona her şeyi anlat, neden ayrılmak zorunda
kaldığımızı."
Aslıhan, kocasına sıkıca sarıldı. Bu ayrılık,
onların aşklarının ve dayanıklılıklarının yeni bir sınavı olacaktı.
Kılıç Arslan, az sayıda güvendiği askeriyle
birlikte Kayseri'den ayrıldı. Doğu'ya doğru ilerlerken, geçtiği her köyde
halkın ona olan sevgisini ve saygısını hissetti. Onlar için o hala bir
kahramandı, "Anadolu'nun Kurtarıcısıydı." Bu sevgi, Kılıç Arslan'a
güç veriyordu.
Ahlat, Kılıç Arslan'ı farklı bir ortamla
karşıladı. Burası, Kayseri'nin ihtişamından uzak, daha sade ama stratejik bir
bölgeydi. Van Gölü'nün serin suları, dağların heybeti, Ahlat'a kendine özgü bir
güzellik katıyordu. Kılıç Arslan, buradaki görevinin, sadece kalelerin
güvenliğini sağlamak olmadığını biliyordu. Amacı, doğu sınırlarını
güçlendirmek, Türkmen aşiretleriyle ilişkileri pekiştirmek ve olası yeni dış
tehditlere karşı bir kalkan oluşturmaktı.
Kılıç Arslan, Ahlat'a yerleştikten sonra,
bölgedeki Türkmen beyleriyle temas kurmaya başladı. Onlarla görüşüyor,
sorunlarını dinliyor, adil kararlar alıyordu. Onun adil yönetimi ve
savaşlardaki ünü, kısa sürede bölgedeki beylerin ve halkın güvenini kazanmasını
sağladı. Ahlat, Kılıç Arslan'ın liderliğinde, Selçuklu'nun doğudaki güçlü bir
merkezi haline geliyordu. O, Kayseri'den uzak olsa da, Anadolu'nun kalbinde
hala etkiliydi.
Kayseri'de ise Aslıhan, Kılıç Arslan'ın
yokluğunda hem annelik görevini sürdürüyor hem de saraydaki gelişmeleri
yakından takip ediyordu. Küçük Rükneddin, her geçen gün büyüyor, babasına olan
benzerliğiyle Aslıhan'ı gülümsetiyordu. Aslıhan, oğluna Kılıç Arslan'ın
kahramanlıklarını, adaletini ve devlete olan bağlılığını anlatıyordu.
Rükneddin, babasının yokluğunda annesinin ve dedesi Nizamülmülk'ün
rehberliğinde, Selçuklu'nun değerleriyle büyüyordu.
Ancak Kayseri Sarayı'nda iç çekişmeler devam
ediyordu. Melikşah'ın etrafındaki bazı beyler, Kılıç Arslan'ın yokluğunu fırsat
bilerek güçlerini artırmaya çalışıyor, yeni entrikalar çeviriyorlardı.
Nizamülmülk, bu tehlikeli oyunu farkındaydı ancak yaşlılığın da getirdiği
yorgunlukla mücadele ediyordu. Sultan Melikşah, deneyimsizliği ve etrafındaki
kötü niyetli kişilerin etkisiyle, zaman zaman yanlış kararlar almaya
başlıyordu. Devletin hazinesi israf ediliyor, halk arasında huzursuzluk
artıyordu.
Bu durum, Aslıhan'ı endişelendiriyordu. Kılıç
Arslan'ın yokluğunda devletin gidişatından rahatsızdı. Nizamülmülk ile sık sık
görüşerek, durumu değerlendiriyorlardı. "Vezirim," dedi Aslıhan bir
gün, "Kılıç Arslan'ın yokluğu devlete zarar veriyor. Sultan, doğru
kararları alamıyor. Bu böyle devam ederse, Haçlıların yapamadığını biz kendi
içimizden yaparız."
Nizamülmülk iç geçirdi. "Biliyorum Aslıhan
Hanım. Ama Sultan'a karşı doğrudan bir müdahale, daha büyük iç çatışmalara yol
açabilir. Sabırlı olmalıyız. Kılıç Arslan'ın dönüşü için doğru zamanı
beklemeliyiz."
Ancak zaman, Selçuklu'nun aleyhine işliyordu.
Kılıç Arslan'ın yokluğunda, Anadolu'nun batı sınırlarında yeni bir hareketlilik
başlamıştı. Haçlı Seferleri tamamen sona ermemiş, yeni bir grup Batılı savaşçı,
Anadolu üzerinden Kudüs'e ulaşmak için yola çıkmıştı. Bu kez, önceki ordular
kadar büyük olmasalar da, Selçuklu'nun iç karışıklığını fırsat bilen bu yeni
tehdit, savunmasız kalmış batı bölgelerini hedef alıyordu.
Melikşah, bu haber karşısında paniğe kapıldı.
Kılıç Arslan'ın yokluğu, ordunun komutasını karmaşık hale getirmişti.
Nizamülmülk, yaşlılık ve yorgunluk yüzünden savaş meydanına çıkamayacak
durumdaydı. Saraydaki diğer beyler ise, Haçlılarla savaşacak tecrübeye sahip
değildi.
"Kılıç Arslan'ı geri çağırmalıyız
Sultanım!" dedi Nizamülmülk, Melikşah'a. "O olmadan bu yeni tehditle
baş edemeyiz."
Melikşah, bir an tereddüt etti. Kılıç Arslan'a
karşı duyduğu şüphe hala tam olarak geçmemişti. Ancak devletin tehlikede
olduğunu da görüyordu. Nihayetinde, Nizamülmülk'ün ısrarıyla ve dış tehdidin
büyüklüğü karşısında, Kılıç Arslan'ı geri çağırmak zorunda kaldı.
Ahlat'a gönderilen ferman, Kılıç Arslan'a hemen
Kayseri'ye dönmesini emrediyordu. Kılıç Arslan, haberi aldığında, yüzünde
karmaşık bir ifade vardı. İçten içe bu çağrıyı bekliyordu. Anadolu, ona ihtiyaç
duyuyordu. Ama aynı zamanda, kendisine yapılan haksızlığı da unutmuyordu.
Kılıç Arslan, Ahlat'tan ayrılmadan önce,
bölgedeki beylere ve halka veda etti. Onun ayrılığı, Ahlat'ta hüzünle
karşılandı. Kılıç Arslan, geride bıraktığı düzen ve güvenle gurur duyuyordu.
Kayseri'ye dönüş yolculuğu, Kılıç Arslan için
geçmişle yüzleşme anlamına geliyordu. Bu kez, bir kahraman olarak değil,
devleti kurtarmak için çağrılan bir sürgün olarak dönüyordu. Şehre
yaklaştığında, Kayseri halkı onu coşkuyla karşıladı. Halkın sevgisi, Kılıç
Arslan'ın yüreğini ısıttı.
Sarayda, Melikşah ve Nizamülmülk onu kapıda
karşıladılar. Melikşah'ın yüzünde bir utanç ve rahatlama karışımı bir ifade
vardı. "Hoş geldin Emir Kılıç Arslan," dedi Melikşah, sesi biraz
titriyordu. "Anadolu, sana bir kez daha ihtiyaç duyuyor."
Kılıç Arslan, Sultan'a saygıyla eğildi.
"Her zaman devletimin ve halkımın hizmetindeyim, Sultanım."
Aslıhan, Kılıç Arslan'a koştuğunda, gözlerinde
sevgi ve gurur vardı. Rükneddin de babasına doğru koştu ve kucakladı. Bu
buluşma, savaşın ve siyasetin getirdiği tüm acıları unutturdu.
Ancak Selçuklu'nun üzerindeki gölgeler hala
tamamen dağılmamıştı. Dışarıda yeni bir Haçlı tehdidi belirirken, saraydaki iç
çekişmelerin tamamen sona erdiği söylenemezdi. Kılıç Arslan, sadece yeni bir
savaşa değil, aynı zamanda güvenini sarsan bir Sultan'a ve onu tahtın
gölgesinde tutmaya çalışan beylere karşı da mücadele edecekti. "Efsane ve
Yıkım" destanı, en çetin sınavlarına hazırlanıyordu.
Kılıç Arslan'ın Kayseri'ye dönüşüyle birlikte,
saraydaki hava değişmişti. Haçlı tehdidi, iç çekişmeleri bir süreliğine gölgede
bırakmıştı. Ancak Melikşah'ın Kılıç Arslan'a olan güvensizliği tamamen ortadan
kalkmamıştı. Kılıç Arslan, görevinin başına geri döndüğünde, ordusunun
komutasını devraldı ve hızla yeni Haçlı tehdidine karşı hazırlıklara başladı.
Bu kez gelen Haçlılar, daha küçük gruplar halinde, ancak oldukça disiplinli ve
deneyimli şövalyelerden oluşuyordu. Amaçları, önceki büyük orduların aksine, Anadolu'da
kalıcı üsler kurmak ve bölgeyi adım adım ele geçirmekti.
Kılıç Arslan, bu yeni stratejiye karşı farklı
bir yaklaşım sergiledi. Açık meydan savaşı yerine, Haçlıların yerleşmeye
çalıştığı bölgelerde sürekli baskı kurdu. Kalelerine saldırmıyor, ancak onları
dış dünyadan soyutluyor, erzak ve takviye yollarını kesiyordu. Bu, Selçuklu'nun
yıpratma taktiklerinin yeni bir seviyesiydi. Batılıların kalelerindeki moraller
düşüyor, açlık ve hastalıklar onları teslim olmaya zorluyordu.
Aslıhan, Kayseri'de, Kılıç Arslan'ın yokluğunda
bile onun stratejilerini destekliyordu. Şehirdeki erzak depolarını kontrol
ediyor, Anadolu'un dört bir yanındaki köylerden Kayseri'ye tahıl ve diğer
ihtiyaç maddelerinin getirilmesini sağlıyordu. Böylece, Kılıç Arslan'ın
ordusunun erzak sıkıntısı çekmemesi sağlanıyordu. Ayrıca, yaralı askerler için
hastanelerde yeni tedaviler geliştiriliyor, halkın morali yüksek tutuluyordu.
Aslıhan, Kılıç Arslan'ın siyasi itibarını sarsmaya çalışanlara karşı da sessiz
kalmıyor, Melikşah'ın annesi ve saraydaki diğer etkili kadınlar aracılığıyla
Kılıç Arslan'ın sadakatini ve devlete olan bağlılığını anlatıyordu.
Bu dönemde, Rükneddin de büyüyordu. Babasının
savaşlarda olduğu zamanlarda annesi ve dedesi Nizamülmülk ona rehberlik
ediyordu. Nizamülmülk, küçük prensin eğitimine büyük önem veriyordu. Ona sadece
kılıç ve atçılık dersleri değil, aynı zamanda devlet yönetimi, adalet ve
bilgelik dersleri de veriyordu. Rükneddin, babasının sürgün döneminde yaşadığı
haksızlıkları duyuyor, bu durum küçük prensin zihninde derin izler bırakıyordu.
Bir gün, babasıyla yaptığı bir konuşmada, Rükneddin, masum bir sesle sordu: "Babacığım,
neden Sultan seni uzaklaştırdı? Sen ki bu devleti onca düşmandan
kurtardın."
Kılıç Arslan, oğlunun bu sorusu karşısında
gülümsedi ama gözlerinde derin bir hüzün vardı. "Oğlum, siyaset, savaş
meydanı gibi değildir. Bazen kazanılan zaferler, sana yeni düşmanlar
kazandırır. Ama önemli olan, doğru yoldan şaşmamak ve devletine olan sadakatini
korumaktır." Bu sözler, Rükneddin'in zihnine kazınmıştı.
Kılıç Arslan'ın uyguladığı abluka ve yıpratma
taktikleri sonuç verdi. Haçlıların kurmaya çalıştığı kaleler, Selçuklu'nun
sürekli baskısı altında birer mezara dönüştü. Birbiri ardına gelen Haçlı
grupları, Anadolu'da tutunamayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Kılıç Arslan,
bu kez daha az kan dökerek, daha çok zekayla ve stratejiyle büyük bir zafer
daha kazanmıştı. Anadolu'nun her köşesinde onun adı yeniden yankılanmaya
başladı. Halk, Kılıç Arslan'ın adını anarak şarkılar söylüyor,
kahramanlıklarını nesilden nesile aktarıyordu.
Ancak bu zafer, Melikşah'ın Kılıç Arslan'a
karşı olan şüphelerini tamamen ortadan kaldıramamıştı. Sultan, Kılıç Arslan'ın
artan gücünden ve halk arasındaki sevgisinden hala rahatsızdı. Saraydaki bazı
beyler, Kılıç Arslan'ın "sürgün" dönüşünün bir intikam arayışına
dönüşeceğinden endişe ediyorlardı. Bu durum, Melikşah'ı daha da paranoyak hale
getiriyordu. Nizamülmülk, Kılıç Arslan ile Melikşah arasındaki buzları eritmek
için arabuluculuk yapmaya çalışıyordu.
Bir akşam, Nizamülmülk, Melikşah ile baş başa
konuştu. "Sultanım," dedi, "Kılıç Arslan'ın devlete olan
sadakati tartışılmazdır. O, bu topraklara canını feda etti. Onun gücü, sizin
gücünüzdür. Haçlı tehdidi tamamen bitmedi. Birlik olmalıyız, yoksa bu devlet
içten çürür."
Melikşah, yaşlı vezirin sözlerini dinlese de,
kalbindeki şüphe tam olarak gitmemişti. Kılıç Arslan'ın başarıları, onun kendi
otoritesini gölgede bırakıyor gibi geliyordu. Bu durum, Kılıç Arslan'ın
yüreğine bir kor düşürüyordu. Dış düşmanlarla savaşmak daha kolaydı. Ama kendi
içindeki bu güvensizlikle, bu şüpheyle savaşmak, onu derinden yaralıyordu.
Kılıç Arslan, dışarıdan gelen tehditleri
savuşturmuş olsa da, Selçuklu'nun içinde kaynayan bu kazan, onu asıl yoran
şeydi. Tahtın gölgesinde, gücünün ve sadakatinin birer tehdit olarak
algılanması, Kılıç Arslan'ın yüreğine bir kor düşürüyordu. Nizamülmülk, bu
durumu düzeltmek için son bir çaba sarf ediyordu. Melikşah'ı, Kılıç Arslan'a
tam yetki vermeye ve ona güvenmeye ikna etmeye çalışıyordu.
Ancak bu, Selçuklu'nun iç siyasetinin karmaşık
ve acımasız gerçekleriydi. "Efsane ve Yıkım" destanı, sadece dış
düşmanlarla değil, aynı zamanda kendi içinde verilen acımasız güç savaşlarıyla
da şekilleniyordu. Kılıç Arslan'ın kaderi, bu iç fırtınanın nasıl
sonuçlanacağına bağlıydı. Anadolu, bu zorlu sınavdan geçecek miydi? Ve
Aslıhan'ın aşkı, bu çetin mücadelede nasıl bir liman olacaktı?
📖 Hikayeye Devam Et
Efsane ve Yıkım Sultanın Gölgesi 12 bölümüne geçmeden önce kısa bir reklam ile destek olun.
Efsane ve Yıkım: Sultanın Gölgesi", Osmanlı İmparatorluğu’nun entrikalar, ihanetler ve kudret dolu döneminde geçen; aşk, savaş ve taht mücadelesini derinlemesine işleyen epik bir tarihi romandır. Saray entrikalarının gölgesinde kalan bir sultanın hikâyesi, ihanetle yoğrulmuş dostluklar ve kanla yazılmış bir kader… Tarihi roman severler için sürükleyici, duygusal ve unutulmaz bir başyapıt



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder