Kılıç Arslan'ın Kayseri'ye dönüşüyle birlikte, dış tehditler bir kez daha bertaraf edilmiş, Anadolu nefes almıştı. Ancak saraydaki gerilim, dinmek bir yana, artarak devam ediyordu. Melikşah'ın Kılıç Arslan'a olan güvensizliği, saraydaki fesat tohumlarını daha da yeşertiyordu. Kılıç Arslan, savaş meydanındaki zaferlerinden sonra, kendisini tahtın gölgesinde, itibarının ve sadakatinin sürekli sorgulandığı bir ortamda buldu. Bu durum, sadece onu değil, aynı zamanda Selçuklu'nun en bilge veziri Nizamülmülk'ü de derinden etkiliyordu.
Nizamülmülk, yaşlı bedenine rağmen, son
yıllarını Selçuklu'nun birliğini korumaya ve genç Sultan'ı doğru yola sevk
etmeye adamıştı. Kılıç Arslan'ın değerini ve devlete olan bağlılığını çok iyi
biliyordu. Melikşah'a defalarca Kılıç Arslan'ın sadakatini anlatmaya çalışmış,
onu kışkırtan beylere karşı uyarıda bulunmuştu. Ancak Sultan'ın kulakları,
maalesef, fesat fısıltılarına daha açıktı.
Kayseri Sarayı'nda, her geçen gün artan bir
huzursuzluk vardı. Kılıç Arslan, dışarıda kazandığı her zaferle, içerideki
düşmanlarının daha da hırçınlaştığını hissediyordu. Melikşah'ın danışmanları
arasına, Kılıç Arslan'ı sürekli kötüleyen, onun tahta göz diktiğini iddia eden
yeni simalar girmişti. Bu kişilerin başında, Ayaz'ın ardıllarından ve onun
fesatçı düşüncelerinin takipçilerinden olan Emir Bahadır geliyordu. Bahadır,
uzun süredir Kılıç Arslan'ın gücünü kırmak için fırsat kolluyordu ve şimdi,
Melikşah'ın şüphelerinden faydalanıyordu.
Bir akşam, Melikşah, Emir Bahadır ile baş başa
konuşurken, Bahadır fısıldayarak konuştu: "Sultanım, Kılıç Arslan'ın gücü
artık sizin otoritenizi gölgede bırakıyor. Halk arasında ona 'Kurtarıcı'
diyorlar, size değil. Oğlunun doğumuyla birlikte, gözü tahtta, dededen kalma
bir miras gibi görüyor."
Melikşah'ın gözleri karardı. Bu sözler, onun en
büyük korkusuydu. Kılıç Arslan'ın sadakatine rağmen, onun popülaritesi ve
askeri dehası genç Sultan'ı huzursuz ediyordu.
Nizamülmülk ise, bu entrikaların farkındaydı.
Melikşah'ı doğru yola çekmek için son bir hamle yapmaya karar verdi. Bir divan
toplantısında, tüm beylerin ve Sultan'ın huzurunda, Kılıç Arslan'ın devlete
yaptığı hizmetleri bir kez daha dile getirdi. "Sultanım," dedi
Nizamülmülk, sesi yaşlılığına rağmen gürdü, "Emir Kılıç Arslan, bu
devletin kılıcı, kalkanı ve bekçisidir. Onun sadakati sorgulanamaz. Dış
düşmanlar kapımızdayken, iç çekişmelerle devleti yıpratmak, en büyük hatadır.
Birlik olmalıyız!"
Nizamülmülk'ün bu sözleri, Emir Bahadır ve
yandaşlarını rahatsız etti. Onlar, yaşlı veziri de Kılıç Arslan'ın safında
görüyordu.
Ancak kaderin çarkları acımasızca dönüyordu.
Nizamülmülk, o gece yatağında, eceline yakalandı. Sarayda hızla yayılan haber,
herkesi derinden sarstı. Selçuklu'nun bilge veziri, adalet ve bilgelik timsali
Nizamülmülk, hayata gözlerini yummuştu. Bu ölüm, birçokları için doğal bir son
olsa da, saraydaki bazı kesimler için bir fırsattı.
Nizamülmülk'ün ölümü, Melikşah üzerinde büyük
bir boşluk yarattı. Genç Sultan, rehberini kaybetmişti. Emir Bahadır ve
yandaşları, bu boşluğu doldurmak için hemen harekete geçtiler. Melikşah'ı daha
da etkileri altına alarak, Kılıç Arslan'a karşı kinlerini derinleştirmeye
başladılar.
Nizamülmülk'ün cenazesi, Kayseri'de büyük bir
kalabalıkla kaldırıldı. Halkın gözyaşları, vezire olan sevgilerini ve
saygılarını gösteriyordu. Kılıç Arslan ve Aslıhan, Nizamülmülk'ün mezarı
başında dururken, Kılıç Arslan'ın kalbinde büyük bir acı vardı. "En büyük
destekçimi kaybettim Aslıhan," diye fısıldadı.
Aslıhan, Kılıç Arslan'ın elini tuttu.
"Onun mirası, senin ellerinde. Onun bize öğrettikleri, seni doğru yola
sevk edecek."
Nizamülmülk'ün ölümünden sonra, Melikşah'ın
kararları daha da tutarsız hale geldi. Emir Bahadır'ın etkisiyle, devletin
idaresinde hatalar yapılmaya başlandı. Halk arasındaki huzursuzluk arttı. Bu
durum, Anadolu'nun dört bir yanında isyan tohumlarının yeniden filizlenmesine
neden oldu. Özellikle bazı Türkmen beylikleri, merkezi otoritenin zayıfladığını
düşünerek bağımsızlıklarını ilan etmeye çalıştılar.
Bu iç karışıklıklar, Haçlıları cesaretlendirdi.
Akdeniz kıyılarında ve batı sınırlarında yeni küçük Haçlı grupları belirmeye
başladı. Onlar, Selçuklu'nun iç sorunlarından faydalanarak yeniden Anadolu'ya
sızmaya çalışıyorlardı.
Melikşah, bu durum karşısında çaresiz kaldı.
Kılıç Arslan'ı yeniden görevlendirmek zorunda kalmıştı, ancak bu sefer, onu
sadece bir komutan olarak değil, aynı zamanda tahtın olası bir rakibi olarak
görüyordu.
Bir gün, Melikşah, Kılıç Arslan'ı huzuruna
çağırdı. Yüzünde derin bir kararsızlık vardı. "Emir Kılıç Arslan,"
dedi, "Devletimiz büyük bir tehlike altında. İçeride isyanlar, dışarıda
Haçlı tehdidi. Nizamülmülk'ün yokluğunda, bu yükü tek başıma
kaldıramıyorum."
Kılıç Arslan, Sultan'ın bu sözleri karşısında
şaşırdı. Bu, Melikşah'tan duyduğu en samimi itiraftı. "Sultanım,"
dedi Kılıç Arslan, "Ben her zaman devletimin hizmetindeyim. Ne
emrederseniz, başım gözüm üstüne."
Melikşah derin bir nefes aldı. "Sana tam
yetki veriyorum Emir. Tüm orduların komutası senindir. İç isyanları bastır, dış
düşmanları Anadolu'dan temizle. Ancak... bir şartım var."
Kılıç Arslan'ın kaşları çatıldı. "Nedir
Sultanım?"
Melikşah, gözlerini Kılıç Arslan'ın gözlerine
dikti. "Oğlun Rükneddin... O, senin varisin değil. Benim evladım olmadı
ama onun tahtta hak iddia etmesini istemiyorum. Ben ölürsem, tahtıma sadece
benim seçtiğim bir veliaht geçebilir. Sen de ona bağlı kalacağına yemin
edeceksin."
Kılıç Arslan'ın kalbi sızladı. Kendi oğlunun
geleceği, şimdi bir pazarlık konusu olmuştu. Ancak devletin içinde bulunduğu
durumu da görüyordu. Eğer bu teklifi reddederse, Selçuklu kaosa sürüklenecekti.
Kılıç Arslan, uzunca düşündü. Aslıhan'ın, devleti her şeyin üstünde tutması
gerektiği sözleri kulaklarında yankılandı.
"Sultanım," dedi Kılıç Arslan,
nihayet. "Rükneddin, benim oğlumdur. Ama Selçuklu Devleti, ondan da,
benden de büyüktür. Bu yeminimi huzurunuzda ederim. Rükneddin, sadece sizin
seçtiğiniz veliahtın sadık bir hizmetkarı olacaktır."
Bu, Kılıç Arslan için büyük bir fedakarlıktı.
Kendi kanının, kendi oğlunun geleceğini feda etmişti. Ama Selçuklu'nun birliği
ve bekası için bu kararı almak zorundaydı. Melikşah'ın yüzünde, derin bir
rahatlama ifadesi belirdi.
Bu anlaşmanın ardından, Kılıç Arslan yeniden
ordunun başına geçti. Bu kez, gücünü kısıtlayan hiçbir engel yoktu. İç
isyanları acımasızca bastırdı, merkezi otoriteyi yeniden sağladı. Ardından,
batı sınırındaki yeni Haçlı gruplarını Anadolu'dan temizledi. Onun kılıcı ve
stratejik dehası, Selçuklu'yu bir kez daha yıkımın eşiğinden döndürdü.
Ancak Kılıç Arslan'ın yüreğinde bir burukluk
vardı. Oğlu Rükneddin'in masum yüzü, aklından çıkmıyordu. Aslıhan da bu
fedakarlığın ağırlığını hissediyordu. Oğullarının geleceği belirsizdi.
Kılıç Arslan, askeri başarılarının
zirvesindeyken, sarayda hala tam olarak güvenilmiyordu. Melikşah, onu
desteklese de, tahtın güvende olduğunu düşündükçe, Kılıç Arslan'dan yine
şüphelenmeye başlıyordu. Bu kısır döngü, Selçuklu'nun kaderini belirlemeye devam
edecekti.
Kayseri Sarayı'nda, Melikşah'ın hastalığı
giderek ağırlaşıyordu. Genç Sultan, Nizamülmülk'ün yokluğunda ve Emir Bahadır
gibi kötü niyetli danışmanların etkisiyle, devlet işlerini aksatmaya
başlamıştı. Kılıç Arslan, dış tehditleri ve iç isyanları bastırsa da, saraydaki
bu çürüme onu derinden üzüyordu. Rükneddin'in babasının yanı başında, onun
bilgeliğinden ve gücünden ilham alarak büyüyordu. Kılıç Arslan, oğluna, tahtın
sadece kılıçla değil, adalet ve bilgelikle de korunması gerektiğini
öğretiyordu.
Bir kış akşamı, Kayseri'nin üzerine kar
yağarken, Melikşah'ın durumu kötüleşti. Hekimler çaresiz kalmıştı. Ölüm
döşeğinde, Melikşah, son bir kez Kılıç Arslan'ı ve Nizamülmülk'ün son anlarında
ona sadakat yemini eden Emir Bahadır'ı yanına çağırdı. Zayıf bir sesle konuştu:
"Kılıç Arslan... Sen bu devlete çok hizmet ettin. Hakkını helal et. Benden
sonra... Taht... Tahtıma... benim seçtiğim veliaht geçsin..."
Melikşah'ın son sözleri, bir vasiyetten çok bir
fısıltıydı. Gözleri kapandı ve genç Sultan, son nefesini verdi.
Sarayda bir anda derin bir sessizlik oldu,
ardından fısıltılar ve panik başladı. Melikşah'ın ölümü, Selçuklu için yeni bir
bilinmezlik çağı başlatmıştı. Taht, artık sahipsizdi. Kılıç Arslan, Sultan'ın
cansız bedenine bakarken, yüreğinde hem hüzün hem de karmaşık duygular vardı.
Verdiği yemin aklına geldi. Rükneddin'in geleceği, şimdi belirsizliğin
ortasındaydı.
Melikşah'ın ölüm haberi, tüm Anadolu'ya
yayıldı. Selçuklu'nun dört bir yanındaki beylikler, taht üzerinde hak iddia
etmeye başladılar. Emir Bahadır ve yandaşları, Melikşah'ın son sözlerini kendi
çıkarları doğrultusunda yorumlamaya çalışıyor, kendi adaylarını öne
sürüyorlardı. Ancak halkın ve ordunun büyük bir kısmı, Kılıç Arslan'ın yanında
yer alıyordu. Onun kahramanlıkları, Selçuklu'yu kurtarmış olması, onu doğal bir
lider haline getiriyordu.
Kılıç Arslan, hayatı boyunca bağlı kaldığı
yemini ile yüzleşmek zorundaydı. Rükneddin'i tahta çıkarmamak için yemin
etmişti. Ancak halkın ve ordunun isteği farklıydı. Aslıhan, bu çetin durumda
Kılıç Arslan'ın en büyük destekçisiydi. "Kılıç Arslan," dedi Aslıhan,
"Sen bu devlete canını verdin. Halk seni istiyor. Oğlumuz da senin izinde
yürüyor. Bazen, kader, yeminlerden daha güçlüdür."
Kılıç Arslan, zor bir kararın eşiğindeydi. Ya
yeminine sadık kalıp Selçuklu'yu kaosa sürükleyecekti, ya da yeminini bozup
devleti yeniden birleştirecekti. "Efsane ve Yıkım" destanı, en büyük
dönüm noktasına gelmişti. Kılıç Arslan'ın kararı, Anadolu'nun geleceğini
belirleyecekti.
📖 Hikayeye Devam Et
Efsane ve Yıkım Sultanın Gölgesi 13 bölümüne geçmeden önce kısa bir reklam ile destek olun. Efsane ve Yıkım: Sultanın Gölgesi", Osmanlı İmparatorluğu’nun entrikalar, ihanetler ve kudret dolu döneminde geçen; aşk, savaş ve taht mücadelesini derinlemesine işleyen epik bir tarihi romandır. Saray entrikalarının gölgesinde kalan bir sultanın hikâyesi, ihanetle yoğrulmuş dostluklar ve kanla yazılmış bir kader… Tarihi roman severler için sürükleyici, duygusal ve unutulmaz bir başyapıt



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder