Gecenin en koyu anında, ormanın sessizliği,
gizemli bir yankıyla bozuldu. Ay, dalların arasından zar zor sızarken, gölgeler
birbirine karışıyor; sanki her yaprak, her dal, kendi içinde bir hikâye
fısıldıyordu. Efsun ve Aras, kadim kayalıklara vardıklarında, havada tuhaf bir
ağırlık vardı. Efsun’un içgüdüleri tedirgindi; bu bölge, haritada bile
işaretlenmemişti.
Kayalıkların üzerine tırmanan Aras, yüzeyde
oyulmuş eski işaretleri fark etti. Bunlar ne Latin harflerine benziyordu ne de
daha önce gördüğü herhangi bir sembole. Taşların üstünde birbirine geçmiş
spiral çizgiler, hayvan figürleri ve çok sayıda göz simgesi vardı. Efsun’un
gözleri büyüdü. “Bunlar... bir tür uyarı mı yoksa çağrı mı?” diye mırıldandı.
Tam o sırada hafif bir rüzgâr esti, ancak
rüzgârla birlikte gelen şey yalnızca hava değildi. Etrafta yankılanan
fısıltılar, insan sesiyle hayvan uluması arasında gidip gelen ürpertici
tonlardaydı. Sesler önce anlaşılmazdı ama zamanla kelimelere dönüştü: “Ruhunu
dinle... Yolculuk içeriden başlar...”
Efsun’un alnında soğuk terler belirdi. Bu, ilk
defa ormanın kendisiyle doğrudan iletişim kurduğu andı. Aras bile derin bir
ürpertiyle irkildi. “Biri ya da bir şey bizimle konuşuyor,” dedi kısık sesle.
Cümlesi henüz bitmeden, kayanın hemen arkasından bir figür belirdi. Uzun
cübbeli, başı kapalı bir kadındı. Gözleri yok gibiydi, boş ve siyah iki oyuk...
“Sen misin, Efsun?” diye sordu. Kadının sesi, ormanın fısıltılarıyla aynı tonlamadaydı; hem içeriden hem dışarıdan geliyordu. Efsun, irkilerek geri adım attı. “Beni tanıyor musun?” dedi, sesi titreyerek. Kadın başını salladı. “Seni buraya çağıran benim... Ormanın derin hafızasıyım.”
Kadın, onları küçük bir mağaraya doğru
yönlendirdi. İçeri girdiklerinde, mağaranın duvarları binlerce yıl öncesinden
kalma gibi görünüyordu. Her taşta bir anı, her köşede bir hikâye yatıyordu.
Kadın, mağaranın merkezine geçti ve yere çökerek konuşmaya başladı: “Burası,
yitik ruhların hatıralarını korur. Her yolcu, içinden geçmeden hakikate
ulaşamaz. Ruhunun karanlığına hazır mısın?”
Efsun bir an duraksadı. Kendi geçmişiyle
yüzleşmekten her zaman korkmuştu. Ancak orman, onu sadece sırlarıyla değil,
kendi içindeki bilinmezlerle de yüzleştirecekti. Kadının önüne diz çöktü.
“Hazırım,” dedi.
Tam o an, mağaranın içindeki taşlar parlamaya
başladı. Parlayan taşların arasından Efsun’un çocukluğundan sahneler canlandı.
Babasının kayboluşu, annesinin geceleri ağlayarak dua edişi, yalnız geçen
yıllar... Her görüntü bir darbe gibi yüreğine iniyor, her hatıra içindeki
duvarları yıkıyordu.
Aras da başka bir köşede kendi içsel
yolculuğuna itilmişti. Onun da gözleri geçmişe dönmüştü: Bir savaştan kaçış,
ardında bıraktığı bir köy, yitirilen bir kardeş...
Bu yüzleşmeler kolay değildi ama orman,
sırlarını sadece cesur olanlara açardı. Mağaradaki taşlar tekrar sönmeye
başladığında kadın bir kez daha konuştu: “Şimdi sıradaki geçidi geçmeye
hazırsınız. Ama unutmayın, iç karanlığınızla barışmadan ışığı bulamazsınız.”
Efsun ve Aras, mağaradan çıktıklarında gece
hâlâ hüküm sürüyordu. Ancak artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Sessizlik,
artık korkutucu değil; anlam yüklüydü. Gökyüzünde yıldızlar bile sanki daha
parlaktı.
Yolları, kayalıklardan daha derin vadilere, ormanın kalbine doğru uzanıyordu. Efsun bir an durdu, Aras’a baktı. “Bundan sonra dönmek yok, değil mi?” diye sordu. Aras sadece başını salladı. “Zaten hiç dönmemiştik ki.”
Ve böylece, Ormanın Sırlarına Yolculuk, artık
sadece fiziksel değil; ruhani bir keşif halini aldı. Ruhların fısıltısı hâlâ
yankılanıyordu:
“Kendini bilen, ormanı da çözer.”
📖 Hikayeye Devam Et
Ormanın Sırlarına Yolculuk 16 bölümüne geçmeden önce kısa bir reklam ile destek olun. Ormanın Sırlarına Yolculuk,Türk Fantastik Roman,Macera Romanı,Gölge Yaratık, Online Roman,Büyü Ve Macera,Yeni Yazdığım Romanlar Macera roman severler için sürükleyici, duygusal ve unutulmaz bir başyapıt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder