
Yıldızların gökyüzünde titrek ışıklarla dans
ettiği o sessiz gecede, Arel, Elara ve Tılsım, Kadim Göl’ün kıyısında
kurdukları küçük kampta, yanan ateşin etrafında derin düşüncelere dalmışlardı.
Her biri zihninde farklı sorularla boğuşurken, göl yüzeyine yansıyan ay ışığı,
sanki geçmişin hayaletlerini suyun altından yüzeye çağırıyordu.
Elara, omzundaki eski deri çantasını yavaşça
açarak, içinden parçalanmış, köşeleri yanık bir harita çıkardı. “Bu, babamın
güncesinden kalan tek şey,” dedi fısıltıyla. Arel haritaya dikkatle baktı.
Gözle görülemeyecek kadar ince bir sembol, haritanın sağ alt köşesinde
parlıyordu. Sembol, yıllardır unutulmuş bir dilde yazılmıştı: Aranethçe. Bu
dil, ormanın en eski sırlarını taşıyan halkın diliydi.
Tılsım, ateşin gölgesinde kıvrılan bir yılana
benzeyen sembolü görünce yerinden kalktı. “Bu sembol, ‘Gözcü’nün Gözünü’ temsil
eder,” dedi. “Efsaneye göre, Gözcü’nün Gözü yalnızca içsel pusulası doğru
olanlara yol gösterirmiş.” O an sessizlik çöktü. Herkes aynı şeyi hissediyordu:
Bu harita artık sadece bir kağıt parçası değil, onları ormanın kalbine
götürecek bir anahtardı.
Sabah olduğunda, üçlü, haritadaki sembole uygun
bir yön tayin ederek gölün kuzeyine doğru yürümeye başladı. Gittikleri yol,
ormanın en az bilinen bölgelerinden geçiyordu. Ağaçlar daha gür, gölgeler daha
yoğundu. Havanın dokusu bile değişmişti sanki; nefes almak bile mistik bir
deneyim haline gelmişti.
İkinci günün sonunda, yoğun sisle kaplı bir
vadinin kenarına vardılar. Vadinin içi görünmüyordu, fakat haritada burası
“Kayıp Dalgıçlar Vadisi” olarak işaretlenmişti. Elara, içindeki sesi dinleyerek
aşağı inmeleri gerektiğini söyledi. Arel kararsızdı, fakat Tılsım’ın
gözlerindeki kararlılığı görünce geri adım atmadı.
Vadinin derinliklerine indiklerinde, gözlerini
yakan mor renkte bir ışık yayılıyordu. Bu ışık, haritadaki sembolü andıran
şekillerle vadi duvarlarına işlenmişti. Arel parmaklarını duvardaki bir işarete
sürdüğünde, yer hafifçe titredi ve önlerinde saklı bir kapı açıldı. Kapının
ardında, yosunlarla kaplı eski bir tapınak vardı.
Tapınağın içi, geçmiş zamanların yankılarıyla
doluydu. Duvardaki kabartmalarda, ormanın doğuşu, ilk gözcüler ve zamanla
unutturulmuş bir yemin anlatılıyordu. Bu yemin, sadece gerçek kalple yapılan
yolculuklara ormanın sırlarını açıyordu. Elara’nın elleri titredi. “Babam bu
yeminle yaşıyordu,” dedi. “Şimdi sıra bizde.”
Tapınağın en alt odasında, sarkıt ve dikitlerin
arasında, yere gömülmüş bir daire şeklinde taş gömülüydü. Haritadaki sembol
buraya oturuyordu. Arel haritanın yırtık parçasını taşın üzerine
yerleştirdiğinde, taş birden dönmeye başladı ve içinden altın renkli bir ışık
yükseldi. Bu ışık, tapınağın tavanına yansıyarak gökyüzü haritası oluşturdu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder